- 575 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HÜSEYİN AĞANIN ÖĞRETMENİ
HÜSEYİN AĞANIN ÖĞRETMENİ!
Feodal yapı artık sosyoloji kitaplarında kaldı sanmayın. Daha çok Doğu Anadolu Bölgemizin bazı yörelerinde hüküm sürmeye devam eden bu yapı, artık zamanını tamamlayarak tarih sahnesine çekildi derken terörle mücadelenin bir yöntemi olarak devlet eliyle yeniden hortlattırıldı. “Devlet eli” aradığımız ifade şekli midir? Sanki bu ifade meramımızı tam olarak ifade etmeyecek gibi geliyor bana. “Yöredeki güvenlik birimlerinden bazıları, terörle mücadelede bu köhne yapıdan yararlanırken istemeden onun yeniden canlanmasına neden oldular” dersek daha isabetli olur sanırım.
XWQ Şehri çevrelerinde etkinliğini sürdüren Horan Aşireti, bu süreçteki en bariz örneklerden birisidir. Ünlü Aşiret hakkında yörede başta güvenlik olmak üzere eğitim, sağlık ve diğer alanlarda görev yapmak üzere gelen her kamu görevlisi, olumlu veya olumsuz çok şey duyar, duyduklarını bölgeye yeni atanan arkadaşlarıyla paylaşır. Memleketine gittiğinde de ailesi ve çevredekilere allandırarak ballandırarak anlatır. Anlatılanlar doğru ve yanlış duyumlarla beslenir, büyür ve kulaktan kulağa yayılır gider.
KTS İlçesinde görev yaparken, yıllar öncesinde yaşanan trajik bir olay dilden dile dolaşırken benim de kulağıma çalmıştı. Doğru olabileceği gibi tamamen dedikodudan da ibaret olabilir. Teyidi hiçbir zaman mümkün değil bu duyumların. Anlatılanlara göre; genç bir cumhuriyet savcısı, Horan Aşiretinin o dönemki reisine tutuklama kararı çıkarttırarak derdest edilmesi için kararını jandarmaya gönderir. Ancak jandarma, bölgedeki aşiretler arasındaki hassasiyeti gözeterek aşiret reisini, marabalarının arasından sökerek almanın ne denli riskli ve sakıncalı olduğunu bildiğinden kelepçeleyerek getirme yoluna gitmez. Bunun yerine karakola davet edilmesinin daha doğru olduğunu düşünür ve öyle yapar. Genç ve deneyimsiz savcı sabırsızdır, heyecanlıdır. Jandarmanın işi bilerek geciktirdiğini düşünür ve bunu kabullenemez. “Ben devletin gücüyüm” der ve harekete geçer. Yanına bir tim asker alarak Aşiretin obasını basar. Ancak bu baskına rağmen savcı, aşiret tarafından misafir olarak görülür. Gelenekler ve usuller dairesinde karşılanır. En önde aşiretin reisi olmak üzere seremoni için sıralanır aşiret mensupları. Genç ve toy savcı araçtan iner inmez aşiret reisinin kim olduğunu sorar. Reis bir adım ileriye çıkarak kendini tanıtınca bizim acemi savcı, ağaya okkalı bir Osmanlı tokadı atar; herkes çok şaşırır ve olduğu yerde donar kalır. Aşiret mensupları olanlar karşısında seyirci kalma niyetinde değildir. Tepkilerini göstermeye kalkışır kalkışmaz engellenirler ağaları tarafından. Pençelerini toy savcıya atmalarına ramak kala Ağa adamlarına müdahale eder. “Savcı Bey bizim misafirimizdir. Bize tokat atmakla kalmayıp derimizi bile yüzse kapımıza şeref vermiş bir devlet adamına elimiz kalkmaz” der.
Acemi savcının affedilemez o fevri davranışı, o gün ağanın olgun davranışı sayesinde ucuz atlatılmıştır. Verilecek küçük bir karşılık askerlerle aşiret mensupları arasında büyük bir çatışmaya neden olabilirdi maazallah! Telaffuzu bile korkunç olacak ama o gün pek çok şehit ve ölü vermek içten bile değildi. Aşiretin o günkü sabrını hayra yormanın yanlış olduğunu yörede hüküm süren feodal yapıyı birazcık bilen herkes kolaylıkla anlayacaktır. Ne surette olursa olsun intikamlarını alacaklarına kalıbımı basarım.
