- 753 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
'tencere'
Pencereyi açık bırakıp mutfakta, halının üzerinde uyuduğum için mi yoksa okunmuş makarna yediğim için mi rahatsızlandığımı düşünüyordum. Ali telefon açıp, ‘yanına gelirsem bir sıkıntı olur mu’ diye sormuştu. Yanıma son geldiği günden beri ondan haber alamıyordum. Herhalde çelik tencerenin içerisine koyup, üzerine de kapağı koymuşlardır diye düşünürken, ondan haber alışım başta şaşırtıcı gelmişti. Saatler ilerlerken bu şaşkınlığa kendimi çoktan alıştırmıştım. Çelik tencerenin içinde pişmek herkese nasip olmuyordu.
Makarnaların okunmuş olduğuna artık emin olduğum an, üç gün sonra ocakta duran tencerenin kapağını kaldırdım. Salçalı ve sarımsaklı makarna sanki hareket ediyordu. Sofi ‘dağlar bile hareket eder kardeş, sen kendi dünyanı yokluk mu sanıyorsun’ dediği günü anımsadım. Sofinin davranışları başta kibirli geliyordu. Sonra yalan söylediğini zannettiğim anları hatırladım. Hayır, yalan söylemiyordu. Onda ihtiyacım olan bir şeyler vardı. Bunu seziyordum. Sonraları gurur duyduğunu fark ettim. Evet, gurur duyuyordu. Neyden, nasıl ve ne kadar gurur duyduğu umurumda bile değildi. Sadece gurur duyduğu için nefret hissiyle karşılaştım. Başta zor geliyor birine bunu açıklaması; ‘Nasıl yani, birinden nefret duymak için mi onu tanıyorsun’ diyebilecek aptallıkta insanları da dinlendim. İnsan iki dudağı arasından çıkacak kelimelere dikkat etmeli. Uzun bir süre iki dudağımın arasından bir kelime çıkmadığını fark ettiğim anlarda genelde saçmaladığımı biliyorum. Öyle bir anıma gelip, beni dinlemiş olmalıydı bu aptal. Cevap verecek zaman yaratmadım kendime. Bir süre susup, gözlerine baktım. Herkes gibi bakıyordu. Herkes işte! Nasıl bakarsa herkes. Hayır, hayır tam olarak herkes gibi değil aslında inatçı bir bakışta diyebilirim buna. ‘Sonunda lanet olası bir küfrü hak ediyorsun ama bunu sana söyleyecek kadar da ben aptal değilim’ diye düşündüm. Sofiyi başımdan saldığım gibi onu da başımdan salabilmiştim. Kapı sesini duydum.
Makarna tencere içerisinde hareket kabiliyetine erişmiş olabilirdi, termodinamiğin ikinci yasası da aslında bu olayı destekliyordu ama bunların benim dünyamda önemli olması artık muhtemel bile değildi. Bağışıklığı kaybettiğim andan beri parmaklarımı bile koyacak bir yer arıyordum. Yatakta genelde göğsüm oluyordu. Böylece yorulmuyordum. Bu sefer göğsümün üzerine binen, normalde hissetmeyeceğim parmaklarımı ağırlık olarak görüyor ve ellerimi sırtımın arkasına alıp, biraz da böyle dursunlar diyerek maziyi özlüyordum. Mazi, evet, birkaç gün ya da birkaç sene öncesi. Benim için mazinin sonlandığı an dünyaya ilk insanın ayak basması ve bundan dolayı hiçbir insanla çalışmıyorum. Mazi konusunda hiçbir insanla çalışmıyorum ve buna kendini sevmek, dolayısıyla başkasını önemsememek olarak görüyorlar. Kendi benliklerinde hadsiz şeytani hücumların akılları birer çöp yuvasına çevirdiği insanların mazide yeri olamaz. Buna kendim de dâhilim. Hiçbir gücün yıkamayacağı bir duvar da olabilir ya da engelin olmadığı, yine de engelin var olduğuna inanılan bir noktadan da bahsediyor olabilirim.
Ali’ye ‘aç gelme yanıma gelirken’ dedim. Biraz garip biri olduğumun Ali farkındaydı ama uzunca bir süre görüşmemiş iki insanın arasında geçen kısa muhabbetin bu şekilde sonlanması akla şık gelmiyordu. ‘Tamam’ dedikten sonra yorum yapmayışı hoşuma gitmişti. Rahatsız olduğum için yemek yiyecek halde değildim. Yanıma gelip de, aç olduğunun farkına varırsam kendimi rahatsız hissedecek ve kendimi zorlayıp ona yiyecek bir şeyler hazırlamak zorunda kalacaktım. Bu tatsız durumu baştan yok etmek zorundaydım.
