- 559 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SEYYAH OLMAK VARMIŞ ORALARDA
SEYYAH OLMAK VARMIŞ ORALARDA
Kimilerinin dediği gibi Güneydoğunun parlayan yıldızı mı desek Diyarbakır’a yoksa hak ettiğini mi? Doğrusunu sorarsanız, hangi tabiri kullanmamızın çok da önemi yok galiba, çünkü yarım milyonu aşan koca bir köydür orası. Askerlik görevimi yaptığım seksenli yıllarda öyle idi. Maalesef hala öyledir.
2010 yılı Kurban Bayramı tatili, Hükümetin bonkörlüğü sonucu on güne çıkınca, yarım milyonluk o dev köyü bir kez daha görme imkanı buldum ailemle birlikte. Diyarbakır Şehri, keyifli ve ilginç seyahatimizin ilginç bir durağı olacaktı. Başlangıçta gezi programımızda yoktu orası. Nedense, orayı son anda gezimize dahil etmiştik.
Yıllardır ne çok istemiştim öyle bir geziyi. Bölgede gerçekleştirdiğim askerlik görevim döneminde olduğu gibi uzunca süren memuriyet dönemimde de gezememiş, görememiştim o harika yerleri. Ancak, şimdi tam zamanıydı. Silahlar susmuş, memleketimizin bu yöresi de seyahat edilebilir hale gelmişti benim için. Van Gölünü, bir sevgili eş gibi, kollarını açarak saran güzel Tatvan’daki bir günlük molayı müteakiben, orada öğretmen olan kızım ile Bingöl’deki bir okulda idareci olan biraderimle takviye olan ailemin sevgili bireyleri, arabayı tıka basa doldurmuşlardı. Bin kere Maşallah!
Baykan, Batman derken Hasankeyf’te bulmuştuk kendimizi. Hasankeyf…. Hasankeyf. Her köşesi tarihe tanıklık etmiş, birbirinden ilginç eserlerle donanmış Hasankeyf. Yakın bir gelecekte büyük kısmı barajı besleyecek sulara teslim olacak ve bize veda edecek o güzelim yapıtlar, yaklaşan ayrılığın acısını yansıtıyordu sanki. Ebediyete intikal etmeden önce sakinlerine kazandırıyor … kazandırıyordu. Biz, o şaheserlerin her biriyle yakından ilgilendikçe hayranlığımız bir kat daha artıyordu. Resimlerle o kısa anları ölümsüzleşmeyi de ihmal etmiyorduk doğal olarak.
Seyahat ettiğim her yerin en bilindik yemeğini ne yapıp edip yemeden oradan ayrılmam. Huyum kurusun böyleyim ben işte. Değişemem ki. Hasankeyf’te de aramıştım o sorunun cevabını. Ancak, ilginç bulduğum bir yemek adını veremedi konuştuğum insanlar. Belki de yanlış kişilerle hasbıhal etmiştim. Her zaman arabamın arkasında taşıdığım küçük mangalım ve piknik sepetimi hatırladım birden. Yörenin etleri de lezzetli olduğuna göre, mangal yakmak doğru bir karar olacaktı. Kasapları sorduğumuzda, üç yer tarif ettiler. Konuştuğumuz ilk iki kasap dürüst davranarak ellerinde koyun etinin bulunmadığını söyledi. Üçüncü kasap olumlu cevap verince rahatlamıştık. Fiyatlar Karadenize göre bir hayli ucuzdu. Düşük fiyatları görünce iki buçuk kilo et alıp Midyat’a doğru yola çıktık. Git..git ne bir gölge, ne bir ağaç vardı ufukta. Yapım halinde olan yolda toz yuta yuta gölgesinde oturacak bir ağaç bulmuştuk sonunda.
Kasaptan aldığımız etler, yenilir gibi değildi. Sert mi sert? Anlaşılan, yaşlı bir keçinin etini, koyun eti diye yutturmuştu bize Hasankeyf’li kasap. Etleri yiyemediğimize mi yansam, onu pişirmek için harcadığımız zamana mı? Böyle durumlarla karşılaşıldığında herkesin dediği gibi, “öbür dünyada hesabını sorarım” demedim ben. Ne mi dedim? “Ölmez de bir daha Hasankeyf’e yolum düşerse bunun hesabını sormazsam bana Zaza Ömer demesinler” dedim. Günü gelince gereğini yapacağımdan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Sahtekar kasabın kazığına rağmen Hasankeyf’lileri çok sevdim. Onlar, kendilerinden yüzlerce hatta binlerce yıl önce yaşayanların kurdukları o yüksek medeniyetin göstergesi olan harikulade eserlere sahip olmanın gururunu yaşıyorlardı. Ancak, bu yüksek medeniyete rağmen kendilerinin geri kalmışlık çemberini kıramadıklarından dolayı mahcubiyet yaşadıkları her hallerinden belliydi. Yaşadıkları dönemin ileri bir uygarlığını kurabilmiş eski ev sahiplerinin mirasından yararlanmaya çalışıyorlardı. Bunu kısmen de olsa başarabildikleri görülüyordu. Ülkemizin kaç yöresi yapabilmişti ki bunu? O nedenledir bütün bu övgüm.
