- 534 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DOKTOR-HASTA PENCERESİ
Bu yazıyı bir doktor olarak değil, kanser hastalığına yakalanmış annesini kaybeden bir hasta yakını olarak yazıyorum…..
18 mart 2016 tam bundan bir yıl önce…
Saat 13:30 usg sıramızı bekliyoruz. Ben elimde doçentliğe hazırladığım notları okumakla meşgulüm ve sabahtan beri annemin tetkikleri ile uğraştığım için giden zamanıma üzülüyorum… Annem gece gördüğü rüyasını anlatıyor ara verdiğim sırada… Karnının içinde kist yada kitle gibi bir şey çıktığını görmüş rüyasında… “Anneciğim boşver, birşey çıkmayacak merak etme” diyorum… Bundan önceki mide ağrılarına PPI verdiğim, zayıflamasını stresine bağladığım gibi onu da geçiştiriyorum… Çünkü daha önemli işlerim var, doçentlik çalışmak gibi… USG sıramız geliyor ve giriyoruz… Kendimi tanıtıyorum doktor beye… Annemin ağrısını tarifliyorum … Probu koyup başlıyor doktor sekreterine raporu yazdırmaya…. Pankreas başında 28x27 mm kitle… Pankreas Ca……
Kaç ay bu anı rüyamda tekrar tekrar gördüm sayısını bile hatırlamıyorum… O anki çaresizliğim, dünyamın başıma yıkılışı, başımda bir sürü hekimin kendine gel çığlıkları…
Sonra bir ümit… Belki kanser değildir, LAP yok, karaciğer temiz… Ya da en kötü ilk evredir. Zor bir ameliyat ama olsun. Yeter ki ameliyatla kurtulsun şeklindeki sayısız dualarım…
Sonra bir darbe daha… Akciğerden biyopsi ve metastaz… Korkunç tanı; evre 4 pankreas Ca…
Hayatım boyunca en çok korktuğum, lenfoma hastalarıma tanılarını anlatırken kötü referans olarak belirlediğim hastalıkla karşı karşıyayım… Hem de canımın parçası, gül yüzlüm, güleç yüzlüm, melek kalplimin vücudunda bu korkunç hastalık…
İsmini duymak bile acı verirken, son evreyi yeneceğimize inandırmaya çalışıyorum önce kendimi, sonra ailemi…
Kendi hastalarımı aklıma getiriyorum… Bir sürü hastam var umutlarımızın tükendiği halde hala remisyonda kontrole gelen… Neden annem de onlar gibi olmasın ki…
Ve sonra o bilinen kemoterapi süreci… O yeşil onkoloji dosyası ile birlikte yaşamak… Her kemoterapide inşallah bu sefer çok yıpranmaz diyerek adımını atmak o soğuk üniteye… Her seferinde yeni insanlar, yeni hikayeler dinlemek… Ve bazen o hikayeleri dinlediğin kişilerin bir daha uğramadığını görerek o korkunç sondan için için korkmak… Sonra anneciğime konduramayıp, inanmayarak hayata sıkıca tutunma süreci… Her hafta bir başka aktivite bulup can parçanı mutlu etme çabası…
Hep mesleğimi yaparken de düşünmüştüm… Dışarıda da hayat var ve dışarıdaki insanlar içerideki hayattan ne kadar habersizler…. Aynen öyleymiş gerçekten… Anladığını sanan ben, ne kadar uzakmışım o dünyaya…
Sonra filmler ve her filmden önce günler süren dualar…
Sonuç ilk önceleri iyi… Ailecek kutlama partileri veriyoruz...
