- 940 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR BABANIN OĞLUNA NASİHATLERİ 2
EY OĞUL
..:: 2 ::..
Rivayet edilir ki, sahabe-i kiramdan bir cemaat (Allah onlardan razı olsun), Resûlullah (s.a.v.)’m yanında Abdullah b. Ömer’i 10(r.a.) andılar.
Hazreti Peygamber (s.a.v.):
– O ne iyi adamdır, keşke bir de geceleri namaz kılsaydı, buyurmuştur.
Peygamber efendimiz ashabından birine:
– Ey filan! Geceleri çok uyuma, zira çok uyku sahibini kıyamet gününde fakir düşürür, buyurmuştur.
Ey oğul!
“Gecenin bir kısmında uyanıp, (Kur’ân-ı Kerim okuyarak) namaz kıl”. (İsra Sûresi: 79) âyet-i kerimesi bir emirdir.
“Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederlerdi”. (Zariyat Sûresi: 18) âyet-i kerimesi bir şükürdür.
“Seherlerde Allah’dan mağfiret dileyenler…” (Âl-i İmran Sûresi: 17) âyet-i kerimesi de bir zikirdir.
Hazreti Peygamber (s.a.v.), “Allahü Teâlâ üç sesi sever: Tan ağarırken öten horozun sesini, Kur’ân okuyanın sesini, seher vakti istiğfar edenin sesini” buyurdu.
Süfyan-ı Sevri 11 (Allah ona rahmet etsin) dedi ki:
– Allahü Teâlâ seher vakti esen, zikir ve istiğfarları kendisine getiren bir rüzgâr yaratmıştır.
Yine dedi ki:
– Bir münadi, gecenin ilk saatlerinde Arş’ın altından şöyle seslenir: “Ey ibadet edecekler, kalkın!”. Bu sesi işitenler kalkarlar. Allah’ın takdiri ve lütfettiği kadar namaz kılarlar. Sonra gece yarısında bir münadi yine seslenir: “Ey çok uzun namaz kılıp dua edenler, uyanınız!”. Bunlar da uyanıp kalkar ve seher vaktine kadar namaz kılar, dua ederler. Seher vakti gelince yine bir münadi seslenir: “Ey istiğfar edenler, kalkınız!”. Bu ses üzerine onlar da kalkar, Allahü Teâlâ’dan, tevbe istiğfar ederek mağfiretlerini isterler. Tanyeri ağarıp, güneş doğduktan sonra yine bir münadi şöyle seslenir: “Ey gafiller, kalkınız!”. Gafiller de, mezarlarından dirilip kalkan ölüler gibi yataklarından doğrulurlar.
Ey oğul!
Lokman Hekim’in 12 de oğluna şöyle öğüt verdiği rivayet ediliyor:
“Oğlum,
Seher vakti sen uykuda iken horoz uyanıp öterek senden daha ferasetli olmasın”.
Şair ne güzel söylemiş:
Gecenin ortasında bir dalda, bir güvercin ahedip inledi,
Halbuki ben uyuyordum. And olsun Beytullah’a ki, ben aşkımda samimi değilim, yalan söylüyorum. Zira gerçekten âşık olsaydım güvercinler ağlamakta beni geçemezdi. Kendimi Rabbime âşık zannediyorum. Halbuki ben ağlamıyorum da, hayvanlar ağlıyor!
İBADET ve TAAT NEDİR?
Ey oğul!
İlmin esası, ibadet ve taatin ne demek olduğunu bilmektir.
Şunu bilmelisin ki, taat ve ibadet, söz ve işlerinde Allah’ın ve Peygamberinin koyduğu emir ve yasaklara uymaktır. Yani söyleyeceğin, söylemeyeceğin, yapacağın veya yapmayacağın her şeyde şeriata uymak demektir. Mesela, Kurban Bayramı ve onu takip eden teşrik 13 günlerinde oruç tutacak olursan isyan etmiş, günaha girmiş olursun. Yahut da zorla alınan elbise ile namaz kılarsan, namazın ibadet olduğu halde, yine günahkâr olursun.
