- 488 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Çok Sesli Bir Medeniyet Senfonisi
Pek çok defa sükunet ararken buluruz kendimizi. Aranırız günlerce soğuk koridorların loş parkelerinde. Ancak ne hikmetse kaçmak istedikçe bir fazla gömülürüz bu debdebeye. Gömülürüz; çünkü köyümüz dahi işgal edilmiştir dört bir yandan. Kaçacak bir mekan, tutunacak tek bir dal kalmamıştır. Köylünün evinde dahi baş köşe televizyonundur artık. Yani köyün de pek bir farkı yoktur şehirlerden. Hattâ en büyük farkı olan masumiyetin yerinde, bugün yeller esmektedir. Dört bucağı döşeli açık cezaevi olmuştur her biri.
Kışları sobanın yerini kalorifer aldığından beri, köyün ve sâfiyetin en büyük esamesi olan çıtırtı sesleri de yok denecek kadar azalmıştır. Kimi zaman korna sesi kimi zaman da bir aptal kutusu; zalimce kıstığı bu sesleri bastırmakta, çıtırtı sesleri de yerini bir filistin hüznüyle bu gürültü senfonisine bırakmaktadır. Evet; medeniyet, çok sesli bir gürültü senfonisidir ve ısrarla hücum etmektedir özelimize. Ve ne televizyonu kapatmak ne de telefonu bir yana fırlatmak engel olur bu istilaya.
Nitekim tükenmeyen bir plağa da benzetebiliriz medeniyeti; sesini kısmak fayda getirir bir çözüm olmaz, ve olamamıştır da bugüne kadar. En basitinden bir misal verecek olursak ezan okunurken kıstığımız radyo sesi, ezanın peşi sıra eskisinden de gür çıkıyorsa, şuh sesli bir veba çığlık çığlığa kendini pazarlamaktaysa; bir anlığına kalbimize dolan sükunet, huzur getirmeyecektir elbet. Belki bir parça, kesintili de olsa kalp yalnızlığımıza iyi gelecek; ancak yayın devam ettiği müddetçe anlık huzurun geçici hafifliğinde kaybolmaya ve kendimizi kandırmaya devam edeceğiz.
İlginçtir ki bu medeniyet senfonisinin ilk icraatı iç sesimizi kesmek olmuştur. Belki de kendi sesini hakim kılabilmek için. Kendi sesine alternatif bir ses olmasın; öyle ki kalp söylemesin sussun, zihin en mühim faaliyetinden yoksun olsun, sesi kesilsin ama sayısı azalmasın koyunların diye!
İşte böyle böyle çağa hakim olan seslerden kendimizi duyamaz hale geldik. Seve okşaya uyuşturduk, uyuşturdular bedenimizi, kalbimizi, zihnimizi. Kafayı kuma gömmek misali körleştik. En çok da mazlumun inlemelerine tıkadık kulaklarımızı. Minicik yavrulara ninni diye dinlettik bu iniltileri. Ve nihayet muhatab olduk Allah’ın "Onlar kör, sağır ve dilsizdirler" ayetine. Oysa kesin çözüm anlık dürtülerle değil ıtkan üzere olmakla gelecekti. Medeniyet savaşında galibiyet; ayeti hayata hakim kılmakla, bu nizamı bir yaşam şekli kabul edip öylece yaşamakla elde edilecekti. Cahit Zarifoğlu’nun da tabiriyle televizyon karşısında muhallebileşmiş bir kıvamda değil; tekbir nidaları eşliğinde, kıyamda iken dalgalanacaktı İslam Sancağı. Hareket, bizim düsturumuz; keyfiyet değil. Yani demem o ki; kendimizi kandırmak yerine kolları sıvayıp bir yerden başlasak artık. O hayatı, hayatımız bellesek. Benim yaşam tarzım bu, asla vazgeçmem diyebilsek. Şu da oluversin niyetine samimiyetimizi tüketmesek. Önce kalbimize dinletebilsek hüznümüzü. Kalbimiz razı olsa önce, yapıp ettiklerimize. Tabi tüm bunlar için her şeyden evvel kalbimize kulak vermek gerek. Ancak vehn hastalığı ve bir de şu malûm senfoni çepeçevre kuşatmış durumda kalbimizi...
Unutmadan! Herkesi kandırabiliriz ama kalbimizi asla.
Leyla Gülaçar