Sonraları stabil hastalık… Olsun kemoterapiye devam.. İyi olacak inşallah…
15 ocak 2017 günü babacığımın panik içinde sesi ile irkiliyorum…
“Kızım annen nefes almakta zorlanıyor”
Ve hastaneye yatış… Her gün eve gitme umuduyla sabırsızca bekleyiş… antibiyotikler, steroid, BiPAP…
Ve 2 şubat saat 17:15…
Daha bir saat öncesinde şekerimize rağmen kaçamak yapıp pop kekleri midemize yuvarlamışken, daha saniyeler öncesinde yemek yeme hazırlılarımızı yapıp, çorbayı 2 tabak almayı planlarken… Ne olduğunu anlamadan anneciğimin takipnesi, solunum sıkıntısı karşında çırpınıp duruyorum… Monitör bar bar bağırıyor…. Saturasyon durmaksızın düşüyor… “Prednol yapalım hemşire hanım”… “oksijeni arttıralım”… 5-6-7-8-9-10 lt…. “Bir daha yapalım prednolü”… “şimdi açılacak”… “Hayır doktor hanım entübe etmeyin”… “Bakın düzelecek”… “Anneciğim biraz daha sabret, şimdi düzelecek”… “Boğuluyorum, nefes alamıyorum kızım, ne olur çıkar şu maskeyi”… Ve sonuçta entübasyon ve yoğun bakım…
Ve artık o soğuk bekleme salonundaki acımasız bekleme süreci… Dualar… dualar… En ufak bir gelişme yaşama umuduna sarılma iken en ufak olumsuz bir söz, umutsuzluk değil tam tersine bunu söyleyene kızgınlığa dönüşüyor… Çünkü iyileşeceğine inanmak ayakta tutuyor insanı…
10 şubat 2017 yoğun bakımdaki 8.gün... Tansiyonlar üçlü inotropa ragmen çok düşük, mekanik ventilator bar bar bağırıyor saturasyon düşüklüğünden, idrar çıkışı yok… Tüm aile bir ses kaydı hazırlıyor anneciğimi hayata çağırmak için… “Biricik karım seni çok seviyorum”… ”Anneciğim seni çok özledik”… “Ablacım çayı demledik, seni bekliyoruz”… “Halacım artık gel”…. “Teyzecim bak aşağıda seni bekliyoruz”… “Yengecim biraz daha dayan……”.
Gözyaşlarımı belki görürse ya da hissederse üzülür, korkar diye yanında güçlü durmaya çalışırken dışarı çıkar çıkmaz dünyanın en aciz insanına dönüşüveriyorum… Doktorum sözde, her şey elimin altında ama hiçbir şey yapamıyorum ve annem yavaş yavaş kayıyor ellerimden…
Gözüm monitörden bir saniye bile ayrılmıyor… Saat 21:00 civarı… Tansiyon alınamıyor… Nabız 200’lere fırlıyor… Artık biliyorum ki anneciğim veda etmeye hazırlanıyor, ama korkuyor sanki… Bütün üzüntümü, gözyaşlarımı onun için bir tarafa bırakıp elimi kalbinin üzerine koyup “Anneciğim beni duyduğunu biliyorum… Korkma her şey senin için çok daha güzel olacak… Gittiğin yerde çok daha mutlu olacaksın… Orada seni çok sevdiğin o yeşillikler, bahçeler, ırmaklar bekliyor… Dedem de seni çok özlemiş bak…” diyorum için kan ağlarken... Nabzının düştüğünü görünce beni duyduğunu ve korkusunun azaldığını düşünüp bir kaç saniyeliğine mutlu bile olabiliyorum bu kadar acımasız süreçte…
Sonra nabız daha da düşmeye başlıyor 70-60-40-30…. Adrenalin, atropin… Sonra hayatın en acımasız anı… Düz çizgi…..
“Doktor hanım sizi dışarı almamız gerekiyor…”
“Hayır! Ben sonuna kadar annemin yanında olacağıma söz verdim…”
“ Doktor hanım sona geldik!.....”
…………………………………………………………
Nasıl? Gerçekten mi? Son mu?? Bitti mi artık?? Ayrılma vakti mi???
Hayır!!! Ben buna hazır değilim!!!
Anneciğim ne olur bizi bırakma!!!!!