Söz ve fiilinin şeriata uygun olması gerekir. Zira, şeriata uymayan ilim ve amel sapıklıktır. Sofuların neşeyle ileri geri söyledikleri sapık sözlere ve yaptıkları taşkınlıklara aldanmamalıdır. Zira sofuluk yoluna girmek, boş söz ile, kuru gürültü ile değil, mücahede ile, riyazet kılıcı ile, heva ve hevesini söndürmek, nefsi öldürmekle mümkün olur. Yoksa sofuluğun verdiği neşeyle, yapılan taşkınca hareket ve sözlerle değil!
Bilmiş ol ki, başıboş bırakılan dil, gaflet ve şehvetle dolu kalp, azgınlık işaretidir. Esaslı bir mücahede ile nefsini yenemezsen kalbin asla marifet nuriyle aydınlanamaz.
Bilmiş ol ki, bana sorduğun soruların bazılarının cevaplarını yazı ve söz ile vermek doğru olmaz. O mertebeye yükselince onların mahiyetinin ne olduğunu anlayacaksın. Şayet o mertebeye yükselemezsen bunları bilmek senin için imkân haricinde kalacaktır. Çünkü bunlar zevk ve duygu işidir. Zevk ve duyguya hitap eden hiçbir şeyin ise sözle izahı mümkün değildir. Meselâ, acının acılığı, tatlının tadı ancak tatmakla anlaşılır.
Hikâye olunur ki, cinsî münasebet bakımından iktidarsız olan bir erkek, dostlarından birine
yazdığı bir mektupta cinsî münasebette bulunmanın nasıl bir zevk olduğunu sorar. Dostu yazdığı mektupta şöyle cevap verir:
– Ey dostum! Cinsî münasebetin hazzı tadınca anlaşılır, yazı ve sözle anlatılmaz. Senin iktidarsız olduğunu biliyordum ama şimdi anladım ki, aynı zamanda sen bir ahmakmışsın.
Bana sorduğun meselelerden bir kısmı bu kabildendir. Cevap verilebileceklerin bazılarının cevaplarını İhyau Ulûmi’d-Din ve benzeri kitaplarımda bulabilirsin. Onlara müracaat edip öğrenebilirsin. Burada sorduklarının sadece bir kısmına işaret edip kısaca cevap vereceğim:
Derim ki: Doğru yola, hak yoluna girmek isteyene dört şey vaciptir:
1 – İçinde bid’at olmayan doğru ve sağlam bir inanç,
2 – Bir daha kusur işlememek ve günaha girmemek hususunda nasuh tevbesi etmek.
3 – Hak sahiplerinin (hasımlarının) senin üzerindeki haklarını, onlar hoşnut oluncaya ve üzerinde hakları kalmaymcaya kadar ödemek.
4 – Allah’ın emir ve yasaklarını bilecek kadar din bilgisini, dünyada kendini kurtaracak kadar da diğer ilimleri okuyup öğrenmek.
ŞİBLÎ’NİN KANAATİ
Hikâye edilir ki, Şiblî (rahimehullah) 14 dörtyüz bilgine hizmet edip onlardan ders aldı. En sonunda şöyle dedi:
– Dörtbin hadîs-i şerif okudum ve öğrendim. Sonra bunların arasından birini seçtim ve onunla amel ettim. Sonra kurtuluşum için bu hadîsin bana kâfi geleceğini anladım. Eski ve yeni bütün ilimler bu hadîste toplandığı için ben de bunda karar kıldım. Şöyle ki:
“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ashabından bazılarına: Dünya için orada kalacağın müddet (nisbetinde) çalış, ahiret için orada kalacağın müddet (nisbetinde) çalış ve cehennem ateşi için de ona dayanabileceğin (sabredebileceğin) kadar günah işle.” buyurdu.
Ey oğul!