Midyat ve Mardin’i anlatmak için henüz bir dil keşfedilmedi. İngilizcenin, iki yüz elli bin kelimeden oluşmuş dev bir dil olduğunu söylerler hep. O, yeterli olur mu acaba? Sanmam. İyisi, gelin biz yine, yüzlerce yıldır Arapçanın, Farsçanın ırzına geçtiği, sonra da batı dilleri tarafından tecavüze uğramış mağdur ve mazlum Türkçemizle anlatalım o güzel Mardin’imizi ve Midyat’ımızı.
Midyat’ta telkari dedikleri gümüş el işlemeciliğini hep duyarız. El emeği göz nuru harika gümüş takıların sergilendiği sıra sıra dükkanları görünce dalıverdik hemen. Ekibimizde hanımlar vardı ne de olsa. “Şu gümüşçü senin bu gümüşçü benim” derken akşam geldi çattı. Üstüne üstlük keseyi de boşalttırdı bize Süryani ustaların işlediği takılar. Neyse ki, kalan kısa zamanımızı TV dizilerin çevrildiği bir iki köşk ve sarayı gezmede kullanabildik. İlginçtir, küçük çocuklar, gezimiz esnasında bize yaklaşıyor, kimisi, ellerinde taşıdığı takıları satmaya çalışırken, kimisi de kısa bir tanışma faslından hemen sonra çaktırmadan harçlık istiyordu. Onları dilenciliğe alıştırmamak için bu isteklerini yerine getirmiyorduk. Ailelerinin bilgisi dahilinde mi yapıyorlardı bunu? Muhtemelen evet. Midyat’ın kalan kısmını bir başka zaman gezmek üzere çok merak ettiğimiz, görmek için sabırsızlandığımız Mardin’e gitmek üzere yola koyulduk.
Hiç bu kadar kararsız olduğumu hatırlamıyorum. Saat başı gezi rotamızı değiştiriyoruz. Arabamızdaki beş kişinin her birisi ekip amiri olmaya kalkışırsa olacağı bu işte. Kaosu sonlandırmak için inisiyatifi ele almayı aklımdan geçiriyorum, sonra “boş ver, gezinin keyfini çıkarmalıyım” diye düşünerek olayın seyrine bırakıyorum kendimi. Eşim Leyla Hanım, yeni bir rota çizmişti bile. Ona göre, geceyi Mardin’de geçirmektense Cizre’ye gitmeliydik. Bir buçuk yıl süren kaymakamlık görevimiz sırasında orada kalıcı dostlar edinmiştik. Kadim dostlarımız bizi davet edip duruyorlardı. Cizre ziyareti hep gündemimizde olmuştu. Günün birinde nasılsa gidecektik oraya. Düşündüğümüz gezi bugün neden olmasın ki?
Hava kararmıştı ve biz Midyat-İdil-Cizre rotasını izleyerek yolculuk yapıyorduk. Aman Allahım! Günün birinde gece saatlerinde İdil-Cizre Karayolunda seyahat edebileceğimi dünya bir olup söyleseydi inanmazdım. Cizre Kaymakamlığı görevim esnasında az şehit vermedik o körolası yolda. İdil İlçe Jandarma Komutanı olan Yarbay ile korumalarının tüm ısrarlara rağmen geç saatte o yolu kullanmakta ısrar etmesinden sonra arkadaşlarıyla birlikte şehit edildiğini daha dün gibi hatırlıyordum. Zifiri karanlıkta o yolda ilerlerken, eski dönemin sevimsiz olayları gözümün önünden bir film şeridi gibi akıp gidiyordu. PKK’nın silah bırakma sözüne ne kadar güvenilir? Memleketlerine gitmek üzere otobüse binen o otuz üç suçsuz günahsız vatan evladı, Bingöl yakınlarında pusuya düşürülerek şehit edildiğinde, bizim şu anda düşündüğümüz gibi düşünmüş olmalıydı. Tedirgin olmakla haklı değil miyim?