Ve yoğun bakım kapısının önünde kardeşlerim ve babacığımla omuz omuza, dualarla sanki yıllar süren o 45 dakika…
Hastalarımı kaybettiğimde mesleğimin en zor anı diye düşündüğüm o iki kelimeyi söylemeye değil duymaya hazırlanmak…
Sonra yoğun bakım kapısının ürkütücü, beynimden çıkmayan açılma sesi…
Ve işte o soğuk, dünyayı başına yıkan iki kelime…
“Başınız sağolsun…”
Sonrası daha vahim, daha korkunç…
Yoğun bakımdan gözünüzün önünde anneciğinizin, biriciğinizin beyaz örtülere sarılıp morga indirilişini izliyorsunuz, onu o soğuk morgda bırakıp annenizin artık olmadığı, hiçbir zaman da olamayacağı anne evine dönüyorsunuz….
Dualar okunuyor, herkes ağlıyor, bağırıyor…
Anlam veremiyorsunuz, gerçekten bu ağlayanlar anneme mi ağlıyor?? Gerçekten artık gelmeyecek mi???
Hıçkıra hıçkıra, bağıra bağıra ağlıyorsunuz… Yalvarıyorsunuz Allah’a bir kere daha görebilmek, öpüp koklayabilmek için…
Ama yok… yok…. Yok….
Ertesi gün okunan selada annenizin ismi söyleniyor… Yürüyerek gelmesini hayal ettiğiniz çok özlediği evine cansız bedeni o soğuk tabut içinde getiriliyor...
Hala daha bir oyunun içinde gibisiniz… Bir kabus ve birazdan biri sizi uyandıracak…
Ama uyandıran da yok… Oyunu bitiren de yok… Anneciğiniz de yok…
Sonrasını yazabilecek gücüm de yok…
Bunları niçin yazdım bilmiyorum… O anı tekrar tekrar yaşayıp acı çekmek mi istiyorum?… Zaten hiç aklımdan çıkmıyor ki…
İçimi boşaltmak istiyorum belki de…
Belki de siz de bilin istiyorum… Bir insan annesini kaybettiğinde neler yaşar?… Neler hisseder?… Bilin ki hayattayken sarılın anneciğinize, hiç bırakmayacasına… Bol bol öpün, çekin cennet kokusunu içinize… Koyun dizine başınızı, okşasın sizi çocukluğunuzdaki gibi… Gururunuza yediremeyip, çekinip kalkıvermeyin… Uzun uzun kalın o sıcacık, huzurlu limanda… Hiç ayırmayın yanı başınızdan anneciğinizi, babacığınızı… Uzaktaysanız mümkünse gidin… Aynı şehirde çalışın ailenizle… Hayatta para her şekilde kazanılır, mevki olsa da olur, olmasa da… Ama geri getiremeyeceğiniz öyle anlar var ki… Şimdi melek anneciğimin bir kere kokusunu duymak, gül yanaklarından doya doya öpmek, o güzel sesiyle huzur bulmak için neler neler vermezdim…
Bu acı geçmeyecek, hep benimle yüreğimde yaşayacak biliyorum… Bir parçamı annemle toprağa koydum… Yaşıyorum sözde ama fiziken… Her gece gökyüzündeki yıldızlarda arıyorum Yıldız sultanımı… Onlara soruyorum nasıl olduğunu…
Anneyi kaybetmek böyle bir şey işte… Hayata inen en keskin darbe... Bu darbeyi aldığınızdan itibaren hiç geri dönülmez bir şekilde ikiye ayrılıyor ömrünüz… Bir parçası kopup gidiyor sizden. Eksik kalıyorsunuz… Yalnız kalıyorsunuz… Kabullenemiyorsunuz… Alışmaya çalışıyorsunuz ama asla başaramıyorsunuz……
ANNESİNİ YAKIN BİR TARİHTE KAYBEDEN ÇOK KIYMETLİ DR.SİBEL HOCAMIN KALEMİNDEN.. MEKANI CENNET OLSUN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.