- 703 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
VETERİNER HEKİM MEHMET AKİF ERSOY
VETERİNER HEKİM MEHMET AKİF ERSOY
Mehmet Akif Ersoy’u bilmeyen yoktur. En az yılda iki defa anılmaktadır.
Biri her 18 Mart gününde Çanakkale deniz zaferinin kutlandığı günde, ikincisi de İstiklal marşının T.B.M.Meclisinde kutlandığı 12 Mart 1921 gününde anıldığı zaman.
Mehmet Akif Ersoy yalnız asrımızın değil, tarihimizin en büyük destan şairidir.
Şairimizin din aşkı ve vatan aşkı ile yandığını her kez bilir.
Mehmet Akif milletini ve dinini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şair tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı, vatanperver bir Türk şairidir. İstiklâl Marşı şairi olması bakımından da "Millî Şair" ismini almıştır.
Onun, bu unvanı tek başına bir insanın, mensubu olduğu milletten alabileceği en büyük ödül ve paye olmuştur.
“Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazılacak günleri göstermesin. ”Dediğini hepimiz biliyoruz. Onun çok vasıflı bir kişiliğe sahip olduğunu biliyoruz.
Ancak ne hikmetse, Akif’in veteriner hekimliği üzerinde yeteri kadar durulmadığını görüyoruz. Onun bu kişiliği üzerinde durmak istiyorum.
19. yüzyılın son çeyreği, Osmanlı Devleti’nin müspet ilim alanında hamle yaptığı yıllarıdır.
II.nci Abdülhamid Han zamanında birbiri ardından hizmete giren ilim yuvaları, yurtta ilim ve tekniğe yönelen kalplerin sayısını arttırıyordu. Bu çabaların en verimli olduğu alanlardan biri de veteriner hekimlik alanıydı.
Pasteur’un 1885 yılında kuduz aşısı tatbikatını duyurmasından sonra, ülkemizden üç kişilik bir bilim heyeti, Pasteur Enstitüsüne Osmanlı Devletinin maddi armağanları ile birlikte tebriklerini götürmüştür. Osmanlı Devleti 1887 yılında Dünyanın üçüncü Kuduz müessesesini bu temaslar sonunda kurmuştur. 1893 Yılında ilk veteriner mektebi açılmıştır.
Akif bu mektebin ilk öğrencilerindendir. Okulunu birincilikle bitirmiştir. 1908 yılında ilk kurulan veteriner derneğinin başkanı olmuştur. Yine ilk veteriner dergilerinden biri olan “Mecmua’yı fünun’u Baytariye’nin yayın kurulu üyelerindendir.
Mehmet Akif’in önderlik ettiği mesleki derneklerden bir diğeri de, “Baytar Mektebi Alisi Mezunin Cemiyeti” dir. Bu cemiyetin yayın organı da Akif’in yönetimindeydi.
Veteriner İşleri Genel Müdür Yardımcılığına kadar yükselen meslek hayatı, yirmi yıl kadar sürmüştür. 20 Yaşında iken 710 kuruş aylıkla, Ormanlar ve Madenler Bakanlığı Ziraat işleri fen heyeti 5. Şube müfettişi muavinliğine tayin edilmiştir.
Görev yeri İstanbul olmasına rağmen, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır. Buralardaki çalışmaları onun görüş ve düşünceleri şiirlerine yansımıştır.
Mehmet Akif, şiir yazmaya Baytar Mektebi’nde öğrenci olduğu yıllarda başlamıştır.
Akif düşüncesinin bir ucunda bilim ve teknik, diğer ucunda, memleket gerçekleri vardı.
Bir şiirinde şöyle diyordu:
“Köylünün bir şeyi yok, sıhhati ahlakı bitik,
Bak o sırtındaki mintan bile, tiftik tiftik,
Bir kemik bir deridir ölmedi kaldıysa diri.
Nerde evvelki refahın acaba onda biri?”
Mehmet Akif, halkın yaralarını sarmak için hemen harekete geçmek gereğine inanır.
Bu yolda mesleğine de büyük güven duyardı.
Safahatında dile getirdiği Köse İmamla konuşmasında şöyle diyordu.
“ Kimi bid’atçı diyor…
Duyduğum en çok bunlar,
Daha var mıydı imam?
Var ya, unuttum Köse.
Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış,
Beni dinler misin evlat? Yine kabilse çalış,
Çünkü bir tecrübe etsen, senin aklın da yatar,
Bize insan hekimliğinden daha lâzım baytar.