Hayatımın en zor dönemini geçirdiğim Cizre İlçesi yine çok ilginçti. Geçen zaman içinde gelişme göstermiş olmakla birlikte, oldukça kalabalık ve düzensizdi. Trafik allak bullaktı. Kaldırımların esnaf tarafından işgal edilmesi nedeniyle şehiriçi yolları yayalarla arabalar beraber kullanıyordu. Köylerden akıp gelen insanlar, şehri yaşanmaz hale getirmişti. Hareketli ticari hayat, zengin bir kitle yarattığı gibi fakiri de burada tutmaya sebep olmuştu. O gün Cizre sokaklarında gördüğümüz manzara bize Bangladeş ve Hindistan görüntülerini hatırlatmıştı.
Cizre’de o gece misafir kaldığımız Direkçiler Ailesince son derece yakın ilgi ve alakayla karşılanmış ve ağırlanmıştık. Türk misafirperverliği denen şey bu işte. O ziyaret ile biraz eskimiş dostluğumuzu tazelemiştik. Tüm ısrarlarına rağmen ziyaretimizi kısa tutmuş, sabah kahvaltısını müteakiben Silopi İlçesine gitmek üzere oradan ayrılmıştık.
Adil Kardeşimi görmek için gitmiştik Silopi’ye. Bana kardeşim kadar yakındı Adil Bey. Onunla yıllar önce Lisede birlikte okumuş, mezuniyetimizden on üç yıl sonra Beytüşşebap’ta karşılaşmıştık. Böyle idi dostluğumuzun hikayesi. Adil’in muhterem Pederi Şükrü Beyi bir kere daha görmek kısmet olmuştu o ziyaretimizde. Dünya fani derler ya, bundandır memnuniyetim. Seksenli yaşlara yaklaşmış Şükrü Bey’i dünya gözüyle bir kez daha görüşüp helâlleşmek mutlu etmişti beni. Direkçi Ailesinde gördüğümüz misafirperverliğin bir benzerini bir kez de Adil’lerde yaşadık. Bu iki aileden gördüğümüz yakın alaka bizi ziyadesiyle memnun etmekle birlikte mahcup da etmişti.
Mardin’e giderken yolumuzun üzerinde Nusaybin İlçesi vardı. Kaçak eşyanın cenneti diye bilinen Nusaybin. Oradan geçmek zorunda olduğumuzu duyan Leyla Hanım, kırılarak eksilen papatya tabak takımını tamamlayabileceğinden dolayı pek memnun olmuştu. Tabakları bulabileceği yerin adresini bile yanında taşıyordu. Şehre girince tabakların satıldığı çarşıyı bulmak zor olmadı. Ancak, öyle bir cinlikle karşılaştık ki, hayretler içinde kaldık. Tabaklar Fransa’daki fabrika tarafından üretimden kaldırılmış ve piyasada artık bulunmaz olmuştu. Kurnaz satıcı, çevredeki il ve ilçelerin tamamına adamlarını salmış ve piyasadaki bütün papatya markalı tabakları toplamış, böylelikle bu alanda tam bir tekel kurmuştu. Oldukça şık ve kullanışlı olan bu tabakları elinde bulunduran her ev hanımı, eksilen tabaklarını takviye etmek isteyeceğini iyi hesaplayan satıcının bu hesabı doğru çıkmıştı. Pek çok tüketici onu arıyordu artık. “Fiyatlar nasıldı?” dediğinizi duyar gibiyim. Elbette ki gerçek değerinin on misliydi yeni fiyatlar. Bizi de söğüşledi gözü açık zücaciyeci. Neyse ki, Leyla Hanım, çok sevdiği o süt beyazı papatya tabak takımını bir kez daha tamamlama zevkini yaşamış oldu.