Evlerine kadar gelmiş birisine şiddetle karşılık vermeyi töreleri kabul etmez. O zat, ağalarına hakaret etmiş bile olsa hanelerini ziyaret etmiş bir misafir sayılarak saygı görmüştür. Ancak yalnızca şimdilik! O hareketin karşılığı misliyle verilecek er geç. Ama başka bir zamanda ve başka şartlarda!
Gözü dönmüş ağa ve adamları, maruz kaldıkları muamelenin karşılığını nasıl vereceklerini planlamaya başlamışlardır çoktan. Savcıyı takip edecek, bindiği araca pusu atarak savcıyı katledecek ve intikamlarını böylelikle alacaklardı. İşin planlanması biter sıra uygulama safhasına gelir nihayet.
Ağanın adamları kalleşçe hazırlanan planlarını uygulamak için tetikte beklerken bekledikleri ihbarı alırlar. İhbara göre; savcı, asker dolu bir araçla adli göreve gitmek üzere yola çıkmıştı. Aşiretin kural tanımaz vahşi adamlar için ağalarına tokat atarak onu aşiret mensupları arasında küçük düşüren savcının mutlak surette ortadan kaldırılarak cezalandırılması gerekir. Bunun için suçsuz günahsız birçok Mehmetçiğin de boş yere hayatını kaybetmesi hiç önem taşımaz. Onların nezdinde ağaları peygamber mertebesindedir.
Sinsice planlarını uygulamak üzere sabahın erken saatlerinde arazi şartlarının mahkûmiyet yarattığı bir vadide yolun her iki tarafına pusu kurarlar. Ellerinde uzun namlulu kalaşnikof silahlar vardır. Askeri araç görünür görünmez caniler kinlerini kusacak ve askeri aracı çapraz ateşe tutacaklar. Araçtaki güvenlik görevlilerin karşılık vermelerine imkan bulunmayan bir yer seçilir eylem için. Plan, hain ve sinsicedir. Uygulama da öyle olacaktır. Savcının cezalandırılması aşiretlerinin ve ağalarının iade-i itibarı anlamına gelecektir. Araçta kimlerin bulunduğu, bulunanların olayla ilgili olup olmaması, onlar için hiç mi hiç önem taşımaz.
Gözü dönmüş canilerin av olarak bekledikleri araç ufukta görünür nihayet. Araç yaklaşırken eli kanlı cahil caniler, elleri tetikte az sonra günahsız vatan evlatlarının akacak kanlarının vebalini hiç düşünmeyecek kadar akıl ve izandan yoksundur. Bekledikleri vakit gelmiş ve avları ateş menzillerine girmiştir artık. Aynı anda iki karşı yamaçtan çapraz ateş açmaya başlarlar. Araçta bulunan biri yüzbaşı rütbesinde olmak üzere tam yedi vatan evladı kan revan içindedir. Pusu bölgesine hızla girmiş askeri araç hem önden, hem iki yandan, hem de arkadan sayısız miktarda kurşun almıştır. O araçtan sağlam insan çıkması mucizelere kalmıştır ne yazık ki. Maalesef mucize gerçekleşmemiş ve yedi vatan evladı şehit olmuştur.
Cezalandırmak istedikleri savcı, o gün pusuya düşürülen araca binmemiş ve katledilmekten kurtulmuştur. Şimdi sıra olay yerinden hiçbir iz bırakmadan uzaklaşmak ve olayı PKK’nın üzerine yıkmaya gelmiştir.
Dilden dile dolaşarak günümüze ulaşabilen o vahim olay, o yıldan bu yana faili meçhul kalmış ve resmi kayıtlara PKK eylemi olarak tescil edilmişti. Faili meçhul kalan bu olay, halk arasında her ne kadar bütün teferruatıyla biliniyor ve anlatılıyorsa da, gerçek şekliyle aydınlatılması hiçbir zaman mümkün olamamıştı. Ne aşiret yetkililerinden ne de haricen birileri resmi mercilere olayın aydınlatılması yönünde hiçbir bilgi intikal ettirmemişti. Aşiretin çevreye saldığı korku ve baskı bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da olayın aydınlatılmasına fırsat vermeyecektir.