Onun mesleğine olan sevgi ve ilgisi ömrünün sonuna kadar sürmüştür.
Ölümünden bir yıl önce Mısır’dan Pendik Bakteriyoloji Laboratuvarı Müdürü Şefik Kolaylı’ya yazdığı mektuplarda, müessese hakkında bilgi ve fotoğraflar istiyor. Genç veterinerlerin mesleğe atılırken, bu laboratuvarlarda muhakkak eğitime tabi tutulmalarını istiyordu.
Akif’in 63 yıllık ömründe, özellikle gençlik ve olgunluk yıları, köy, köylülük, tarım ve hayvancılığın ön planda olduğu yurt kalkınmasının meseleleri ile dopdolu geçmiştir.
20 Yıllık memuriyetine şu olay üzerine son vermiştir.
Akif, Veteriner İşleri Müdür yardımcısı iken, Müdürü Abdullah Efendi haksız yere görevden alınmış.
Akif “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” İnancındaydı.
Haksızlığa tahammül ettiği ve hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu görülmemiştir. İşte bu yüzden Müdürünün haksızlıkla görevden alınmasına tahammül edememiştir. Ona yapılan haksızlığın kendisine yapılmış olduğu düşüncesinde olduğu için istifa etmiştir.
İstifa dilekçesini şöyle yazıyor.
“ Ticaret ve Ziraat Nezareti(Bakanlığı) Celilesi’ne,
Devletli Efendim Hazretlerine.
Umur-ı Baytariye Müdürü (Veteriner İşleri Müdürü) Abdullah Efendinin yerden göğe kadar haklı olduğu baktoriyoloji hane meselesinden dolayı azli üzerine, acizleri memuriyetinden sureti katiyede istifa ediyorum. 11 Mayıs 1329. (1913)
Günümüzde mevki ve makam peşinde koşanların birbirini ezip geçtiği, olmadık iftiralar attığı, oyunlar kurduğu göz önüne alınırsa, Mehmet Akif’in bu tavrı daha da anlam kazanmakta ve abideleşmektedir.
İşte Mehmet Akif farkı burada, şu şiirinde ifadesini bulmaktadır.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim,
Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Tarım Bakanlığı Ziraat Genel Müdürlüğünce, Personel Müdürlüğüne hitaben yazılan 4.07.1936 tarih ve 808 sayılı yazıda; Mehmet Akif’in Öğretmen iken 1920 de, Millet Vekilliğine seçildiği ve o zamana ait sicil kayıtlarının gönderildiği belirtilmektedir.
Mehmet Akif artık Burdur Millet Vekilidir. Ankara ya yapacağı seyahatini sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ile yakın arkadaşı Eşref Edip beylere haber verir.
Kendileriyle bir sır verir gibi konuşur.
Der ki; “ Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak gerekir. Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar. Ben yarın Ankara ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın.”
Ankara yolculuğuna oğlu Emin Beyle çıkar. Emin Beyin hatıralarında belirtildiğine göre, trenden iner inmez doğruca Meclis’in önüne gelirler. Bu sırada bir ziyarete gitmekte olan Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal Paşa Akif’i görünce yaklaşır;
“Sizi bekliyordum efendim. Tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak, ben size ziyarete gelirim.” Der.
Akif Ankara ya geldikten sonra Hacı Bayram camiinde vaaza başlar.
Milli mücadeleye katkısı olabilecek şekilde bazı kentleri dolaşır. O kentlerde konuşmalar yapar. Kuvayı milliye’nin bir ittihatçı hareketi olmadığını anlatır. Eğer vatanı kaybedersek gidecek yerimiz kalmayacağını anlatır. Bu savaşın dine ve halifeye hıyanet için yapıldığını anlatır. Aksine milli mücadelenin bir savaş olduğunu bu savaşa katılmanın dinen farz kılındığını anlatır. Onun bu konuşmaları halk üzerinde çok etkili olur.
Mehmet Akif Ersoy dindar olduğu kadar, milletinin refahı ve özgürlüğü için de mücadele
etmiştir. O bağnaz bir dindar değildi. Dinin sakalda bıyıkta olmadığını savunuyor, Kur’an da Allah’ın emrettiği şekilde yaşanmasından ve yaşatılmasından yana olduğunu savunuyordu.
Memleket ve vatanı için, ömür boyunca mücadele etmiş bir vatanperver idi.
