- 587 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
0058 – MONNA ROSA – III – PİŞMANLIK ve ÇİLELER – BİR TÜRKÜ BİR ÜLKÜ
MONNA ROSA – III – PİŞMANLIK ve ÇİLELER
"Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür;
Bir odun parçası aydınlatır ocağı.
Anne ateşin önünde perişan,
Anne ateşin içinde hür...
Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür..."
1952, Güz
Sezai KARAKOÇ
BİR ŞARKI BİR ÜLKÜ
Uzadıkça uzadı gündüzler, geceler uzadıkça uzadı kısaldıkça kısalacağına… Hain bir hazirana hazırlıksız yakalandım. Yaz, yaktı kavurdu içimi! Ateş, hançerin başka bir biçimi…
Yavaş yavaş kısalmaya başlayacaktı gündüzler, geceler alacaktı onun verdiklerini… Gerçekten kısaldı da ben mi farkına varmadım! Ne günleri bitirebildim ne geceleri tüketebildim! Zaman, aynı zamandır da hani… Hastalar için bir türlü geçmek bilmez, sağlar içinse birer avuçtur, yetmez!
Yaz nasıl geçti nazlı nazlı! Güneş dimdik yakarak, gece ay kavurarak!.. Savurarak seni dağların arkasına, beni beynimden vurarak… Nasıl hedeflendi hedeflendi de teğet geçti bağrımdan, o gözümün önünden gitmeyen, kalbime saplanıp çıkmayan hançer!..
“Yandı Çukurova yandı!..” Yandı Ankara! Yandı bu kara delikanlı!.. Hem de nasıl, bu fukara…
Güz… İki âşık birbirine küs… Serin esmeye başlamış rüzgâr. Bende halen sam yeli… Ben aşkından sırılsıklamım, yağan yağmurlar ne ki! O kurnazlar var ya pusuya yatan: “Aslan ininden çıksa da içeriye dalsak!..” diye bekleşen, o sana ekleşen, bana dikleşen kurnaz tilkiler var ya… Bu havalar ancak onları üşütür!
Bir rüzgâr esti ve ayırdı bizi birbirimizden. Yine bir rüzgâr eser, hiç beklenmedik bir anda, sana da gözyaşı yüklü bulutlar getiriverir! O güvendiğin gençler de soğur senden bir gün. Hevesleri geçiverir. Olan anneciğine olur. Anacığın, senden çok üzülür. Geçim derdi onun üstünde, ailenin idaresi öylesine… Bir kadın, yuvasını ayakta tutuyor, çadırın orta direği gibi… Kendisini yakarak aydınlatıyor, ısıtıyor ortamı. İşte o kurnaz zamane gençleri, bıkıp da kızlarını fırlatıp attığında, esiverdiğinde deli deli o fırtına, ıstırap yüklü kara bulutlarla pişmanlığın azap dolu yaşlarını sicim gibi indirdiğinde, yalnız kızları değil, onları özgür bırakan asri analar da yaktıkları ateşlerde yanacaklar! Hem de onlardan daha fazla…
Ocakta bir tek odun kalmış, yanmayan… Fakat içini aydınlatabilmekte… Gölgeler oynaşmakta duvarlarda… Evi ocağı da anne baba aydınlatabilir, aynı onun gibi… Bir kişi bir milleti aydınlatabilir, bu gidişten kurtarabilir.
Dört bir yanı ateşler sarmış! Anne yangının önünde duruyor ve bir şey yapmıyor. Sanki eli kolu bağlanmış. Oysa o esir değil! Yalımlar boyunu aşmış olsa da kendisini ateşe atmalı ve hayatı pahasına yavrusunu o ateşin içinden çekip çıkarmalı! Ancak o zaman özgür hissedebilir kendisini. Artık ne yandan eserse essin rüzgâr!