Resmi kayıtlara fail olarak geçmemiş olsa da, halk arasında yedi Mehmetçiğin katili olarak bilinen ve lanetlenen o aşiret, yıllar sonra saf değiştirmişti. Öyle ya, şartlar artık değişmişti. PKK denilen melanet, azdıkça azmış ve aşiretin yeni rolüne adeta fırsat yaratmıştı. Aşiretin reisinin vefat etmesi ve yerine oğlu Hüseyin’in geçmesi bu operasyonu daha da kolaylaştırıyordu. Hüseyin Ağa da tıpkı babası gibi liderlik vasfına sahip, aşireti üzerindeki egemenliğini pekiştirmek ve aşiretini rakip aşiretlere göre birkaç adım ileriye taşımak için yeni şartları kendi lehine kullanma becerisini gösterebilen biriydi.
Yeni ve genç ağa, hiç vakit kaybetmeden girişimini yapmıştı. Askeri güçlere: “PKK’ya karşı sizinle birlikte olacağız, ancak başta aşiret ağası olarak ben ve pek çok aşiret mensubumuz aranmaktadır. Bizi yakalayarak adli mercilere teslim etmemeniz halinde ittifakımız devam edecektir” demişti. Öneri, azgın teröre darbe vurabilecek imkanlar veriyordu güvenlik birimlerine. Bu önerinin yöredeki askeri yetkililer tarafından üst askeri makamlara, oradan da daha üst makamlara götürülerek kabul görmüş olması kuvvetle muhtemeldir.
Artık Horan Aşireti devlet yanlısı, devletin her kademesinde dost olarak kabul gören bir konumdaydı. Bu durum, onun için diğer aşiretler karşısında ayrıcalıklı olduğu anlamındaydı. Yörede sözü dinlenen ağa da pek tabidir ki Horan Aşireti Ağası olan Hüseyin Ağa idi. Hüseyin Ağa, bu yeni dönemde paşalarla görüşür, helikopterlerle seyahat eder olmuştu. Onun, kanunlar karşısında aranan birisi olduğuna artık kimse bakmıyor, ona yakın olmak kamu görevlileri için bile avantajdı artık. Onun desteğini alan subay ve astsubaylar, daha rahat terfi edebiliyor, daha iyi yerlere atanabiliyordu.
Onun konumunda kim olmak istemez ki. O, genç yaşında hiç ummadığı kadar büyük bir güç ve erke sahip olmuştu. Bunun keyfini çıkarmak olmaz mı hiç? Aksini düşünmek Hüseyin Ağaya haksızlık sayılmaz mı? Birilerinin tavsiye ve telkinlerinden mi, yoksa aşiretçiliğin geleneklerinden miydi bilmem, ama ağa, resmi mercilere saygıda kusur etmiyordu. Belki de öyle gözüküyordu yalnızca. Aranan bir şahıs olduğunu dikkate alarak hükümet konağına hiç gelmiyordu. Ne de olsa onu yakalama ve tevkif etmekle yükümlü ve yetkili olan savcılarla hakimler oturuyorlardı o konakta. Onların gözü önünde güpegündüz elini kolunu sallayarak hükümetin o muhteşem konağına gelmek, onlara meydan okumak anlamına gelmez miydi? Hüseyin Ağa tevazuyu elden bırakır mıydı hiç? Ona yakışır mıydı devletin sıradan yetkililerini büsbütün ezmek. O, en üst düzeyde zaten yeteri kadar ilgi ve itibar görüyordu. KTS’taki bir iki genç kamu görevlisine kendini ispatlamanın hiç gereği yoktu. İlçeye geldiğinde doğrudan komando taburuna gider, orada ağırlanır, işlerini oradan takip ettirirdi. İşleri için tabur komutanı bile kamu kuruluşlarına telefon ederek yardımcı olurdu. Onun özel işleri devletin işleri haline gelmişti.
