- 595 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İYİ HABER KUŞLARI
İYİ HABER KUŞLARI
Giysileri tertemiz, özenli ve bakımlıydı. Kahverengi beneklerle bezenen ellerinin arada bir titremesi, gözüne inen hafif perde, çalışmasına engel değildi.
Sabahları genellikle erken uyanırdı. Hiç kimse onu kuşluk vaktine dek uyurken görmemişti. Evin içinde özel köşesi vardı. İki kerevetin kesiştiği yer. Bacaklarını toplar öyle otururdu.
Görme yetisi hayli azalmıştı. Yürüyüş konumunda iken bedeninin sağ yanı sol yanına isyan ederdi. Ayağının biri aksıyordu. Ancak yüksek frekanslı sesleri duyabilirdi.
Her derde deva ilâçlar hazırlardı kendince. Yabansı bitkiler, otlar, meyve ve sebzelerden oluşturduğu usareleri küçük kavanozlara doldurup kilerde saklardı.
Ayaklı singer dikiş makinesini artık kızı kullanıyordu. Sık sık tozunu almayı ihmal etmezdi. Makine sadece dini bayramlarda kapalı tutulur kullanılmazdı. Üstü Çaput pazarından alınmış kadife seccade ile örtülürdü.
Dikiş işlerinden artakalmış kumaş parçalarını - renkli, düz, desenli, kareli, çiçekli- minik kare, üçgen, dikdörtgen şeklinde keserdi. Köşesi kanaviçe işlemeli beyaz bir bohçası vardı. Turuncu sepet içinde kırmızı mor çiçekler, yeşil yapraklar. Yıllardır durur. “On bir yaşındayken işledim. İnsanoğlu, şu bez parçası kadar bile kalıcı değil dünyada.” der, dalar giderdi sisli geçmişine.
Bohçası, yastık yüzleri, yorgan kapakları, elbise örtüsü birörnek olurdu. Kanaviçe, sarma, ara danteli, beyaz iş, Türk işi, Çin iğnesi, mekik oyası… İşlemesine dokununca sanki ninenin sıcak teni hissedilirdi. Namaz kıldığı seccadeyi, yatağının üzerindeki örtüyü kendisi yapmıştı. Gelinine, kızına, torunlarına da ürettiği eşyaların bir kısmını armağan olarak verirdi. Yamaları düzgün keser, renklerini birbirine uydurmaya çalışırdı. Herkes onun gibi incelikli iş çıkaramazdı. Ev halkı ,“Ayşe ninemiz bir başka.” derlerdi. Çeyiz sandığında saklardı bunları; lavanta, fesleğen keseleri arasında. Artık böyle ince işleri yapmayalı yıllar olmuştu.
Onun gözünde bütün eşyalarının ayrı bir değeri, anısı vardı. Atmaya kıyamaz, eprimiş de olsalar tümünü el altında tutardı. Yaz günleri kahve pişirdiği ispirto ocağı, kış gelince içinde pirina yaktığı küçük bakır mangalı beyaz işlemeli örtülere sarılı olarak mutfağın bir köşesinde dururdu.
Dolma, sarma, börek yaparken, mantı dökerken yardım ederdi kızına. Her yıl muhacir tarhanası yapar, bütün çocuklarına dağıtırdı.
Gayrı kocamıştı. İğneye iplik takacağı zaman zorlanır mutfakta yemek, bulaşık işiyle uğraşan kızına seslenirdi. Kolay takabilmesi için ince tel almışlardı ona ama artık bir yararı olmuyordu.
Radyoda Rumeli türküleri çalınca evliliğinin ilk yıllarına uzanırdı düşleri. Ege’nin öbür yakasına, Arnavutluk’a, Koniça’ya… Çocuk yaşta evlendiği günlere… İstemeye geldikleri vakit, sokakta diğer çocuklarla oyun oynuyordu. On iki- on üç yaşlarında var yoktu…
Gelinlik kız gibi görünmüş ele güne, evlenip ellere karışmıştı. Ev işleri, bahçe, tarla, hayvanların bakımı dâhil her işe yetişiyordu. Senesine varmadan topaç gibi bir oğlan çocuğu doğurmuştu. Ardından kocasının askere gidişini anımsadı içi burkularak. Günler, aylar, yıllar geçtikçe sıkıntısı da yükü de çoğalmıştı giderek. Yokluk, özlem, bekleyiş… Savaş yıllarıydı. Terhis olmasına karşın eşi geri dönmemişti. Bir kötü kadına tutularak İstanbul’da kalmıştı.