Rüzgâr… Karayel, keşişleme… Başımda kavak yelleri… Yağmurlar boşanır gözlerimden! O çıtkırıldım kızlar var ya o hanım evladı erkekler… Kurnaz tilkiler… İşte onlar zamanla soğurlar, ben soğumam! Artık bu yangın yıllarca bende! Ben güneydoğuluyum. Yüce dağların, sert kayalıkların mert oğluyum. Çakı gibi dimdik, Yunusun odunu gibi dosdoğruyum!
Eskiden de yağardı yağmurlar ve biz hep yan yana ıslanırdık… Islanırdık da ıslandığımızın farkına bile varmazdık! Şimdi sırt sırtayız artık. Ah o hain dargınlık!.. O tezat… Uyuşmazlık…
Zıt istikametlere doğru yol almaktayız. Bir düello başlangıcında… Sonunda ikimiz birden vurulacağız! Sen benim sebebim olacaksın, sürüklendiğin sel de senin…
Oysa sırt sırta verecektik. Bir yuva kuracak, mutlu olacaktık! Yine sırt sırtayız, sevgili. Sırtlarımızın arasında bitimsiz yağmurlar… Gözyaşı yağmurları… Bardaktan boşalırcasına! Aralıksız… Atmosfer oldukça gergin, hava saikalı… Bende aşk, ayrılık ve ıstırap gözyaşları, senin başının üstünde pişmanlık yüklü bulutlar…
Ancak şarkılarla türkülerle, şiirlerle dile getirebiliyorum, herkesten gizlediğim aşkımı. Bu sır paramparça etti beni! Her parçamı bir dağın başına attı! Kendimi toparlamam çok güç! O salon çocuklarının durumu benden de beter! Şimdilerde nerde Şam, orda akşam! Fakat derin bir uykudalar. Uyandıklarında iş işten çoktan geçmiş olacak. Sesleri geliyor kulaklarıma. Şu anda kahkahaları, çığlıkları, naraları… Diskolarda ter ter tepinmekteler. Sonra da pişmanlık çığlıkları gelecek ama kayıplarının telafisi imkânsız! Baba parası yiyen, tufeyli geçinen, sorumsuz tilkiler, iş başa düştüğünde feleklerini şaşıracaklar! Şarkı değil ki söylesem! Anlamazlar ki ikaz etsem! Bu sözler, içimde…
Eskiden şarkılar söylerdik birbirimize… Sen bana, ben sana… Hep yüz yüzeydik… Gözlerimize bakarak mırıldanırdık… Aşk şarkıları dökülürdü dudaklarımızdan… Düetler yapardık. Ne kadar mutluyduk! Aramız soğuyunca şarkılar, saçaklardan sarkan buzlar gibi dudaklarınla dudaklarımın arasında dondu kaldı. Öylece kalakaldı… O zamandan beri şarkı söyleyemedim. Ağıt bile yakamadım şöyle adamakılı! Beni paramparça etti, yüreğimin içine sıvadığım sır!.. Kim bilir daha kaç asır sürecek suskunluğum… Sana deli divane, sana mecnunlar gibi susuzluğum!..
Sesin geliyor, geçmişi aşarak… Sesim geliyor, o zamanlardan… Seslerimiz… Biz iki öğrenci… İki sevda sarhoşu çocuk… Günah mı işliyorduk! Aşkımız dökülürdü dudaklarımızdan… Hevesimiz kursağımızda, ayrılık acısı boğazımızda, şarkılarımız tüm anılarımızla birlikte mazide kaldı.
Hem bir şarkısı olmalı insanın… Bir türküsü, bir ülküsü yani kısaca… Haykırmak istiyor, yutkunuyor, yutkunuyorum… Rahatça açamadıkça mahvetti o sır beni! Çocuklar günahlara batıyorlar! Bataklıklardan geliyor sesleri… El uzatamıyorum. Elim kolum bağlı! İdealim, onların yardım çağrıları yapacak olan dudaklarıyla dudaklarımın arasında… Onları ben kurtarmalıyım! Ülkümü sır edip dişlerimin arkasında saklayarak değil, aksine yayarak o kurtuluşu gerçekleştirmeliyim ama ne yazık ki elim kolum kısa, yapamıyorum!