Akşamüzeri balkona çıktım. Sokak sessizlik yemini etmiş apartmanların arasında caddeye kadar uzanıyordu. Arada grup halinde kedilerin kaldırımı aşıp çöp tenekesine uğradıklarını görüyordum. Eros ortalıkta gözükmüyordu. Eros bazı geceler kucağıma alıp sevdiğim siyah kediydi. Miyavlaması diğer kedilerden ayrıydı. Gözlerindeki sevgi ona verdiğim yiyeceklerle alakalı değildi. Derin bir özlemin kenarında oturmuş, Tanrı’nın merhametini arzulayan iki canlı olarak onu görüyordum. Elbette daha çok sevdiğim kediler ve insanlar oluyordu. İnsanlar menfaatleri yüzünden sarılmaktan geri duruyorlardı. Oysa benim sarıldığım zaman dostane bir şekilde maziyi yad edeceğimi bildiğim insanlar ayrı ayrı çelik tencere içerisine girmişlerdi. Kapakları iyi preslenmiş plastiklerden oluşuyordu. Demirin preslenmesini yine de daha mazur görebilirdim. En azından demir yapısı itibariyle sert olduğundan daha anlayışlı yaklaşılabilir nesne olurken, bir plastik inancın insanı bu kadar sıkıştırmasını kabul edemiyordum. Niyeyse bazen tencere mevzusunu da düşünmediğim zamanlar oluyor. Sokaktan gelen sesleri dinliyorum. Pencereyi kapattığım anlarda bir karganın gelip, mermer eşikte pineklediği oluyor. Sonra herhangi bir nesne ya da başka bir kuşun kanat çırpışı onu rahatsız ediyor ve kendisinin de uçabileceğini göstermek istercesine sert bir kanat çırpışla eşikten uzaklaşıyordu. Buna arzu mu yoksa kaygı mı demeliyim bilemiyorum ama kuş olmadan uçmak için can atan kıçları yere yakın canlıların heveslenişinden daha mantıklı geliyordu.
Ali bu plastik inanç meselesinin tam üzerine gelmişti. Ayakkabılarını çıkarırken, iki eliyle sımsıkı tuttuğu tenceresiyle kapıdan içeri girdi. Tencereyi istediği yere bırakabilirdi ama kucağında taşımak ona daha makul geliyordu. Karışmadım. Çekyatı en son o geldiği zaman dikleştirmiştim. O günden beri yatık haliyle duran çekyat, sırtındaki kıtlayışlarla beraber uzun bir süre sonra tekrar dik hale geldi. Ali otururken yanına kırlentini koydum. ‘Bari yanına koy da, kucağın da terletmesin seni’ dedim. ‘Olur mu öyle’ der gibi bir bakış atarken, ‘aslında haklısın’ dedi. Tencereyi çekingen bir tavırla yanına yavaş hareketlerle bıraktı. ‘Şanslıyım’ dedi birden Ali. Yüzüne baktım. Gözlüklerini çıkarıp katlayarak çekyatın yanında duran masaya bıraktı. ‘Neden’ dedim. ‘En azından benim tenceremin kapağı cam. Bu bile şans bence’ diyerek tenceresine dokundu. Camdan kapağını temiz tutmaya çalışıyordu. ‘İçinde bir şey var mı’ diye sordum. Hemen cevaplamadı. Başlarda içine bir şey koymayı planlamış gibi bakıyordu tencereye ama cevabını bekliyordum. ‘Denemedim’ dedi. ‘Nasıl’ dedim. Merak etmeye başlamıştım. ‘Sen denedin mi hiç’ diye bir soruyla meseleyi benim üzerime yığması zorlama gelmişti ama buna hazırdım. ‘En son okunmuş makarnaları koydum ve pişirdim. Kaç gündür kendimde değilim Ali’ dedim. ‘Aç gelme demenin sebebi buydu demek. Mantıklı bir sebebin olduğunu biliyordum’ dedi.