Çıkmadık candan umut kesilmezdi. Yakasını kurtarabilse… Gelirdi elbet. Zorla tutulduğunu sanır, kendini buna inandırırdı. Oysa kocası orada çoluk çocuğa karışmıştır ama aklı hep Koniça’dadır. Teskereyi alınca dönmeyi düşünmüş düşünmesine ancak bu eylemi gerçekleştiremeden birlikte yaşadığı kadın tarafından ekmek bıçağıyla öldürülmüştü.
Savaş, yokluk, çocuk, genç yaşta dul kalmak daha bir koyar içine. Henüz yeni yetme fidan gibidir. Kısmeti çıkar çıkmasına da çocuğunu istemez damat adayı. Sokaktaki çınar ağacının yaprakları kadar çok düşünür. Gönlü kaymıştır adama, razı gelir evlenmeye. Zamanla yumuşar katı tutumundan vazgeçer diyerek avutur kendini. İçi dağlansa da dedesinin yanına gönderir oğlunu. İnattır yeni kocası; Nuh der peygamber demez, geri adım atmaz. O günden sonra göremez çocuğunun yüzünü.
Mübadele yıllarıdır, Türkiye yolu görünür. Geride bıraktığı tek evladıyla vedalaşmasına izin verilmez. Evini son bir kez derler toparlar. Yerleşecek olanlara ayıp olmasın, kıymetini bilsinler, hayrını görsünler deyip uğraşır didinir. Tertemiz yıkar her yeri, yeni gelin evi gibi bırakır. Bırakır da… Ayakları geri geri gider avludan. Bir türlü çıkış kapısına ulaşamaz. Koniça’nın rüzgârı deli deli eser saçlarında. Saçaktaki kırlangıç yavrularına dokunur buğulu bakışları. Kanatları kırık ayrılır yuvasından.
Puslu bir sonbahar günü ulaşırlar İstanbul’a. Fazla oyalanmazlar orada. Büyük şehir bize göre değil deyip Milas’a geçerler. Küçük ama ekip biçebilecekleri bahçesi olan bir eve yerleşirler.
İç geçirdi derinden nine. Yedi sekiz yaşlarında ayrıldığı oğulcağızı düştü aklına. Başını iki eliyle kavrayarak sallayıp durdu bir süre.
Ne zaman tablasıyla sokaktan geçen bir simitçi görse, Rumeli’de kalan oğlunun kokusunu duyumsar, burun kemiği sızlardı. Ekmel simit satar, evin giderlerine katkıda bulunurdu. Soğuktan çatlamış minik ellerinde üç-beş kuruş ve bir halka simitle dönerdi eve. O taze gevreğin tadını ne İstanbul’da, ne de Milas’ta bulabilmişti.
Hısım akrabasıyla iyi geçinmeye çalışır çocukla çocuk, büyükle büyük olur. “Ölü evine giden ağlar, düğün evine giden oynar.” misali oyalı yazmasının kenarına iliştirir bir tutam kadife çiçeğini, geçer halay başına…
Hafızası iyiydi ninenin, asırlık çınar gibi devirmişti yılları. Ömrünün son yirmi beş yılı. Neler geçerdi aklından dikişe dalınca. Kızının sesi geliyordu mutfaktan. Rumeli türküleri söyleyen sanatçıya eşlik ediyordu.“Arda Boylarına ben kendim gittim.
Dalgalar vurdukça can teslim ettim.”
Kuşlukla öğle arası kahvenin acı kokusu sarar bütün evi. Ayşe nine kavrulmuş kahve çekirdeği kokusuna bayılır, canlanır bedeni. “Uzun saplı tavada şöyle kararınca kavrulup pirinç el değirmeninde çekilmeli kahve dediğin. Değirmen de iyi olmalı, iri taneler iyice öğütülmeli. Bol köpüklü, orta şekerli kahve gün ortası pek keyifli olur. Hele bir de ağzı güzel laf yapan biri varsa, kahve falı da fena olmazdı hani.” Bakan olmasa da fincan bir iki döndürülür, ters çevrilerek tabağına konurdu. Soğuyunca göz gezdirir telvelere. Bakar yollara, kabaran yüreğine, gagasında mektup getiren kuşlara, telgraf tellerine… Kızı hemen yıkar fincanları, “Tez çıksın niyetler, kısmet kapanmasın.” diye söylenirdi.