Kalplerimizdeki sönmek bilmeyen ateşle yol alacaktık, gönüllerimiz yanacak, bizi kavuşturacaktı birbirimize! Aşk ateşi yalım yalım vurmuştu yanaklarımıza…
Şimdi yüzlerimizde yoğun bir ıstırap ifadesi… Ocağına düşmüşüz çilenin! Batıdan esen rüzgârla yurdumuza vuran yalımlar gençliği yakıyor! Senin, o ateşle yanan tenin, bir gece rüyamdaydı… Sana dokunduğumda, avuçlarımı yaktı, kavlattı! Oysa bu bedenler yana yana birbirini bulacaktı! Tenin ne kadar da sıcaktı!..
Gözlerimde yemyeşil gözlerin… Gözlerinde kapkara gözlerim… Günah beyaz olursa, ben de bembeyazım, tövbe siyah olursa sen de kapkarasın! Yani sen kar beyazsın tövbe gibi ap ak… Bense günah kadar kara, kapkara…
Sen aka kara diyen, karaya ak diyen birisin. Hiç değişmedin. Hep burnunun dikine gittin. O zaman, benim gözlerim yeşil, senin gözlerin kara…
Annen de mahvoluyor evladıyla birlikte… Kendisi parmağındaki alyansı şerefle taşımakta… Bir de resmi var duvarda. Evlendikleri gün çekilmiş. Onlar, mutluluğu yuvalarında aramak istemişler. Geriye bırakmışlar.
Annen de çok güzelmiş vaktinde. Bir resme bir aynaya bakıp kahroluyor. Resim taklitçiliğe, cehalete, annen geçmişteki güzelliğine bakıyor bakıyor ve çok üzülüyor! O da ne yapacağını bilmez vaziyette… Almış çileli başını avuçlarının arasına, kara kara düşünmekte… Başı, ellerinin arasında… Sağlıklı bir karar alıp, dilediği yöne çevirebilirdi seni. Fakat ne yazık ki o zamana uyanlardan biri… Sen kendi başına buyruk, o da özgür düşünceli…
Makineli tüfek gibisin! Maşallah bir konuşmaya başladın mı bitirmek bilmezsin! İyi savunursun kendini kendice… Tüfeksin tüfek olmasına ama içi boş… Atar durursun öylesine kurusıkı… Burnun havada… İçlerinde mermi olmayan tüfeklerin de burunları havadadır. Boş başakların başları havadadır, bilirsin.
Zamane çok hızlı! Öyle bir silah ki sanki mermisiz ateş alacak! “Ben aklı başında bir genç kızım. Ne yaptığımı ne ettiğimi bilirim! Her şeyi ben bilirim! Sen bana karışma! Ben deliyim! Tamam!.. Sen anlayamazsın beni! Sizin gibiler ne anlar zaten!” demekteler.
Ateş alacaklar almasına da vuracaklarına vurulacak, yakacaklarına yanacaklar! Yazık! Çok yazık!.. Heba olmak üzereler!
Neydi benim suçum? İdrarın üstündeki saman çöpünden başka bir şey olmadıkları halde kendilerini bir şey zanneden baldırı bacağı açık kızların minimini eteklerinin biraz uzun olmasını istemek mi?
Adet demiştim, gelenek görenek demiştim, töre demiştim! “At sahibine göre kişner, kişnemeli!” demiştim! “Bizim yöre böyle böyledir, biz böyle böyleyiz, ona göre…” demiştim! Demiştim de hata mı işlemiştim!..
Ne yapayım yani! Ben dağ köylüsüyüm! Muhallebi çocuğu değilim! Tertemiz dağ rüzgârlarını soluyarak yetişmişim! O rüzgârlar ki melteme falan benzemezler! Serttirler!.. Mizacımın sertliği bizim oralardan gelir. O yüce dağlardan, yalçın kayalıklardan… Dedim ya güzelim, ben buyum! Başka türlü olamam! Baba ocağında bu şekilde pişmiş, biçimlenmişim!