Bir an ikimizde susunca, konuşacak aslında çok şeyin olduğunu yine de konuşamama noktasında neden sabitlendiğimizi meraklı gözlerle birbirimizde arıyorduk. Bir neden yoktu. Ağzımdan bir an ‘Musa peygamber meselesi gibi’ bir şey çıkınca, susup, fısıltılı bir şekilde kendime ‘ne alaka’ diye devamını getirdim. ‘Devam et’ dedi Ali. ‘Musa’nın asasıyla, bize verilmiş ve mecburi yanımızdan ayrılmaması üzerine söz verdiğimiz tencerelerin hükmünü eşit tutuyorum’ dedim. Bir an Ali önüne eğilir gibi yaptı. Halının üzerinde bir şey arıyordu gibiydi. Çekyattan kalktı ve gözünü diktiği yere doğru çömelip, elini uzattı. Çekyata tekrar otururken avucunu açarak ‘bu kelebek gibi mi diyorsun’ dedi. Ölü kelebeği gösteriyordu. ‘Yani, bu ne demek şimdi’ dedim. Ali kelebeği gözlüğünü koyduğu masaya bırakarak ‘vesile diyorsun ya, bu da bir vesile işte; küçücük bir hayvan ve aslında o kadar önemsiz ki, bundan milyonlarca bulabilirsin dünyada ama derin düşününce bunun aslında bir vasıta olduğunu söyleyebilirsin’ dedi. Tam olarak ölü kelebek üzerinden benim verdiğim misal üzerine hak veremiyordum ama söylemek istediği şeyi anlamak üzereydim. ‘Bir harf ya da bir damla gibi mi? Netice için, var olması için bir parça daha mı demek istiyorsun’ diye sordum. ‘Biliyorsun’ dedi, ‘Musa peygamber asasını yere vurmasa da Kızıldeniz ikiye ayrılabilirdi ama bu önemsiz bir ayrıntı gibi gelebilir ama asasını toprağa vuruşuyla beraber su ayrılacağı noktadan iki ayrılmaya başladı. Buna ister dalgaların maksimize edilmiş kuantum gücü olarak da bakabilirsin, istersen mucizevî bir olay. Maksat burada mucize üzerinden bir hadiseyi yorumlamak da değil. Hayatın kendisini basit sebeplere bilimsel açıklamalar getirerek yapan insanlar gibi görürüm o zaman. Bir efsane varsa, epistemolojik ve ontolojik olarak bu efsane tektir ancak sebepler vasıtasıyla yürüdüğüne ben de inanıyorum. Buraya kadar kucağımda bu tencereyi taşımak istemezdim elbette ama mademki bu olması gerekecek, taşımayanların üzerine iftira atıp, kendimi temize çekemem. Bir ceza olarak değil belki merhamet meyvesi olarak da görebilirim. O zaman benim anlatmaya çalıştığım kelebek olayına aklımız mantıklı çıkarımlar getirmeye başlar.’
Ali’yi rahat bırakmak istiyordum. Kendi tenceremin içerisinde yanık lekelerini göstermemek için bu tencere bahsini kapatmam gerekiyordu. Yüzüm ziyadesiyle bir gülüşten uzak haliyle, zamanın demans trajedisine ayak uyduruyordu. Girift bir dramın ortasında, İskandinav öykünmelerine benzeyen, beyaz tenli, başka bir insan haline dönüşmüş insan ırkı üzerine ağıt yakabilirdim. Tencerem bu yüzü benden asırlar öncesine çekmekte mahirdi. ‘Neden okunmuş makarnayı pişirdin’ diye sordu Ali. Mevzu ağırdı ağır olmasına ve izahı da gerçekten güçtü. Konuyu değiştirmek için sabırsızlıkla bekliyordum. ‘Ali’ dedim, ‘ben tencereye ve kendime ihanet ettim.’ ‘Hasta oluşunu da bu yanlışa mı bağlıyorsun’ diye sordu Ali. ‘Hayır, mevzu bu sefer çok farklı. Daha önce, çok önceleri yaşanmış bir olaydan bahsetmek istiyorum sana’ dedim. ‘Hay hay, anlat, dinliyorum’ dedi. Su içer misin diye Ali’ye sordum. ‘Olur’ dedi Ali. Sürahiyle beraber iki bardağı alıp odaya geri döndüm. Tekrar oturduğumda ‘ne kadar da yorgun hissediyorum kendimi’ dedim. Ali su doldurduğum bardağı ağzına dayamıştı. Benim konuşmamı bekliyordu. Ali’nin dudaklarının kıpırdamaya başladığını görünce, konuşmaktan vazgeçtim.
