- 555 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
0053 - DÜŞLÜYOR ÖLÜMÜNÜ RUHİ BEY – ÖLÜMÜN SEYRİ
DÜŞLÜYOR ÖLÜMÜNÜ RUHİ BEY
Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse.
Ölüsünü bekliyor Ruhi Bey
Bir yanda Ruhi Bey bir yanda ölü
Ve görmemek ister gibi ölüyü
Oturmuş bir iskemleye.
Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini.
Getirdiler beni sayrılar evine bir sabah
Asansörle yukarı çıkardılar
Tertemiz bir yatağa yatırdılar - ben böyle istedim böyle oldu -
Oda numaran 283’dü aklımda doğru kaldıysa
Pencereden tepeler görünüyordu, bulutlar ve birtakım kuşlarla devinen tepeler
Yakınımdan geçiyordu bazı kuşlar da
Beyaz bir saat asılıydı duvarda. Duvarın her yerinden
Bembeyaz saatler asılıydı
Ve her şey o kadar beyazdı ki, ayrıntılar
Yılların eklem yerlerini gösteriyordu sanki
Ve bütün eklem yerlerinde koskocaman bir ölü
Ruhi Beyin ölüsü
Hepsi de ur gibi beni
Sarmıştı ur gibi Ruhi Beyi
O gün sigara içtim akşama kadar
- İkinci gün aldılar sigaramı -
Ve saatler biraz sarardı
Sarardı bütün ayrıntılar.
Ve otuz sekizin altına düşmedi ateşim
Yataktan kalkamadım
O gece uyuyamadım sabaha kadar
Koridorlarda ayak sesleri, bağrışmalar
Kapı gıcırtıları ve acayip sesler
Bilmem böylece kaça çıktı beklediğim ölüler.
Üçüncü gün kan şişeleri, tüpler, serumlar
Doktorlar, hastabakıcılar
Aralıksız girip çıkmalar
Gidip gelmeler
Tepelerden pencereye akan kuşlar
Pencereye sıvanan kuşlar
Ve benim mutluluğumun altında
Kararıp yitti bütün ayrıntılar
Bir daha görünmedi
Ve artık hiç görünmeyen
Şişeler, tüpler, serumlar.
Ve o gün ilk defa ölüsünü gördü Ruhi Bey
Soğumuşgövdesini gördü
Donuk gözlerini, durmuş kalbini
Gördü neye benzerse bir ölü.
- Ben Ruhi Bey nasılım
- Mutlusunuz Ruhi Bey.
Yarın gazetelerde çıkacak ilanlarım
Ruhi Bey öldü
Bu ölüm töreninde mutlaka bulunacağım
Bir daha görmek için ölümü
Çelenkler yığılacak avluya
Ki benim sayısız ölülerime
Yaldızlı yapraklarını kıpırdatarak bakacaklar
Sevgiyle
Ve babam elinde gümüş kırbacıyla
Bir başına bir ölü
Annem bir limon görüntüsünün önünde giyinmiş ölümlüğünü
Ölüler halinde duracak onlar da
Dışımdaki ölüler, içimdeki ölüler
Bir alaşım halinde, donuk güneşin altında
Ve benim mutluluğumun altında
Akıp gidecek bütün kötülükler
Ölümün armaları gibi
Akıp gidecekler en sonunda
Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse.
KORO
(Çiçek sergicisi, meyhane garsonu, meyhane patronu, kürk tamircisi Yorgo,
Hayrünnisa, genelev kadını, otel katibi, cenaze kaldırıcısı Adem, akordeoncu
kadın, emekli postacı, vb.)
Çelenklerimizle geldik, yoktunuz
Ara sokaklarda, pasajlarda aradık, yoktunuz
Meyhanelere baktık, otellere sorduk, yoktunuz
Nerdesiniz, Ruhi Bey?
RUHİ BEY
O kadar bekledim ki, geliyorum
Ölümümü bekledim, geliyorum
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
Bekledim geliyorum.
Ben Ruhi Bey, mutlu olan Ruhi Bey
Ölümü gömdüm, geliyorum
Bir sonbahar günüydü, geliyorum
Güneşler buz gibiydi, geliyorum
Ve bütün kötülükler
Ölümün armaları gibiydi
Size anlatırım, geliyorum.
Hepsini, hepsini gömdüm, geliyorum
Havuzun kırık taşlarını - siz bilmezsiniz -
Limonluğu ve kırmızı konağı - siz bilmezsiniz -
Aynalarda kendini seven Ruhi Beyi - siz bilmezsiniz -
Ve bildiğiniz Ruhi Beyi -ya da pek bilmediğiniz -
Gömdüm ben, geliyorum.
KORO
İyi biliriz sizi biz, iyi biliriz
Nerdesiniz Ruhi Bey.