Ben sen olmuştum artık. Annen annem olmuştu sanki. Sadece seni değil de sanki beni de doğurmuştu. İlk kez senin doğduğun yerde, Geyve’de emzirmişti beni de.
Annemden doğduğumdan beri ilk defa bir kız sevdim. İlk göz ağrımsın benim. Ankara’da, zindan gibi bir evde karanlık dünyamda yaşarken güneş gibi doğmuştun! Aydınlığa boğmuştun beni! Az daha sevinçten, mutluluktan ölecektim!
Az kalsın kahrımdan ölecektim, idrarın üstündeki saman çöpünden başka bir şey olmadıkları halde kendilerini bir şey zanneden baldırı çıplak minimini etekli kızların akıbetleri hakkındaki endişemden!
Liseyi bitirince, aile kontrolünden çıkmış, zindandan kaçmış, prangadan kurtulmuş bir mahkûm gibi pürneşe gelmiştin Ankara’ya. Çataldağ’a yerleşmiştin. Hani sen bana emanet edilmişsin gibi, seni kendim gibi, hatta çok daha dikkâtle korumayı vazife bellemiştim. Sanki benmişsin, benimmişsin gibi… Sana, senden çok değer vermiştim, öyle ihtimamla korumuştum!
Siz, burnu havada kızlar! İdrar üstünde yüzmekte olan saman çöpü gibiydiniz. Kendinizi denizde kotrada zannediyordunuz. Dünyanız o kadarcıktı. Sizin için o kadar endişelendim, kendimi o kadar paraladım ki sizi kurtaracağım diye az kalsın uğrunuza kendimi feda edecektim!..
Mart kedileri gibi gençlik! Halıların üstünde oynuyor, zıplıyor, dans ediyorlar! Sorumluluk duygusu diye bir şey yok! Ar namına hiçbir şey kalmamış!.. Cehennemi kızıl bir ışık sarıyor ülkemi! Komünizm tehlikesi…
Annen ne yapsın! Onun gücü yeter mi bu azgın selin önünde durmaya!.. O da ikircikli… Bir aklı diyor ki: “Cemiyet bozuldu, iyi koru kızını!” Bir aklı da diyor ki: “Gençlikte olur böyle şeyler… Bir kereden bi şeycik olmaz! Azıcık dünyadan hevesini alıversin!..”
Annenin bir aklı da sende… Fakat elinden gelecek bir şey de yok, görünürde…
Ne yapsaydım yani? Karışmasa mıydım? Korumaya çalışmasa mıydım?
Kızıl felaket!.. Kızıl cehennem, nihayetinde… Ülkem ateş içinde!.. Yalımlar evlerimize ocaklarımıza sokmuş çatallı dillerini. İller değişmiş, diller değişmiş, haller değişmiş!
İnsanda öyle bir nefs var ki, ona hükmedilemiyor! Nefsin ateşi yakıyor ruhu! İncecik perdeler bile rüzgâra karşı direniyor. Kafa tutuyor bir biçimde… Esinti söz geçiremiyor onlara. Laf söz kâr etmiyor!
Dejenerasyon almış başını gitmiş! Gözlerini gaflet uykusu bürümüş yeni nesli uyandırmak mümkün değil! Gözleri perdeli… O incecik perde laf söz dinlemiyor! Nasihatlere kulak asmıyor. Olanca gücüyle direniyor!
Ben de söz geçiremedim. Kimse zapt edemez o azgın seli! Hepsi aynı çarktan çıkmaydı. Aşıydı! Aşılanmıştı. Evlerde partiler veriyor, ter ter tepiniyorlardı!.. Bunu marifet biliyorlardı: “Ne var bunda! Eğleniyoruz…” diyorlardı. Mart kedileri gibiydiler.