‘Yaptığım yanlışı tutulacak bir yanı yok. Bize zorla tutturulan ve taşıttırılan tencerelerin bir amacı olduğunun farkındayız ama bu yanlışın sahiplenilecek bir tarafı yok. Uzun zamandır Kendi tenceremin içine koyduğum eşyaları, cam kapağı üzerinden izliyor ve ara sıra ‘ne zaman bitecek’ diye sorduğum oluyordu. Bir süre sonra tencereyi taşımaktan dolayı yorulduğumu fark ettim. Önce beni duygulandıran eşyaları içinden çıkarıp, boş bırakmaya başladım. Sonra içinde hiçbir şeyi pişirmemeye söz vermişken, bir gün gülen yüzüyle karşıma çıkan bir hayaletin esiri oldum. Bana gülüyor, uzun siyah saçları raks ediyor ve dudakları açılıp kapanıyor, arasından dişlerini, ayrıca karanlık ağzını görüyordum. Bu ağız ince bir şekilde mağaranın en derin yerlerine açılan delikten başkası bir şey değildi. Umutsuz bir şekilde cinsel içtepinin kurbanı olduğunu söylemek zorundayım. Ona çiçeklerin en güzelini sunmayı kendime görev edindim önce ve toprağın içinden değerli bir taş çıkarmak için yola koyuldum. Seninle görüşmediğimiz zamanlarda günlerim bu şekilde geçtiğini söylemek zorundayım. Senin yanına gelip, bir şeyler konuşmak, en azından dertleşmek istemiştim. Tanrı var olsun ki bunu istedim ama yapmadım. Hep son anda başka bir şeyin engel oluşuna şahit oldum. Neyse, Tanrı’ya önceleri yakınlaştığımı söylemeliyim. Bir süre sonra o yüze olan aşkımın beni mahvettiğini fark ettim. Kendimi arıtık ne kadar kaptırdıysam, bir gün değerli taş arama yolunda, ormanın içinde yolumu kaybettiğimi fark ettim. Bu arayış günlerimde tenceremin kırık kulpunu yanımda taşıyordum. En azından bu bana tencereyi hatırlatır da ya da zor da kalırsam tencereyi hatırlarım da, işimin kolaylaşması adına Tanrı’ya dua ederim diye düşünüyordum. Hava iyice soğumaya başlamıştı. Akşam olmuştu. Eve dönmem gerekiyordu ama ağaçlar artık her biri birbirine benziyor ve geldiğim yolu bulmam imkânsız hale gelmişti. Tenime yapışan teninin kokusunu alıyordum. Bu nasıl oldu diyeceksin. Üşüdüğümü hissederken birken ısındığımı fark ettim. Kollarımı açtığımda karanlığı yarmaya çabalıyordum ama tenime yapışmış bir tenin varlığının artık farkındaydım. Başı kesik bir bedendi bu. İnan anlatırken çok saçma geliyor ama çabalıyorum mantıklı olması adına. Gözlerinle mi gördün diyeceksin? Hayır diye cevap verebilirim. Saçları üzerimdeki kıyafetten içeri girmiş, sırtımda dolaşıyordu. Elleri omzuma doğru uzanıyor ve yağlı bacaklarıyla bana sımsıkı tutunuyordu. Artık eve dönüş yolunu bulamayacağımın farkındaydım. Üşümüyordum ama tenime yapışmış o tenin ağırlığı karşısında bunalıyordum.’
Ali’nin susmasını bekliyordum. Eskiden kendime özel bir oda bulduğum zamanlar ben de böyle saçma hikâyeler okuyup, oturup aynı hikâyelerden esinlenircesine hikâyeler yazıyordum. Ali’nin bana anlattığı şey bana eskiyi hatırlatmıştı. Yüzündeki gergin ifade geçecek gibi değildi. ‘Sonra’ dedim, ‘ne oldu?’
‘Koşarak uzaklaşmak istedim. Bunu istedim o an, koşarak oradan uzaklaşmak istedim. Tencere elimden yere düşmüştü. Kapağı elimdeydi. Üzerimde hissediyordum onu. Bir an kendimi rahat hissettim. Saçma sapan filmler izlemekten dolayı böyle hissediyorsun diye kendimi rahatlatmaya çalıştım. Bir süre tencereyi almak için çömelmeden bekledim. Sonra ‘kendi kendine ettiğin zulümden dolayı tebrik etmelisin oğlum kendini’ diyerek çömelip, tencereyi almak üzereyken gözlerinden ateş çıkaran o siyah saçlı şeyi gördüm.’