Hüseyin Ağanın Aşiretinde herkes korucuydu. Eli silah tutan her erkekle beraber kadınlar da korucu yapılmıştı. Kadınların koruculuk yapması yörede kabul gören bir uygulama olmamakla birlikte ailelere daha fazla maddi imkan yaratmak içindi bu uygulama. Yani anlayacağınız Horan Aşiretinin on sekiz yaşından büyük, yetmiş yaşından küçük olup nüfusa kayıtlı olan bütün bireyleri korucu olarak tescil edildikleri için devletten para alabiliyorlardı. Bu durum, ilk bakışta çarpık gibi görünse de hakkaniyete pek de aykırı değildi. Çünkü terör korkusu yüzünden çiftçilik terk edilmiş, uçsuz bucaksız otlakıyelerde artık koyun sürüleri otlattırılamaz olmuştu. Her ailede on veya daha fazla çocuğun aş- ekmek beklediği bir ortamda üç kuruşluk korucu maaşlarıyla geçim yapmak zordu. Geriye tek çare kalıyordu. Ailede kim varsa korucu olarak görevlendirilecek, böylece her aileye birden fazla maaş girmiş oluyordu. Tabi ki, ailelerin ağaya ödedikleri aidat da bu oranda artıyordu.
Kendi aşireti içinde zaten var olan mutlak hakimiyetini pekiştiren Hüseyin Ağa, artık diğer aşiretlerce de sayılır, sözü dinlenir hale gelmişti. Onun desteğini alan aşiretler devlet nezdinde de aklanıyor, Terör Örgütüne destek verdikleri gerekçesiyle kolaylıkla suçlanmaktan kurtuluyorlardı. Sistem böyle çalışınca, yöredeki her aşiret Hüseyin Ağaya boyun eğmekten başka çıkar yol olmadığını görüyor ve ona kayıtsız şartsız itaat etmek zorunda kalıyordu.
Anlı şanlı Hüseyin Ağanın en göze çarpan bir diğer özelliği de hiç Türkçe konuşmamasıydı. Onu ziyaret eden devlet görevlileriyle Kürtçe konuşur, yanındaki yeğeni çeviri yapardı. Kendisiyle görüşenler yabancı bir devlet görevlisiyle konuştuğu hissine kapılırdı. Konuşulanı anladığı için tercümeye gerek duyulmuyor, ancak cevabı Türkçeye çevrilir ve görüşme böyle devam eder giderdi. Bu acayip durumu fark eden zamanın Valisi Şahap Turgut, ilçe kaymakamı olmam hasebiyle beni aramış ve garip bir emir vermişti. Söylediği şey her ne kadar tavsiye niteliğinde idiyse de valinin tavsiyeleri idari geleneklerde emir telaki edilir her daim. “Kaymakam Bey, şu Hüseyin Ağaya bir türlü Türkçeyi öğretemediniz, adam her gelenle tercüman aracılığıyla görüşüyor. Yahu ayıp bir durum bu! Koca Devlet bir adama Türkçe öğretemez mi? Kendisine Türkçe öğretmek için tahsis edebileceğiniz fazla öğretmeniniz yok mu? Eğer öğretmeniniz yoksa isteyin gönderelim.” diye tavsiyede bulunuyordu Sayın Valimiz. Fazla öğretmen olmaz mı? Hem de istemediğiniz kadar. Küçük mezralara atanan pek çok öğretmeni güvenliği sağlanan yerlerde toplamıştık. Bu öğretmenlerin büyük kısmı okutacak sınıf ve öğrenci bulamadığından dolayı atıl durumda oturuyordu. Hüseyin Ağaya tahsis edilecek bir değil, bir düzine öğretmen görevlendirmek pekâlâ mümkündü.
Genç, idealist ve okutacak çocuk arayan bir öğretmeni makamıma çağırmıştım bu garip talimatı aldığımda. Genç öğretmen yanıma gelince gözleri fırıl fırıldı. Heyecanı kendisine körpecik çocukların verileceğini ummasındandı her halde. Bilemezdi ki kırk yaşlarında koca bir cahilin kendisine teslim edileceğini. Yan da kendisinin koca ve cahil bir adama teslim edileceğini. Biraz şaşkın ve hayretle karşılamış olsa da kendisine verilen görevi itiraz etmeden kabullenmişti gariban öğretmen.
Bu tuhaf görevin üzerinden günler, haftalar geçiyordu. Bazen Sayın Vali, gülerek “Nasıl gidiyor Hüseyin Ağaya Türkçe öğretme işiniz” diye takılıyordu bana. Şakayla karışık soruları aynı üslupta cevap vererek geçiştirirken, öğretmen kapıma dayanmıştı bir gün. Öğretmeni layık-ı veçhile karşılamış, izzet-i ikramda kusur etmemiştim. Ne de olsa Koca Hüseyin Ağanın öğretmeniydi o. Vali Beyin bana her görüşmemizde sorduğu soruyu bu kez de ben ona soruyordum “Hüseyin Ağaya Türkçe öğretme işi nasıl gidiyor?”