Sarışın sarışın yavrular verecek olan sevgili, ateşin ortasında!.. Kızarmış bir ekmek gibi duruyor, iştah uyandırıcı rayihalar saçıyor, aç kurtların karşısında…
Bir taraftan da kulağıma bir takım söylentiler gelmeye başladı. Acayip sesler… Kaldıramayacağım ağırlıkta… Tahammül edemeyeceğim çirkinlikte…
O kuş beyinliler, o yavru kuşlar, o küçük insanlar, insancıklar, boylarından büyük işler yapmaya kalkmışlardı. Benim gibi Torosların deli tayına eyer vurmaya çalışıyorlardı. Eğitecek öğretecek, yarış atı yapacak, dizginleri ellerine alacak, istedikleri gibi koşturacaklardı, akılları sıra…
Ehlileştirebileceğinizi mi sanmıştınız? Çektiğiniz yere gelecektim, öyle mi? Benden salon erkeği olmayacağını eninde sonunda anladınız. Gülerim halinize! Yazıklar olsun zihniyetinize!..
Şimdi sümsük bir at bulmuşsundur, eyerlemeye çalışıyorsundur. Mübarek olsun! İyi tımarla! Böyle olduğuna dair bir şeyler geldi kulağıma da… Yalansa da yakındır! Meraklanma!
Ben bir şarkı, bir türküyüm. Türk’ün türküsüyüm! Türk oğlu Türküm!.. Yetişim tarzım belli… Aslm belli neslim belli!..
Hıristiyanlığın ilk haline itirazım yok! İncil’in aslına ben de iman ediyorum. Ben de sever sayarım Hazreti Meryem’i. Ona o kadar yakın hissediyorum ki kendimi, yanağındaki tüy gibiyim ama Batılılaşamam! Azizlere saygım var ancak Hıristiyan adetlerini tatbik edemem! Benim en seçkin kul olan büyük bir önderim var! Dejenere olmuş gençlere benzemem! İslamiyet’ten bir milim uzaklaşmak niyetinde değilim! Ben bu aziz millettenim! Benim için bir eren dua edebilir. Ancak onun duasına: “Amin!” diyebilirim. Bir azizin duasına: “Amen!” dememi bekleme benden! Aziz olabilmem için bana yalnız Aziz lazım! İzzeti de şerefi de ancak O verir. Kişiye Allah yeter! O yeter bana!..
Allah’ın eli üstümde, sevgisi gönlümdedir. Ayaklarımdan yakalanmış, dinime prangayla bağlanmışım. Gönüllü mahkûmu, meftunuyum O’nun! O, bendedir! Beni geçmiş, benden ötededir… Bu dünyayı çoktan elimin tersiyle itmişim. Ayaklarım burada, ruhum yücelerdedir. Dünyaya nakış ipliğiyle bağlıyım. Kök salmış değilim. Gitmeye geldik, kalmaya değil! Her an can vermeye hazırım!
Allah’a adresi sorulmuş. “Kırık gönüllerdeyim!” demiş. Kâinata sığmaz! Müminin kalbine sığar. Allah kalbimdedir. Onun için ben O’nın sılasıyım. Ona dönünceye kadar da içimin gurbetindeyim. O azizler bana hasret, ben onlara meraklı değilim. Keşke biri benim elimle İslam’a girebilse! Girebilse de Mümin seviyesine yükselebilse! Hazreti Meryem sağ olsaydı, Mümini saçında gül gibi taşırdı!
Ben Müminim, güzelim! Yemyeşil cennet, gözlerimdedir. Benim gözlerim onun için yeşildir! İslam’a bakar. Senin gözlerin rahibin cübbesine… Olsa olsa onun için karadır. Sen gözü kara bir kızsındır, zaten! Sen aka kara, karaya ak demeye devam et! Senin dilinle konuşmak gerekirse ben günah kadar beyazım, sen sevap kadar, tövbe kadar kara... Senden her şey beklenir. Belki bir pazar kiliseye de gider, papaza günah çıkartırsın!