Fena canım sıkılmaya başlamıştı. Uzun süredir insan yüzü görmediğim evimde, insan olarak Ali’yi yanıma çağırmıştım ama fena saçmalıyordu. Bu tencere mevzusunun kimileri için kötü hadiseler getireceğini bazı insaflı insanlar önceleri söylemişti ama onları pek çoğu takmamıştı.
‘Geriye iki adım attım. Belki üç, bilmiyorum. Tencere içerisinden başla beraber yavaşça bir vücut ortaya çıkıyordu. İki elini tencerenin kulplarından tutarak çıkmaya çalışıyordu. Siyah saçları yüzünden önce kadın zannettim. Omuzları, elleri kan kırmızı renkteydi. Korkudan ne yapacağımı kestiremiyordum. Kaçmak istiyordum, tencerede umurumda değildi artık ama kaçmak için ayaklarımda derman bulamıyordum. Göğüslerine bakınca ne olduğunu anlarım diye düşündüm. Bu yaratık her neyse dişi mi erkek mi diye o an meraklanmam elbette şaşırtıcı gelebilir ama o an da kaçamıyorsam kabul edeceğin üzere dostum, hadisesin özünü anlamaya çalışmak için kafa yormaya başladım. Damacana kapağına benzer iki sarkık etin önünde olduğunu fark ettim. Sanki yanmış ve büzüşmüş et parçacıklarını andırıyordu. Tencere içerisinden tamamen çıktığında ateş çıkaran gözleriyle bana bakıyordu. Ayakları incecik ama upuzundu. Belki yarım metre varlardı. Bacakları da vücudunun üstü gibi kan kırmızı renkteydi ama beni şaşırtan şey ağzı bacaklarının arasındaydı. Yüzüne tekrar baktığımda gözlerinin altında hiçbir şey olmadığını görünce korkuyla karışık merak duygumun beni nasıl bir macerayla karşı karşıya kaldığımın farkında olmadığını anladım. Ne aklım ne de duygularım çalışacak halde değillerdi.’
Ali susunca ben de rahatladım. Gerilmiştim. Eğer bir şey demek isteseydim aynen şunu söyleyecektim ona:’ Sikiştiniz mi yani? Bir cinle mi sikiştin, şeytanla mı ne demek istiyorsun?’
‘Sonra ne olduğunu merak ediyorsun değil mi dostum? Ben uyandığımda sabahın ilk ışıkları toprağı ısındırmaya başlamıştı. Gözlerimi açtığımda tencereyle kapağı yan yana ayaklarımın ilerisinde gördüm. Ayağa kalkma çabam son derece seri bir hareketle olmuştu. Bu hareketimin seriliğine şaşırmamla beraber ilk iş olarak tencerenin yanına gittim. Tencerenin içerisinde garip bir şeyin oturduğunu fark ettim. Uyku sersemi bir halde ‘sen de kimsin’ diye sordum. Bana baktığında gözlerindeki yarı alev dolu bakışlar içimi ürperten şey ‘ben senin oğlunum baba, ben cin Ali’ dedi.’
Ali bana bakıyordu. Ben Ali’ye bakıyordum. İkimizde birbirimize bakarken birden Ali’nin kahkahasıyla ortamdaki gergin atmosfer boşlukta duraksadı. ‘Ne oldu yani, gülemeyecek miyiz arkadaş? Tencere de tencere, bıktım bu tencere olayından. Hikâye uydurduk işte kıçımızdan. Sen de böyle mal gibi bakacağına gülsene be dostum!’
Ali’nin hikaye uydurması bir yana tencerelerin insanlar üzerinde nevrozlara yol açtığını kanıtlarcasına Ali’ye baktım. Gülmüyordum. Gülmek gelmiyordu içimden. Ali karşımda oturuyordu. Gözlüğünü eline almış, onunla oynuyordu.
‘Ben sana sebepler dahilinde gerçek hadiselerden bahsedeyim, en azından mantıklı açıklamalar üzerine bir şeyler anlatayım diyorum, sen kalkmış bana kıçından hikaye mi uyduruyorsun?’
‘Ne yani beğenmedin mi? Bu arada sen bir şey anlatacaktın, ben bu hikayeyi anlatınca sen sustun. Neydi anlatmak istediğin o şey?’