Eğer sen de bu hadîs-i şerifi biliyorsan fazla ihtiyacın kalmaz. Aşağıda anlatacağını şu hikâye üzerinde de düşün:
HÂTEM’İN HOCASINDAN ÖĞRENDİKLERİ
Hâtem-i Esam 15, Şakik-i Belhi’nin 16 (Allah ikisine de rahmet eylesin) öğrencisiydi. Şakik, bir gün Hâtem’e şöyle sordu:
– Otuz senedir benimle beraber kalıyorsun.. Bu zaman içinde benden ne öğrendin? Hâtem’in cevabı şöyle oldu:
– İlimden sekiz şey öğrendim ki, bunlar bana ömrüm boyunca kâfidir. Çünkü kurtuluşumu, bu sekiz şeyde görüyorum.
Şakik:
– Bu sekiz şey nedir? Ha tem:
Birincisi: Herkesin âşık olduğu bir sevgilisi,, gönül verdiği maşuku var. Bu sevgililerden bazıları ölüm döşeğine kadar arkadaşlık ediyor,, bazıları da kabrin başına kadar gidiyordu. Sonunda orada onu yalnız bırakıp dönüyorlardı.. Hiç kimse onunla beraber ölmüyor, mezara girmiyordu. Kendi kendime düşünüp dedim ki:
– Kişinin en hakiki dostu, kendisi mezara girdiğinde onunla mezara girip arkadaşlık edendir. Böyle bir dost ise, ancak iyi ameldir. Ben de kendime iyi amelleri dost ve sevgili buldum ki, bana kabirde arkadaş olsun da yalnız kalmayayım.
İkincisi: insanların arzularını tatmin için nefislerinin isteklerini yerine getirme peşinde koştuklarını gördüm. Bu da beni Allahü Teâlâ’nın, “Rabbinin huzurunda suçlu durmaktan korkarak nefsini süfli heveslerden nehyeden için de, şüphe yok ki, (varılacak) yurt cennettir“, (Sûre: 79, âyet: 40-41) kelâmını düşünmeye şevketti.
Kur’ân-ı Kerim’in doğruluğuna inandığını için, nefsimin isteklerinin aksine onlan zapt u rapta alıp dizginlemeye çalıştım. Tâ ki, Allahü Teâlâ’ya muti olsun, onun taatini ihtiyar etsin.
Üçüncüsü: İnsanların dünya malının ardından koşup onlan toplayarak sıkı sıkıya sarılıp muhafaza etmeye çalıştıklarım gördüm. Bu vaziyet karşısında Allahü Teâlâ’nın, “Sizde ne varsa tükenir, Allah’ın (rahmeti ve nimetleri) ise bakidir” (Sûre: 16, âyet: 96) âyet-i kerimesini düşündüm. Ben de, elde ettiklerimi Allah rızası için fakir-fukara arasında taksim ettim.
Dördüncüsü: Bazı kişiler, ululuk ve yüceliğin, aşirette, kabilede, akraba çokluğunda olduğunu zannedip bunlarla övünmek isterler. Diğer bazı kişiler de şeref ve izzetin, mal ve evlat çokluğunda olduğunu zannedip bununla övünürler. Bazı kimseler de şeref ve izzeti, başkalarının mallarını mülklerini zorla almakta, zulüm etmek ve kan dökmekte bulurlar. Bir kısmı da şeref ve izzetin mal ve mülkü lüzumsuz yere bolca sarfederek israf etmekte olacağına inanırlar.
Allahü Teâlâ’nın, “Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır (Allah’tan en ziyade korkanınızdır.)” (Sûre: 49, âyet: 13) âyet-i kerimesini düşündüm. Kur’ân-ı Kerim’in gerçekliğine sarsılmaz bir imanla inanarak, kendime cıvayı seçtim. Saydığım grupların zan ve iddiaların boş şeyler olduğunu anladım.