Çünkü kendine yabancılaşmışsın. Ne yazık ki fersah fersah uzaksın dininden, özünden, kendinden! Aslını unutmuşsun. Sen azize hasretsin. Bir tüy kadar küçük ve güçsüzsün. Ne kadar çirkin duruyorsun, güzeller güzeli Hazreti Meryem’in yüzünde!.. Yani böyle devam edersen, o da istemeyecek, koparıp atacak seni! Bilesin! O dinin aslına bile uygun değilsin!
Biz zıt kutuplara doğru yol almaktaydık, sevgili. O kadar farklı görüşlere sahiptik ki birlikteyken bile kat edilmesi imkânsız büyük bir mesafe vardı aramızda.
Sen Batıya özeniyordun, ecnebilere benzemek istiyordun. Onları taklit ediyordun maymunlar gibi… Öyle ya… Bir göçmen kızıydın, unutmuşum da bir an… Aslın feslin oralıydı. Yerin yurdun onların yanı… Kendi kültürüne yabancıydın. Avrupalı gibi hissediyordun kendini. Hıristiyan dünyasına aitmişsin gibi… İsa’ya ne kadar yakınsan, İslam’a o denli uzaktın…
Gözlerin yeşil... Avrupa kökenlisin. Benim soyum sopum belli! Gözlerim kara, saçlarım kara, tenim yanıktır. Safkan Anadolu çocuğuyum. Sen, günahkâr ne kadar temiz olabilirse o kadar temizsin, ben tövbekâr ne kadar kötü olabilirse o kadar kötüyüm! İkimiz de günahkârız ama sen günaha devam etmektesin, bense tövbeye… Onun için beni terk ettin, çekip gittin Gevye’ye…
Kültür emperyalizmi nedeniyle daha kurulmadan yıkılan yuvam gibi nice ocaklar sönüyor, ülkemde! Avrupa’dan esen o rezil rüzgâr, önüne katmış sürükleyip götürüyor yeni nesli! Gençlik yanıyor, kül oluyor! Anneler evlatlarını maddi veya manevi, bir şekilde kaybediyor. Gün gelecek, bembeyaz saçlarını yolacaklar, kahırlarından! Vatan evlatları mahvoluyor! Bunun azabını şimdi ben çekmekteyim, yarın onlar da benim gibi kahrolacaklar!
İnsan yana yana yaşar. Yana yana gider güneş… Dünya yana yana… Kanda oksijen yana yana gider ama can verir o ateş insana! Ben de yana yana yolumu bulacağım. Yanmadan Allah’a ulaşmak mümkün değil. Ben de yandım aşkın narına. Yarına gül olarak açacağım. Peygamber güllerinden bir gül... Bir servinin Tevhit’i haykırdığı gibi Allah’ı birleyeceğim. Vuslata ereceğim.
Her şey o ateşte pişerek büyür. Ağacı oluşturan çekirdek Celal ateşiyle çatlar. Bebek Celal ateşiyle sancılarla doğar. Akabinde Cemal vardır. Sevinç, mutluluk… Bu acının ardında da bir mutluluk gizlidir, eminim.
Ne yazık ki ocağım daha yanmadan söndü. Nice ocaklar sönüyor bu şekilde! Ne ateşler, ne ateş gibi gençler kul olacağına kül oluyor! Annenin ruhu ruhuma saygı duyuyor, mutlaka. O da benim hissettiklerimi hissediyor ama ne yazık ki sele karşı duramıyor. O da kapılmış gidiyor…
Bizim bir edebimiz adabımız vardır. Disiplin altında yetişiriz. Anamız babamız, büyüklerimiz tahakküm eder bize! Onlara boyun eğeriz. Hatta konu komşu bile karışır. “Eyvallah!” deriz. Bir yanlışımızı görürlerse kulaklarımızı çekerler! Böyle bir ateşte pişeriz ama o ateşin içinde has güller olur, mis gibi kokular saçarak rengârenk açarız! Fidan olur, boy atar, gümrah ormanlar halini alırız.