Yine kumaş parçalarına döner. İğnesini alır, ipliğin ucunu diliyle ıslatır. İğne ipliği bir yaklaştırır, bir uzaklaştırır gözüne. Denk gelirse ne ala, yoksa sabrı tükenir gibi olunca kızına seslenir. Ellerinin titremesi yıllarla birlikte artar. İpliğe düğüm atarken bile zorlanır. Yamalı bohçalarını, kırkyama örtülerini dikmekten vazgeçmez yine de. Dalar gider kumaş parçalarını dizerken, eklerken. Mutlu olur yaptıkları beğenilip kullanılınca. İşe yaradığını düşünür, kendini daha iyi hisseder, sıkıntılarını unutur.
Mahallede Belediye ebesi olmasına karşın genellikle nineyi de çağırırlardı. Doktor Sezai Bey’le de böyle bir doğum anında tanışmıştı. Kanaması vardı annenin. Sezai Bey Ayşe ninenin adını duymuştu. O da Rumeli’den gelmişti göçmen olarak. Birbirlerine çabuk ısındılar.
Sık sık baba ocağını ziyaret ettiğini anlatınca, yüreği ağzına gelir Ayşe ninenin. Evladını anlatır soluk soluğa; yerini yurdunu, ölen kocasını. Yanya küçük yerleşim birimi olduğundan herkes birbirini tanırmış. O günden sonra karşılıklı haberler, mektuplar, fotoğraflar ve hediyelerle özlem giderirler. Kuryelik yapmış Doktor Sezai Bey. Yüksünmeden, kibirlenmeden ortak olmuş duygularına. Kimi zaman iyi, kimi zamansa kötü haberlerle gelmiş.
Uzun sürmemiş ninenin mutluluğu. Evlenip çocukları olduğunu öğrendiği evladının, ölüm haberini almış çok geçmeden. Bir kez daha yanmış yüreği. Hiç görmediği torunları sele kapılmış. İki kızını yitiren baba da evlat acısına fazla dayanamamış.
Ömrünün yarısını özlemle, diğer yarısını acıyla geçirdi Ayşe nine. Geceler sabaha erişmez, gündüzler geceyi özlemez olmuş. Düşlerinde ayaklarının altından kayar tutunduğu toprak, yükseklerden dökülür, boşluğa akar, kör kuyulara düşer, eser savrulur kavruk bedeni. Sıçramalar, ürpermelerle uyanır anlık uykulardan. Biri “hadi eski günlerden anlat” dedikçe gözleri dolar, dalar gider uzaklara. Balkanlara uzanan yollar, hayaller.
Elindeki işi bırakıp bahçedeki limon ağacına baktı. Kış günü üzeri meyve yüklü, parlak yeşil yapraklı verimli ağacı okşadı gözleri. İlkyazda açan beyaz çiçeklerle gelin gibi süslenir, insanın içini bayıltan kokusuyla tüm bahçeyi kucaklardı. Renkli kelebeklerin uğrak yeriydi ince bedeni. Tombul bir serçe kondu dalına.
Zeytin ağaçlarına kaydı bakışları. Kırlangıçların, yusufçuk kuşlarının dallarına konmaya kıyamadığı. Cennetin ölmez ağaçları. Sağlam, dayanıklı; bir o kadar narin, kırılgan. Yaşlandıkça derinlere kök salan, gövdesinde boğumları, kırışıkları artan, yukarı uzanan başıyla dimdik, gururlu. Meyve verince boynu bükülen, eğilen dalları yere değen barış ağacı. Toprağa ilk diktiği günleri, çelimsiz ürkek gövdelerini anımsadı.
Önce suyunu, sonra kahvesini yudumladı. “Daldın yine anne.” dedi kızı kahve kokuları arasında. Lokum getirmişti, uzattı annesine. Falında hep uzun yol çıkardı, hep uzun yoldan birileri gelirdi. Artık umudunu yitireli fincanı kapatmaz olmuştu. İyi haber kuşlarını da zeytin ve limon ağacında görüyordu.
Her namaz sonrası dua ederdi, ölen evladının, dünya gözüyle göremediği torunlarının ruhuna. Kendisini İstanbullu kadın için terk eden ilk kocası, oğlundan ayıran ikinci eşi gelirdi aklına. Evlatlarımın babası diyerek anardı.
Gökte en parlak, en büyük yıldız onundu. El sallardı kimi zaman Ayşe nineye.
Fazilet Ünsal Eliaçık
Altındağ Belediyesi
8 Mart 2016
“Kadının Penceresinden” Öykü Yarışması Üçüncülük Ödülü
Berfin Bahar Dergisi
Temmuz/2016
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.