Geç bir saate sarkan uzun yolculuğumuz sonunda nihayet rüyalar şehri Mardin’e varmıştık. İki günlük Mardin seyahatimize pek çok tarihi kilise, manastır, köşk, medrese, kervansaray, cami, çarşı gibi yerlerin gezilmesini sığdırdık. Başta Artuklar olmak üzere, bu güne dek ev sahipliği yapmış olduğu yirmi dört medeniyetin tamamının izlerini görmek mümkündür bu şehirde. Gördüğünüz her yapıda sarı kireç taşı büyük bir ustalıkla kullanılmıştır. Yumuşak yapısıyla kolaylıkla işlenebilmiş bu taş, yörenin mimarisinin temel yapı taşı olarak kullanılmış ve yöreye ap ayrı bir görünüm kazandırmış. Ancak, Mardin’e gidecek olanlara en az bir haftalık bir program yapmalarını tavsiye edeceğim. Mardin ve Midyat’a dağılmış pek çok harika eser için ayırdığımız o kısa süre hiçbir anlam ifade etmedi. Mardin ve Midyat’a doyamadık diyeyim, başka bir şeye söylemeye hacet yok zaten.
Bayramın ikinci gününe rastlayan dönüş yolculuğumuza sabah saatlerinde başlamıştık. Arabanın ön tarafında oturmuş elimdeki haritadan dönüş rotasını belirliyor, ailedeki diğer fertlere teyit ettiriyordum. Buna göre; Diyarbakır’ın Çınar İlçesinden sonra doğuya yönelerek Bitlis’e geçmeyi planlamıştık. Diyarbakır’da kahvaltı niyetine ciğer kebap yenildiğini hep duymuştum, ama onu yemek bugüne kadar kısmet olmamıştı. Bu ilginç uygulama Diyarbakır’da var olduğuna göre, onun ilçesi olan Çınar’da da olabilir diye düşünerek kahvaltı planımızı yapmıştık.
Çınarda her yer kapalıydı o sabah. Açık olan birkaç kahvehanede oturan birkaç müşterinin dışında minibüsüne yolcu bulma telaşını yaşayan orta yaşlı bir şahıs dolaşıp duruyordu. Yanında durarak kendisine niyetimizi aktarma fırsatı bulduk. Konuştuğumuz o şahıs, bayramın ilk günü gibi ikinci günü de her yerin kapalı olduğunu söyledikten sonra bizi ailece evine yemeğe davet ediyordu. Davetinde oldukça ciddiydi ve samimiydi. Ona göre, biz o ilçenin misafiriydik. Eğer yemek ihtiyacımızı çarşıdan karşılayamıyor isek, bunun çözümü evlerden birisine davet edilmekten geçiyordu. Misafirperverlik böyle bir şey olmalı. Bu gezimizin her safhası bize unuttuğumuz bazı değerlerimizi tekrar hatırlamamıza vesile oluyordu.
Teşekkür edip Diyarbakır’ın o meşhur ciğer kebabına nasıl ulaşabileceğimiz konusunda malumat alarak tekrar yola koyulduk. Diyarbakır güzergâhını seçmek, en çok yirmi kilometre uzatacaktı yolumuzu o kadar. Ne dersiniz? Ciğer kebap yemek için göze alınmaz mı bu kadarcık yol?
Diyarbakır’ın Sur Semti civarında idik. Önce arabamızı güvenli bir noktaya park ettik. Ciğerci lokantasını bulmak zor olmadıysa da onu yemek için kırk beş dakika beklememiz gerektiğini söylemişti ciğerci ustası. Öyle ise, çevreyi gezmek için biraz zamanımız vardı. Az ilerdeki kavşakta oldukça geniş bir kaldırım vardı ki, bu kaldırımda pek çok seyyar satıcı tezgahını sermiş müşteri bekliyordu. Çevresine göre daha hareketli olan o alanda kimimiz alışverişle meşgul iken, ben oradaki banklardan birine biraz oturdum. O esnada yaşlı ve beyaz sakallı birisi dinlenmek amacıyla yanı başımızda durdu. Elindeki ağır yükler nedeniyle duraklayan bu yaşlı adamla fırsat bu fırsat deyip hemen sohbete koyuldum. Kendisine “Zaza mısın yoksa Kırmanç mı” diye sormak ilk aklıma gelen şey oldu. Zaza olduğunu söyleyince ben hemen konuşmamı Zazacaya çevirdim. Yaşlı adam, yıllardır göremediği bir akrabasını görmüş gibi sevindi. Ayaküstü sohbeti koyulaştırmış ve uzatmıştık. Emekli olduğunu biri doktor, diğeri mühendis olan iki çocuğundan söz ediyordu. Yaşlı adamın beni en çok enterese eden sözleri Zaza ve Kırmançların birbirlerini hiç mi hiç sevmediğini söylüyor olmasıydı. Ona göre, iç içe yaşamalarına rağmen Kürtlerin kendilerini hiç sevmiyor, kendilerini adeta dışlıyordu.