RUHİ BEY
Gömdüm hepsini, geliyorum
Bütün ölülerimi gömdüm, geliyorum.
KORO
Peki ya sonuç, Ruhi Bey, ya sonuç
Biz sizi tanımaz mıyız
Siz ne yaparsınız bundan sonra, biz ne yaparız
Bir bütünün parçalarıyız, bir bütünün parçalarıyız.
RUHİ BEY
Sonuç mu dediniz, ne dediniz, ne dediniz
Sonuç hiç gömülür mü, geliyorum
Ben yalnız ölülerimi gömdüm, geliyorum.
KORO
Doğrusu anlamıyoruz Ruhi Bey
Her insan biraz ölüdür
Biz ki bir bütünün parçalarıyız, biliriz
Her insan biraz ölüdür.
RUHİ BEY
İnsan yaşıyorken özgürdür
Yaklaştım iyice, geliyorum.
KORO
Her insan biraz ölüdür
Biz de biraz ölüyüz.
RUHİ BEY
Ölüler ki bir gün gömülür
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür
İnsan
yaşıyorken
özgürdür.
Edip CANSEVER
ÖLÜMÜN SEYRİ
I
Yaşamak ne kadar güzel! Hayat ne hoş! Ne gereği var şimdi başka bir boyuta geçmenin!
Ölümü düşündüğümde, ölüm geliyor önüme… Bir ruh oluveriyorum. Cansız bırakmışım bedenimi, çıkıp dışına oturmuşum. İkimiz aynı karede oluyoruz. Benim aklım başımda, gözlerim görüyor, kulaklarım duyuyor, elim ayağım tutuyor ama onda hiçbir hayat belirtisi yok. Oraya, hemen yanı başında bir yere oturuyorum. Yanındayım ama içimi donduruyor. Yıllarca birlikteydik, iç içeydik, can canaydık, fakat o, o zaman zarfında böyle değildi. Hiç böyle olmamıştı. Böyle kanı çekilmiş, sararmış, kaskatı kesilmiş… Ne kadar da itici bir hal almış!.. Şimdi yüz yüze, göz göze bile gelmek istemiyorum.
Ben onun ruhuyum şu anda. Bir harf değişikliğiyle Ruhi! O zaman o da Bedeni oluyor. Ruhi Bey ve Bedeni Bey oluyoruz anlayacağınız. O bir heykel cansızlığında, katılığında, aczinde ve ben hayat doluyum. O kadar ki ne öldüğüm ne de öleceğim var! Ne ona benzer bir aczim… Sapasağlamım, hem de sonsuza kadar sapasağlam kalacağımdan emin…
Neden uzaklaşamıyorum cesedimden? Ölümü iyice tanımak için mi? İmini cimini öğrenmek…
Mecbur muyum onunla sabahlamaya! Fakat ayrılamıyorum. Nasıl geçer zaman? Sabahı nasıl ederim! Yelkovan, akreple yer değiştirmiş sanki. Akrep yerine mıhlanmış kalmış, diğer ucundan da… Geç ey zaman geç! Gel ey sabah, gel artık!
Hastaneye getirdiler beni bu sabah. Merdivenden falan çıkacak halde değilim. İyi ki asansör var! Onunla çıkardılar ve istediğim gibi tertemiz, bembeyaz çarşaflı bir yatağa yatırdılar. Oda numaram kaçtı? İkinci kattaydık. O zaman iki yüz… İki yüz seksen üçtü galiba.
Karyolam camın kenarındaydı. Karşıki tepeleri rahatça seyredebiliyordum. Gökyüzünde bulutlar, acelesiz bir seyir halindeydi. Kuşlar uçuşup duruyor, felçli tepelere hareket kazandırıyorlardı. Bazıları cama vuracak gibi geliyor, pencerenin pervazına konuyorlardı. Onlardan başka ziyaretçim yoktu henüz.
Odamda eşya da yoktu kayda değer. Yalnız bir saat vardı karşıki duvarda. O da yalnızdı benim gibi yalnız ve beklemede… Her şey gibi beyazdı hem de… Sanki tek değildi, çoğalmış da çoğalmıştı! Çoğaldıkça çoğalan ama hiç eksilmeyen saatler gibi… Beynim mi çoğaltmıştı onu bu kadar, yoksa ruhum mu, bilmiyorum. Fakat duvarın her yerinde onlarca beyaz saat görüyordum. Her biri asılı olduğu yerde, her biri kendi işinde gücünde… Dönmediklerine göre başım falan da dönmüyor. Oysa kuşlar öyle değillerdi. Dönüp duruyorlardı biteviye… Tepeler yerlerine çakılı… O zaman ben çoğaltmıştım onları… Çoğaltmak istemiştim. Demek ki tek refakatçi yetmemişti, çok, daha çok istemiştim!