Biz köklü bir ulusun evlatlarıyız. Çocuklarımızı da kendi eğitildiğimiz gibi eğiterek büyütürüz. Kendi örf adet, gelenek ve göreneklerimize göre… İslam’a uygun tarzda… Avrupa ahlakı, Amerikan terbiyesi uymaz bize! Çünkü biz Müslüman ve Türk’üz!
Nice ocaklar sönüyor, dejenerasyon yüzünden! Yanıp kül oluyor o güzelim insanlar! Yurdumu dört bir yandan ateşler sarmış!.. İçinde yeni yetmeler cayır cayır yanıyor!
Anadan olur uşak, deveden olur köşek… Ana yetiştirir çocuğu!.. Beni anacığım yetiştirdi. O güzeller güzeli anacığım… Cahil bir kadıncağızdır ama iyi bir Müslüman, özlü bir Türkmen kızıdır!
Öyle bir zaman gelecek ki bu yaralanan milletin kanadını şefkatle saracak, iyileştirecek bir yiğit çıkacak bu topraklardan ve o zaman benim çekmekte olduğum ıstırap da dinecek!
Ben de ülkem gibi yaralı bir kuşum. Sevgilisinden ayrılmış yaralı ve garip bir kuş… Bu durumda uçmam imkânsız, yaşamam çok zor!
Bu kadınlar kızlar, onun bunun kollarında safa sürdüklerini, yaşadıklarını sanıyorlar. Kullanılmakta olduklarının farkında değiller! Bir amaçları, bir idealleri olmadıkça huzur içinde olamayacaklar! Türküleri yok, ülküleri yok!
Kadınlarımızın kızlarımızın aydın hale gelmesi lazım. Onları sazlı cazlı yerler, gece hayatları değil, ülküleri ve cemiyetin bu sis çökmüş, geceye dönmüş hali aydınlatır. Gençliği dinledikleri yabancı müzik etkiliyor. Aydın geçinen Avrupa sevdalısı yazarlar şekilliyor. Kadınlarımız kızlarımız, onların tellerinden çalıyor. Onların şarkılarını söylüyorlar. Onların doğrularını doğru biliyorlar. İlaç diye zehir alarak zehirleniyorlar. Bir türkülerinin bir ülkülerinin olması lazım! İdealleri olmazsa mutlu yarınlara ulaşamayacaklar. Huzur içinde yaşamayacaklar. Onlar, yozlaşmayı ve ülkenin bu gidişatını aydınlanma zannediyorlar. Yabancıların yaydığı ilim değil, zulümdür! O akrepler topluma ilaç değil, ancak zehir enjekte ederler!..
Ben gitmeliyim artık! Atım eyerleniyor. Hatıralarımı yakarak, geçmişi tamamen yok ederek hayatından gitmeliyim!
Sen bana yar olmadın muhacir kızı. Ben de çıldırsam da, yakamı paçamı yırtıp dağlara vuracak olsam da Mecnun gibi yine de senden vazgeçmeliyim! Üstümü başımı yırtıp, çıkarıp atmalıyım. Paramparça etmeli, giysimi o topluma zehir saçan bitli hippilere bırakmalıyım!
Bilmem biliyor musun, erkek kadının, kadın erkeğin giysisidir. Kadın, şehvetini erkekle, erkekse kadınla örter. Eşler ayrılınca ya da biri Hakka yürüyünce rüyasında kendisini ya da eşini çıplak görür. Sen benim giysimdin, ben senin… Şimdi ayrılacağız. Ben giysimi çıkarıp parça parça edeceğim ve o şaşkınlara dağıtacağım. Onlara bırakıp gideceğim.