Cephe gerisinde durmadan usanmadan askere moral vermeye çalışmıştır. Uyuyan milleti uyandırmak, onlara moral vermek, güç ve kuvvetlerine kuvvet katmak için, kalemiyle, şiiriyle, cami kürsülerinden verdiği vaaz ve nasihatlerle destek olmaya çalışmıştır.
Sizlere bir fikir vermesi açısından bir vaazından alıntılar yaparak devam etmek istiyorum.
Bu vaazında şöyle diyordu:
“Bugün dünyada milyonlarca Müslüman var, ne acıdır ki, hiç birinin istiklâli yok. Yalnız biz istiklal sahibiydik. Ama biz de yüzyıllardır elde ne varsa yabancılara verip geri çekiliyorduk. Bunun sebebi dinimiz midir?
Haşa İslamiyet, hayatı, aklı, mantığı, zamanın icaplarını reddetmez. Ama batı dünyası ilim ve fende ilerlerken biz Müslümanlar ne yaptık? Her şeyi Allaha havale edip, tembellik, cehalet ve bağnazlık içinde donup kaldık. Diye serzenişte bulunuyordu.
Bu hususta, büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk de aynı şeyleri söylemiyor muydu?
İslam dini ölüler dini değildir. “Kur’an mezarlıkta kabir başında okunmak için indirilmemiştir.” Diye gerçek dinin ne olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Kur’anı kerimdeki; “ İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?” mealindeki bir ayetten esinlenerek bakın ne diyordu.
“ Ya Rap bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi bi-çarelerin yoksa felahı!
Nur istiyoruz sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun.
UYAN Şiirinde de:
“Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayatın senin, ey Müslüman!
Kurtar o biçareyi Allah için,
Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştanbaşa,
Sen yine bir kere kımıldanmadın!
Başka bir şiirinde de:
“ Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile..
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile!
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan,
Hey sıkılmaz, ağlamazsan bari gülmekten utan.
Diye serzenişte bulunuyordu.
Söz buraya gelmişken konumuzla pek alâkalı değil amma bir hususu belirtmek isterim.
Mehmet Akif Ersoy’un, Atatürk’e karşı imiş gibi gösterilmeye çalışılması kasıtlı bir düşüncenin ifadesidir.
Eğer Atatürkle aralarında böyle bir fikir ayrılığı olsaydı, Atatürk Kur’an’ın tercüme işini Akif’e verir miydi?
Atatürk’ü, Din düşmanıymış gibi göstermeye çalışmak ne kadar saçma ise bu da o kadar saçma bir fikirdir.
Diyorlar ki; Atatürk Kur’an tefsir işini Mehmet Akife verdiği zaman, güya o, Atatürk’ün kurduğu lâik düzene karşıymış, bu teklifi onun için kabul etmemiş ve Mısır’a kaçmış.
Diyelim ki doğru, peki, Diyanet İşleri BŞK.LIĞI yapmış olan ve bu görevi kabullenmiş olan Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır bu kötü niyeti fark etmedi mi? Akif ile yaptığı iş birliği gaflet miydi?
O ne tür bir şerdi ki, Akif alet edilecekti de Elmalılı alet edilmedi.
Kur’an’ın tercüme ve tefsiri kolay bir iş değildi. Akif iyi bir edip ve şairdir. O Kur’an’dan etkilendiği içindir ki, şiirlerinde tasavvufa büyük yer vermiştir.
O, her zaman Büyük önder Atamızın yanında yer almıştır. Atatürk için söylediği şu sözlerine bakın.
“ Mısırda on bir yıl kaldım. Eğer on bir saat daha kalsaydım çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi?
İnsanlıkta Türkiye de, milliyetçilikte, eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin.
İşte, Akif’in Atatürk’e karşı duyduğu sevgi ve saygısının kanıtı budur.
Yayımlanan ilk şiiri Kur’an’a Hitap başlığını taşır. 1908’den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri’ne“ yazdığı destandır. Bu destanı gözyaşları içinde ağlayarak yazmıştır. Çanakkale savaşının cereyan ettiği zamanda o Çanakkale de değildi. Ama savaşın şiddetini iliklerinde hissediyor. Bu savaş kazanılmazsa Türk Milletinin istiklalini hürriyetini de kaybedeceği endişesini taşıyordu. Kaynaklara göre Mehmet Akif bu duygular içinde abdestini aldı.