‘Uydurma kıçından hikaye. Anlatacağım şey de önemli değildi, boş ver. ’
‘Niye zamanında senin uydurduğun hikayeleri zorla bana okurken bir şey diyor muydum?’
‘Vay, konu buraya mı geldi şimdi?’
‘O konu hiç bitmedi bence dostum. Kendi saçmalıklarını bana okurken, ben sana gaz verirken her şey iyiydi de şimdi kalkmış sana gülmen için bir hikaye anlatırken neden zoruna gidiyor?’
‘Haksız değilsin.’
‘Nasıl? Haklı olduğumu mu söylemek istiyorsun?’
‘Hayır, haklı filan değilsin. Sadece eski zamanlardan örnek verince, o konu da haksız değilsin demek istedim.’
‘Ne oldu, bıraktın mı yoksa yazmayı?’
‘Tencere olayından beri, evet, sanırım…’
‘İyi olmuş. Kendine de iyilik yapmış olduğunu anlamış olman lazım.’
Bir süre sustuk. Aslında uzun bir süreliğine görüşmemek üzere sustuğumuzu fark etmemiştim o an. O çıkarken tenceresini nasıl da kucağında tuttuğunu gördüğümde, ister istemez kucağındaki tencerenin nasıl da esiri olduğunu iyi gözlemleyebiliyordum. O gidince mutfağa geçip kendi tencereme baktım ister istemez. İçimden onu tutup, pencereden sokağa atmak geliyordu ama bunu gören biri hemen beni şikayet edebilirdi. Her şeyi geçtim, daha sonra sokakta başıboş halde tencereyi görenler görevlileri çağırıp, küçük çapta sokakta bir kaosun oluşmasına sebep olabilirlerdi. O zaman da herkesin tencereleriyle kapı önlerine çıkıp, tenceresiz olan kim varsa suçlanacağını da biliyordum. Bir keresinde bu saçma olaya gözlerimle şahit olmuştum.
Uzunca bir süredir üzerine oturmadığım sandalyeye başka bir gözle baktım. Bu sefer her şey değişebilirdi, kim bilir aptalca bir tencere yüzünden mahvolmuş hayatımın aslında eskisi gibi devam edebileceğimi kanıtlayabilirdim. Pencereye yakın yerde duran Sandalyeyi kucaklayıp, masanın kenarına doğru getirdim. Duvara baktım bir süre ve sonra sandalyeye oturdum.
YORUMLAR
her tencerenin kendince derdi var.
Kahramanın yolculuğu kitabındaki gibi atıf var aslında. Türk usulü distopya :) eh okunmuş makarna okunmuş su ölmeyecek insanlar kısa günün karı yaşamlar.
HakkınSesi
Dün güzel bir konser verdik sahilde. Bir abimizle beraber Türk sanat musikisi konseri. Öyle bağıra bağıra 'aksam oldu huzunlendim ya da Gamzedeyim deva bulmam' demekte rehabilite ediyor insanı. Bi de gelip geçenlerin gülmesi filan da hoştu. Gülmeyenler mal zaten. Onlar hiç gülmesin değil mı ;)
benim bu aralar zaten boğuştuğum görünmez sıkıntıların üstüne bir de bu yazıyı okumam ne derece mantıklıydı bilmiyorum ama tencereyi her elime alışımda bu hikãyeyi hatırlatacağı ve kapağı açınca içinden acaba in mi cin mi çıkacak korkusunu yaşatacağı kesin...
sağol HakkınSesi...sağol...
yazmadın yazmadın sonra da durdun böyle sıkıntılı şeyler yazdın...
HakkınSesi
Bu aralar tarhanaya taktım. Hafif ekşimsi yoğurtla çok leziz oluyor. İçine tavuk suyu da mutlaka olacak. Tabi damak tadına göre de en son reyhan atılabilir içine.
Gule
annemin kendi eliyle yapıp bana verdiği şahane tarhana var...bu arada annemin el lezzetine doyum olmaz...ekşimsi yoğurdu çorbanın içine mi karıştırıp beraber kaynatıyorsun yoksa yanında yemek için mi?.ama evde reyhan yok annemin dağlarda toplayıp kuruttuğu bi baharat var o da iyi gidiyor çorbalara...belki odur reyhan...
bayan m:) bu hitap şekli güzel gerçekten hoşuma gitti sağolasın...şu yoğurt işini açığa kavuştursan da ona göre pişirsem...