Her yer beyazdı. Bembeyaz… Duvarlar, örtüler, yatağımın demirleri, duvardaki saatler… Bembeyaz geçen saatler… Öylesi bir beyazlık içindeydim ki tüm geçmişimi seyrettiriyordu bana, en ince ayrıntısına kadar… Yılları, ayları, haftaları, günleri… Hayatımın tüm köşe başlarını… En önemli olaylarını gayet net görebiliyordum. Sanki her olay bir ölüydü. Artık yoktu. Çoktandır yoktu. Fakat cesetleri heyula gibi karşımdaydı, yaşantımın virajlarında kocaman kayalar gibi durmaktaydı.
Seyretmekte olduğum kendi cesedimdi. Eklem yerlerinde, hatta her yerinde urlar vardı. Nodüllerin istilasına uğramıştı!
İlk gün rahat rahat, akşama kadar sigaramı içtim. Teşhis kondu, sigara yasağı da kondu. En yakın dostumu, sırdaşımı, dert ortağımı elimden aldılar. Sonra sarardı benzim gibi odadaki her şey, bütün hayatım…
Ateşim otuz sekizin altına hiç düşmedi. Ayağa kalkamadım. Sabah da oldu ben de oldum! Uyumak ne mümkün! Gelen giden hemşireler, koridorda yankılanan ayak sesleri, tıkırtılar, gıcırtılar… Tuhaf tuhaf sesler… Anlaşılmayan…
Yine biri öldü galiba… Bağırtılar, ağlama sesleri… Genelde gece artar ya hastalıklar, ölümler gece olur ya…
Baktılar olmadı, üçüncü gün serumun yanı sıra kan da vermek zorunda kaldılar… Demek ki olay sandığımdan da vahim! Sabah erkenden yemek servisi… Sonra temizlik elemanları… Daha sonra vizite saati… Doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar… Serum şişeleri, kanlar, tüpler, ilaçlar… Biri girdi biri çıktı, bitmedi, bitirmediler.
Karşı tepelerden başka seyredeceğim bir manzara yok. Tek pencereden aynı tepelere bak dur! Tepeler… Tepelerden akıp gelen kuşlar… Pencereye teğet geçen, pervaza iniş yapan… Onlarla mutlu olmaya çalışırken akşam alacası yavaş yavaş silmeye başladı sert çizgileri… Hatlar yumuşadı yumuşadı, seçilmez oldu. İyiden iyiye çöktü tüm karamsarlığıyla karanlık. Gün de bitti, tüpler de kan alanlar da… Kanlar da şişe şişe serumlar da…
İşte o gün… İşte o gün ilk defa ölümle burun buruna geldim. İlk defa ölümü ve o hareketsiz, o buz kesilmiş, sertleşmiş ölümü seyrettim. Kalbimin nasıl durduğunu, gözlerimin ne kadar donuklaştığını… Bir cenaze nasıl olursa, öyleydim.
Sonra sordum kendi kendime: “Nasılım bu gün?” Yine kendim cevapladım: “İyi hissediyorum. İyi ve mutlu…” Çünkü artık terk etmişti ruhum bedenimi, kısacası ölmüştüm.
Ertesi gün gazetelerde ölüm ilanlarım çıkacaktı. “Ruhi Bey ahrete intikal etti.” diyeceklerdi. “Cenazesi ikindi namazını müteakip falan camiden kalkacak, filan mezarlığa defnedilecek…”
Ölüm törenime mutlaka ben de katılacağım. Ölümü takip edeceğim kabre kadar. Samimi olan olmayan arkadaşlarımın, akrabalarımın arasında olacağım. Gözlerinin ne durumda olduğu fark edilmesin diye kara gözlükler takacaklar, yasımı tutuyorlarmış gibi siyahlara bürünecekler göstermelik; yalandan da olsa üzgün ve de süzgün görünecekler. Adettendir, daha çok reklâm, en çok gösteriş için çelenkler gönderilecek, çiçek falan görecek hali kalmamış cenazeme…
Onlar mı ölü, benim için yoksa ben mi ölüyüm onlar için!? Benim sayamadığım, bir zamanlar hayatta, hayatımda gibi duran, aslında çoktan ölen hatta zaten ölü olan cenaze yığınına sevgiyle bakacak, parlak kâğıtlarını çırpacak, gerçek birer dost oldukları için alkış tutacak çelenkler.