İki rekât namaz kılmak için kıbleye döndü. İkinci rekâtın secdesine vardığı zaman yirmi dakika secdeden başını kaldırmadı. Ağlıyordu. O kadar ağladı ki, gözyaşları kumları ıslattı. Sakallarına yapışan kum taneleri vardı. Çanakkale destanını bu duygular içinde yazmaya başladı.
Şöyle sesleniyordu koca usta!
Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış, ufacık bir karaya,
Öteden saikalar parçalıyor afakı,
Beriden zelzeleler kaldırıyor amakı,
Bomba şimşekleri inip her siperin,
Sönüyor göğsünün üstünde o Arslan neferin.
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdat inerek öpse, o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor TEVHİD’İ…
Bedri’n Arslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
Diyerek Çanakkale de şehit olan Mehmetçiğin Bedir savaşındaki şehitlere denk olduğunu belirtmiştir.
Bakara suresinin 123-125- ayetlerinde Yüce Mevlâ şöyle diyordu. “Ant olsun ki; Siz düşkün bir durumda iken, Bedirde, Allah size yardım etmişti. Allah’tan sakınınki şükredebilesiniz. İnananlara: “Rabbiniz tarafından gönderilmiş, üç bin melekle yardım etmesi, size yetmeyecek mi?” Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize gelirlerse, Rabbiniz size, nişanlı beş bin melekle imdat edecektir. Diye buyuruyordu.
Akif de bundan esinlenmiş olacak ki; Bedrin Arslanları ancak bu kadar şanlı idi. Demektedir.
Demektedir ki:
Sen ki asara gömülsen taşacaksın heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat…
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor peygamber.
Böyle bir şiirin benzerinin olmadığını diğer ünlü şairler de ifade etmektedirler.
İkinci büyük destanı ise Bursa’nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir.
Burada da: Yurdumuzun düşman tarafından asla çiğnenemeyeceğine vurgu yapılıyordu. Akif bu şiirinde aruzun en güzel örneğini de vermiştir.
Eşin var aşiyanın var, baharın var ki beklerdin,
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun, semavi bir saltanat kurdun,
Cihanın yurdu çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl Gülşen,
Gezersin, hanümanın şen, için şen, kâinatın şen.
Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı’nı yazarak İstiklâl Savaşı’nı anlatmıştır.
Burada da:
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan Şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni, dünyada cüda.
Ruhumun senden İlâhi, şudur ancak emeli,
Değmesin mabedimin üstüne na mahrem eli,
Bu ezanlar ki, şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim, inlemeli.
Büyük usta vatan şairimiz Mehmet Akif’in yukarıda sözünü ettiğimiz vaazında vurguladığı bir noktayı daha belirtmek istiyorum.
Söz konusu vaazda sözlerine şöyle son veriyor.
Ey Müslümanlar!
Düşmanın elinde bizi yenmek için iki vasıta var.
Birincisi KABA KUVVET,
İkincisi, bundan daha kuvvetli olan NİFAK dır.
Önce kaba kuvvete başvurdular.
Doğudan Ermeniler, güneyden İngilizler ve Fransızlar üstümüze yürüdü.
İtalyanlar Konya ya kadar yayıldı. Karadeniz boyunca silahlandırılmış Rumlar ayaklandırıldı. Yetmedi batıdan da Yunan ordusunu sürdüler. Ne oldu öldü sanılan Müslüman Türk ordusu doğruldu yurdunu savunmaya başladı.
Sonuç: Artık ne doğuda düşman var. Ne de güneyde. Allah’ın yardımıyla ikisini de yendik. Pontus çetelerini de susturmak üzereyiz. Karşımızda bir Yunan ordusu kaldı. Onu da Sakarya da bozduk. Batıya attık.
Bir de boğazlardaki müttefikler var. Biz evvel Allah ikisini de yeneriz.
Ama düşmanın ikinci bir rotası var ki;
Birincisinden güçlü olan NİFAK!
Bu silahla ortalığı karıştırmak, bölmek, Osmanlı Devletini parçalamayı amaçladılar.
Bunda da başarılı oldular. Sonra da parçaları teker teker yuttular.
Öyleyse bugün de yarın da herkesin gözünü dört açması gerekiyor. Birbirimizin gırtlağına sarılacağımız yerde birlik ve beraberliğimizin korunması için elimizden geleni yapmalıyız.
ALİ GÖZÜTOK
KAYNAK: Uzm. Veteriner Hekim Mahir Adıbaş’in Kurşun Kalemli şair makalesi ve Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı sicil arşivi ve personel kaynakları
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.