Beşincisi: insanların birbirlerini çekiştirdiklerini, birbirleri hakkında dedikodu ve gıybet yaptıklarını gördüm. Bütün bunların sebeplerinin de mal, mevki ve ilimdeki çekememezlikten kaynaklandığını gördüm. Allahü Teâlâ’nın, “…Bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında dağıtan… Biziz…” (Sûre: 43, âyet: 32) âyet-i kerimesini düşündüm. Böylece rızkların ezelde Allahü Teâlâ tarafından dağıtıldığını anladım ve hiçbir kimseye haset etmedim. Allah’ın verdiğine kanaat ettim:
Altıncısı: insanların bazı gaye ve sebeplerden dolayı birbirlerine düşmanlık ettiklerini gördüm. Allahü Teâlâ’nın, “Şeytan sizin düşmanınızdır. Onu düşman tanıyın…” (Sûre: 35, âyet: 6) âyet-i kerimesini düşündüm. Böylece asıl düşmanımın şeytan olduğunu anladım. Şeytandan başkasına düşmanlığın caiz olmadığını öğrendim.
Yedincisi: Gördüm ki, insanlar rızık ve geçimini temin hususunda şerefini alçaltarak, nefsini zelil edecek, şüphe ve harama düşürecek şekilde kazanmaya gayret ediyorlar. Allahü Teâlâ’ nm, “Arz üzerinde yürür hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’a ait olmasın” (Sûre: 11, âyet: 6) âyet-i kerimesini düşündüm ve anladım ki, rızkımı Allahü Teâlâ garanti etti ve ona kefil oldu ben de bu gibi taşkınlıklardan çekinerek ibadet-le meşgul oldum.
Sekizincisi: Herkesin bir yaratılmışa güvendiğini; kiminin mala-mülke, altına, gümüşe; kiminin sanat veya zanaatine; kiminin de kendisi gibi bir insan olmak üzere bir yaratılmışa bel bağladığını gördüm. Ben de bu durum karşısında Allahü Teâlâ’nın, “Her kim Allah’a güvenirse, Allah da ona yeter. Hak Teâlâ, emrini muhakkak yerine getirir. Hak Teâlâ her şeye bir ölçü tayin etmiştir”, (Sûre 65, âyet: 3) âyet-i kerimesini düşündüm ve Allah’a tevekkül ettim. O, bana yeter dedim ve O, ne güzel vekildir!..
Hatim sözlerini bitirince Şakik ona şöyle dedi:
– Ey Hatim! Allah seni emeline nail eylesin. Ben Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u ve Furkan’ı mütalâa ettim ve dördünün de bu sekiz mesele üzerinde ittifak ettiğini anladım. Kim bunlarla amel ederse, bu dört kitapla amel etmiş olur.
Ey oğul!
Bu iki kıssadan anlayacağın gibi, ilmini çok ilerletmeye ihtiyacın yok. Şimdi de sana hak yola girebilmen için lüzumlu malûmatı verip izah edeceğim:
MÜRŞİD VE MÜRŞİDİN HUSUSİYETLERİ Bilmiş ol ki, Allah yolunun salikine, güzel terbiye ile kendisinden kötü huyları çıkarıp atmak ve iyi huyları yerleştirmek için terbiye edici bir mürşit lâzımdır. Terbiye, mahsûlünün iyi yetişmesi ve olgun olması için diktiği bitkilerin arasında bitmiş olan yabancı ve zararlı otlar ile dikenleri söküp atan çiftçinin işine benzer.