En çok da Kürtlerin kendilerini alevi olmakla suçladıklarına içerlenmişti bu yaşlı adam. Yaşlıya göre, Kürtler, Zazaların alevi kökeninden geldiğini düşünüyormuş. Bu itham, hac görevini yapmış bu dini bütün adamı çileden çıkarmaya yetiyor artıyordu bile. Kendisine rahat olmasını, Aleviliğin bir ırk olmayıp, bir inanç sistemi olduğunu, mensup olduğu mezhebi değiştirilmesinin her bireyin iradesinde olduğunu, Alevi kökenden gelmiş olsalar da bu gün Zazaların büyük çoğunluğunun suni mezhebine mensup olduklarını anlatarak yaşlı adamı rahatlattım. Sohbetimden son derece memnun kalmış yaşlı adam, bizi evine davet etmeyi de ihmal etmedi. Belki bir başka zaman deyip vedalaştık.
Az ilerde altmışlı yaşlarda iyi ve temiz giyimli bir başka şahıstan Diyarbakır işi şalları nerede bulabileceğimizi sorduk. Adam, yolunun oradan geçtiğini, istememiz halinde oraya kadar kendisine refakat edebileceğimizi söyleyince birlikte takriben üç yüz metre yürüdük. Merakımdan mıdır nedir bilmiyorum ama rahatlık yine bana battı. Yine bir yolunu bulup o hassas konuya girdim. Tabiî ki “Zaza mısın, Kırmanç mı” şeklindeydi sorum. Adam, o şirin yöresel şivesiyle biraz da hiddetlenerek “Allah etmesin Zaza olam. Kırmançım tabi” dedi. Fakat, o adama göre neydi Zaza olmanın sakıncası. Kendisine “Beyefendi, ben de Zazayım. Zazalar o kadar kötü mü, niye kızdın?” diye sorunca, adam baltayı taşa vurduğunu anlamış olmalı ki, ezile büzüle “Yahu! onlar böyle karışık kuruşuk konuşuyor, onların konuştuklarından biz bir şey anlamıyoruz, onun için böyle dedim” diyerek kırdığı potu tamir etmeye çalıştı.
Kısa aralıklarla sohbet etme fırsatını bulduğum aynı şehirde yaşayan iki insanla yaptığım sohbetleri aynı kare içinde birleştirerek anlamlandırmaya çalıştım. Bu iki örnek, oldukça karmaşık bir konuyu açıklamaya elbette yeterli değildir. Ancak, Diyarbakır gibi Kürtlerle Zazaların içi içe yaşadığı yerlerde bu iki etnik yapının birbirleriyle sanıldığı kadar iyi ilişkiler içinde olmadığı, küçük de olsa bazı sorunlar yaşadıklarını his ettim o gün. Zazaların kendilerini Kürt olarak görmediklerini, bu iki toplumun kullandıkları dillerin farklı şive olmayıp, tamamen farklı diller olduğunu, bir arada yaşayan Kürtlerle Zazaların çok açık şekilde görebildiklerini Bingöl’de yıllar süren yaşamım döneminde de hep müşahede etmişimdir. Öyle ya, ben de Zazayım ve Kürtlerin konuştuklarından hiç anlamıyorum. Kürtler de benim konuştuklarımı hiç anlamıyor. Galiba, biz Zazaların Kürtlerle komşu olmanın yanında aynı ülkenin yurttaşları ve aynı dine mensup olmaktan başka ortak yanımız yok.
Diyarbakır’a has ciğer kebap, tek kelime ile harikaydı. Bir porsiyon yetmedi bana, ilave şişleri yetiştirdiler. Ustası: “Kuzu ciğeri, pul biber, Vallah, Billah ! yoktur başka sırrı” dediyse de ben inanmadım.
YORUMLAR
Ben de bir Çınarlı olarak teşekkür ediyorum; bizde hala eskimeyen çok değerler var. Çok güzel bir gezi yazısı olmuş, tarafsız, objektif...
Diyarbakır maalesef hala bir metropol köy... 2 MİLYON nufusuyla, geniş ovasıyla kayda değer hiç bir fabrika yoktur, Eskiden bir kaç resmi kurum merkezleri vardı onu da başka şehirlere gönderdiler.
Fakat kentimiz hala tarihiyle, insanlığıyla, doğal güzelikleriyle ayakta kalmaya devam ediyor. Yılarca olağan üstü bölge başkentliği yapmış, komşu kentlerden çok büyük göçler almış; yorgun bir kent haline gelmiştir.
Teşekkürler hocam, saygılarımla