Soruma muhatap olur olmaz görevden affını isteyen öğretmen beni çok da şaşırtmamıştı. Meslektaşları ve amirleri arasında alay konusu olduğunu, herkesin kendisini alaylı ifadelerle “Hüseyin Ağanın Öğretmeni” diye çağırdığını söylüyordu. Durumdan ziyadesiyle rahatsız ve üzgündü genç öğretmen. Her türlü göreve hazır olduğunu, ancak bu acayip ve onur kırıcı görev için kendisini daha fazla rencide etmemiz için adeta yalvarıyordu. Gerekçelerini sıralarken çok önemli bir tespitte daha bulunuyordu. Ona göre; Hüseyin Ağa Türkçeyi anladığı gibi konuşabiliyordu da. Ancak nedense konuşmaktan kaçınıyordu. Türkçeyi konuşmayı öğrenmek değildi sorunu. Kendisini konuşmaktan alıkoyan nedeni ne ise onun ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Genç öğretmenin tespiti kafamı karıştırmakla birlikte görevden affını isterken ileri sürdüğü gerekçesi de bir hayli üzmüştü beni. Gerçekten, öğretmene haksızlık ettiğimizi anlamış ve pişmanlık duymuştum. Görevi iade ederken söyledikleriyle, bana ve uygulamanın asıl sahibi valiye iyi bir ders vermişti. Hatamızın farkındaydım. Bu sebeple o genç öğretmenden özür dilemiş ve o güne dek gösterdiği çaba ve sabırdan dolayı teşekkür etmiştim.
Hüseyin Ağanın Öğretmenine yol vermekle birlikte söylediği şey içimi kemirmeye başlamıştı bile. İddianın peşine düşmüştüm artık. O gerçekten Türkçe konuşmayı biliyor muydu? İnsan bildiği dili konuşmaktan neden kaçınsın ki? Çok geçerli bir sebebi olmalıydı bunun. Bu gizemli sebep ne olabilirdi? Bu cevabı bilse bilse ona çok yakın olan askerler bilir diye düşündüm. Bunu anlamak için, onunla en çok görüşen İlçe Jandarma Komutanı Üsteğmen Raci Bey ile konuşmaya karar verdim. Komutana Öğretmenin tespitini aktarır aktarmaz tereddüt etmeden doğrulamıştı. Komutana göre de Hüseyin Ağa, Türkçe konuşulanları anladığı gibi konuşabiliyordu da. Ancak mükemmel konuşamadığı için karşısındakilere karşı küçük düşeceğinden endişe duyuyordu. Bozuk şivesinin kendisini aşağılayabileceğini, kendisini ifade etmede zafiyet yaşayabileceğini düşündüğünden en iyi kullandığı dil ile kendisini ifade etmeyi tercih ediyordu. Örneğin, ikram tekliflerine “Vallah, Billâh ekmek de yemişem, çay da yemişem, öyle gelmişem komutanım” gibi cevaplar vererek küçük düşenlerin akıbetine uğramak istemiyordu. Görüşmelerinde kendisine tercümanlık yapan yeğeninin desteğinden yararlanma imkânını kullanarak yaptığı gafları gizleyebiliyordu. Ayrıca, eşit statü içinde görüşen iki yabancı diplomatın görüşme statüsü gibi bir statüye sahip oluyordu Hüseyin Ağa muhataplarıyla.
Duyum, gözlem ve tespitlerimi vali bey ile paylaştım. İlginç ve makul bulmuştu tespitlerimi deneyimli valimiz. Ben ve Sayın vali, özür borçlu olduğumuz “Hüseyin Ağanın Öğretmeni” sayesinde o tilki kadar kurnaz aşiret ağasının fendine daha fazla boyun eğmekten kurtulduk. Ayrıca da genç öğretmenimizi tevdii ettiğimiz o anlamsız ve gereksiz görev ile üzdük ve rencide ettik galiba. Onunla tekrar karşılaşmak isterdim, belki bu sayede bir kere daha kendisinden özür dileme fırsatı bulur ve kendimi af ettirmiş olurum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.