Allah yolunun salikine de, muhakkak ki, onu Allah’ın yoluna götürecek terbiye edici ve olgun bir mürşit lâzımdır. Çünkü Allahü Teâlâ kullarına kendi rızasına giden yolu göstermek için peygamberler göndermiştir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu fani dünyadan âhiret âlemine göç etti. Yerine, vekil olmaya lâyık, Allahü Teâlâ’ya ulaştıracak halifeler bırakmıştır. Peygambere vekil olmanın şartı da âlim olmaktır. Ancak her âlim de Peygamber (s.a.v) ‘e halef olmaya yetkili değildir. Ehliyeti olmayanın, ben mürşidim gibi bir iddiada bulunmaması için, Peygambere vekil olacak âlimde aranacak bazı vasıfları kısaca izah edeceğim: Derim ki: Mürşit, dünyadan ve dünyaya ait her şeyin sevgisinden yüz çevirmiş, Peygamber (s.a.v.)’e kadar yükselen silsileye sahip, ferasetli bir şahsa devam etmiş, az yiyerek, az konuşarak, çok namaz kılarak, sadaka vererek, oruç tutarak, uyku, söz ve yemeği azaltmak suretiyle nefsini güzel terbiye etmiş ve şeyhine uymakla sabır, namaz, şükür, tevekkül, yakın, kanaat, huzur-ı nefs, iyi huy, alçak gönüllülük, bilgi, doğruluk, sözünde durmak, ağırbaşlılık v.b. güzel huylan kendine ziynet yapan kimsedir.
Şu halde mürşid, Besûlullah’ın (s.a.v.) nurla-rından bir nurdur. Böyle bir kişiye uyulur. Fakat böylesini zamanımızda bulmak pek zor olup nadirattandır. “Kibrit-i ahmer” 17 gibi pek az bulunur. Kimin, talihi yaver gidip de yukarıda tarif ettiğim gibi bir mürşid bulursa, mürşid de kendisini kabul ederse, bu insana iç ve dıştan saygı ve itaat göstermesi gerekir.
Dıştan saygı, ona itaat etmek, onunla herhangi bir mesele hakkında tartışmamak ve sözlerine karşı aksi delil göstermemektir. Namaz vakitlerinden başka zamanlarda seccadesini önüne yaymamak, bu işi sadece namaz vakitlerinde yapmak, namaz kıldıktan sonra kaldırmak, onun önünde fazla nafile namaz kılmamak ve gücünün yettiği kadar onun emirlerini yerine getirmeye çalışmaktır.
İçten saygıya gelince; mürşidden işitip de dış görünüşte kabul ettiği şeyleri ne sözüyle, ne işiyle ve ne de herhangi bir şekilde inkâr etmelidir. Şayet buna gücü yetmiyorsa, içi dışına uyun-caya kadar mürşidin sohbetini terk eder, kalbinin içinde insan ve cin şeytanlarının tesirini yok etmek için kötü ahlâklı kimselerle alakasını keser, böylelikle fesat ve fitne pisliğinden temizlenir. Her hâl ü kârda “fakr”ı seçer, zenginliği değil.
__KAYNAKLAR_VE_ DİP NOTLAR____
İMAM GAZALİ-HADİSLER TARİHİ-KISSADAN HİSSELER-KURANI KERİM MEAL VE TEFSİRLERİ
10 Abdullah b. Ömer: Hazreti Ömer’in oğlu. Ashabın ulularından; fıkıh, hadîs, tefsir ilimlerinin ilk üstadlarından.
11 Süfyan-ı Sevrî: Hicretin ikinci asrında yaşamış kelâm ve hadîs âlimi. Mutasavvıf.
(12 Lokman Hekim: Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen, nebi veya veli olduğunda din âlimlerinin ihtilâf ettikleri ilim ve hikmet sahibi bir zattır. Hazreti Davud’un (a.s.) talebesidir.
13 Teşrik günleri Kurban Bayramı’nın 2-4’üncü günleridir.
14 Şiblî sofilerdendir. 714’de doğmuş, 773’de ölmüştür.
15 Ebû Abdurrahman Hâtem b. Alkân büyük sofilerdendir. Aslında sağır olmadığı hâlde birini mahcup etmemek için duymazlıktan geldikten sonra yine onu mahcup etmemek için sağırlığını ilân etti. Belh’te doğmuş ve milâdi 851’de-ölmüştür.
16 Belhli olup Hâtem’in hocasıdır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.