Sen olmayacaksın artık. Ben, uçurum kenarındaki beyaz bir kayanın (Akkaya) üstüne çıkacağım. Sana olan aşkımı ayaklarımın altına alarak yükseleceğim. Seni aşarak Rabbime varmaya çalışacağım. Kalbimdeki tertemiz aşkımın sembolü olan beyaz gülün yerine siyah bir gül takacağım. Sevdanla yanan, zehirli hançerle deşilen yüreğimi yerinden söküp çıkaracak, yerine o matem gülünü takacağım.
Bir zamanlar içimi aydınlatan güneşimdin. Şimdi karanlık bulutların arasına karışarak mor dağların ardına saklandın. Battın ve beni kör karanlıklarda bıraktın ya… Önce o ak kayadan, battığın yeri kurşun yağmuruna tutacağım! Seni içimde öldürdükten sonra ruhumdaki izini de yok edinceye kadar kurşunlayacağım! Sonra da kendimi aşağıya, boşluğa bırakacağım!
Şimdi denizin üstünde yürüyorsun, suya batmıyor ya henüz ayaklarım… Küçük bir kızsın ya… Çılgın bir kız… Yani biz seni anlayamayız! Anlayamayız ya… Yakında ayakların suya erecek! Çok geçmez, göreceksin! Bu sorumsuzluğunun cezasını o zaman çekeceksin!
Gitmelisin artık! Atın kişnemeye başladı. Sabırsızlanıyor, sabırsızlandırıyor seni de… Yerinde duramazsın artık! Kabına sığamazsın! Coşmalısın, taşmalısın! Eğlenceden eğlenceye, partiden partiye koşmalısın!
Oysa sen de anne olacaktın! Bebekler doğuracak ve aydın birer birey haline getirerek, topluma kazandıracaktın!
Hani sen benim karım olacaktın! Bu ölü senden şarkı istiyor! Eskisi gibi şakımanı, şarkılar söylemeni… Geleceğe dair şarkılar, marşlar… Dudaklarımızda yarım kaldı şarkılarımız, marşlarımız… Dudaktan dudağa donup kalan…
Senden kendini toparlamanı, bir ideal edinmeni istiyordum. Türkün Türküsünü söylemeni… Yapacaktın, yapamadın. Bana ayak uyduramadın! Kursağımızda kaldı hevesimiz. Davamızın boynu bükük kaldı, şarkılarımız yarım…
Bir deniz akıyor ayaklarının altından! Batının pis seline kapıldın gidiyorsun! Akıntı çok kuvvetli… Sürükleyip götürüyor seni! O deniz öyle bir kudurmuş ki karşı koyamıyorum!
Benim ayaklarımın altından da deniz geçiyor. O deniz bir iz istiyor benden… Bir kalpsiz beden… Bir deniz, bir deniz ki baktıkça başımı döndürüyor. Davet ediyor beni senden bile beklemediğim kadar içten… Ne yazık yok olacaksın, yok olacağım, hiçten…
Beni senin eşsiz güzelliğinin, beni senin o yemyeşil gözlerinin yerine onun masmavi ve derin gözleri çağırıyor! Ne kadar çok özledim onları!.. İçlerinde kaybolmayı… Fakat artık yoklar ve hiçbir zaman olmayacaklar. Beni ancak denizin derinlikleri paklar!
Buralarda duramam artık! Seninle aynı ilde olamam, olmaya dayanamam! Seni görmeden duramam! Korkarım nefsime yenilirim! Süklüm püklüm yanına gelirim!
Senin gözlerin yeşildir, ötelerin göz rengi… Benim gözlerim kara! Benim gözüm kara, senin gözün kara! Ne kadar da cesursun! Korkmadan o selin, o korkunç canavarın kucağına, o akıntıya atılıyorsun!.. Bir lokmacıksın! Lokma olacaksın!..
Sen günah kadar beyazsın, günah ne kadar ak olabilirse…
Ben tövbe kadar kara... Ruhu, yüreciği yara…
Burada hoş bir tezat var, sevgili.
Onu da sen ara, bul!
Sen ara!
Anla!
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI - 0058
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.