Babamsa bambaşka bir ölü… O da bulunacak cenazemde gayet tabii… Elinde, bir zamanlar küçük büyük her hatamda acı acı tadına baktırdığı gümüş kırbacıyla… Anneciğim de gelecek… İki güçlü kuvvetli kişi kollarına girmiş bir vaziyette… Suratı limon gibi, matem elbisesi içinde, kara yazmalara bürünmüş… İki gözü iki çeşme… Hepsi sıralanacak önümde… Sıra sıra duracak, saf tutacak içimdeki ve dışımdaki cümle ölüler… Farklı farklı yaratıklar, önce karışımken sonra tek bir cemaat halini alacak, bir süreliğine alaşım olacaklar, donuk yüzlü güz güneşi altında ve bense mutluluğumda… Güneş de yukarıda ben de… Onların hepsi, tabutun içindeki kalıntım da altımda… Öylece akıp gidecek salım… Salımla salınarak akıp gidecek tüm kötülükler… Ölümün simgeleri gibi yok olup gidecekler…
Ölmek o kadar güzel ki! Neden ölmeyeyim hal bu iken! Aslında gerçek yaşam bu, böylesine mutlu bir devinimken, sahte yüzlerle dolu o yalancı dünyada ne işim var!..
Hayatımda var gibi olan ölüler hemen hemen aynı şeyleri söylemeye başlayacaklar…
Çiçek sergicisi, meyhane garsonu, meyhane patronu, kürk tamircisi Yorgo,
Hayrünnisa, genelev kadını, otel katibi, cenaze kaldırıcısı Adem, akordeoncu
kadın, emekli postacı falan… Hep aynı terane…
Çelenkler, çiçekler getirmişler de artık ben yokmuşum da… Artık ara sokaklarda, pasajlarda bakınmışlar, görememişler de… Meyhanelerde, otellerde aramışlar, bulamamışlar da… Nerdeymişim!?
O kadar çok bekledim ki, sizleri bir zamanlar… Her ihtiyaç duyduğumda nasıl aradım ama her nedense hep yoktunuz! Beni mi aramaya çıktınız yollara? Geliyorum geliyorum… Ölümümü beklediğim için gelemedim. Bir ölü nasıl olur, nedir gerçekten ölü olmak? Ölüm/ü seyrettim, inceledim, anladım. Onun için bu zamana kadar bekledim. Biraz geciktim ama merak etmeyin, geliyorum.
Beni tanıyorsunuz. İyi biliyorsunuz. Ben Ruhi Bey… Mutlu olan, ölü sandığınız Ruhi… Bu da kalıntısı, Bedeni Bey! Ölümü gömdüm, ölümsüzlüğe erdim, geliyorum! Soğuk bir sonbahar günü, güz güneşinin donuk bakışları altında tüm kötülükler ölümün sembolleri gibi nasıl akıp gitti, görmeliydiniz! Geliyorum. Gelince bir bir anlatacağım.
Tüm kötülükleri gömdüm. Camideki havuzun kırık taşlarını… Fakat siz ayrıntıları görecek kadar kalmazsınız camilerde, nereden bileceksiniz! Limonluğu ve kırmızı konağı da bilmezsiniz. Limon gibi sararmayı, ateşler içinde yanmayı… Cennetle cehennemi de bilmezsiniz… Ölümün aynasında görüntüsüne uzun uzun bakan, baktıkça kendisini daha çok seven Ruhi Beyi ise hiç bilemezsiniz. Hatta o bildiğiniz Ruhi Beyi de pek anladığınızı zannetmiyorum ama işte onu da gömdüm. Bekleyin biraz. Yenilerek değil, yenilenerek geliyorum!
“Mevtayı nasıl bilirsiniz?”
“İyi biliriz! İyi biliriz! İyi…”
“Ah Ruhi Bey, vah Ruhi bey! Nerelere gittiniz!..Nerelerdesiniz!”
”Cenaze kaldırmaya gittim. Bütün ölüleri, bütün kötüleri, bütün kötülükleri gömmeye… Hepsini gömdüm. Geliyorum!”
”Ya sonra Ruhi Bey? Ya sonra? İyi biliriz biz sizi. Ne yaparsanız biz de yaparız. Aynı bütünün parçaları değil miyiz!”
“Sonra ne mi oldu? Sonuç mu? Sonuç gömülmez! Gömülür mü hiç! Sonuç değişmez ki! Hep aynıdır. İnsan doğar, yaşar ve ölür. Sonuç ölümdür! Ölüm değişmez yasadır! Ölmez de gömülmez de! Ben sadece ölülerimi gömdüm. Geliyorum!”
”Anlayamadık Ruhi Bey! Siz neler söylüyorsunuz? Hepimiz bir anlamda ölü sayılırız da… Bütünün parçaları olduğumuzu biliriz yani.. Biraz ölü sayılırız.”
”İnsan yaşarken özgür değil midir! Ben de yaşamaya başladım işte! İyice yaklaştım, tam anlamda hayat bulmaya… Geliyorum!”
“Herkes bir anlamda ölüdür. Biz de biraz ölü sayılırız.”
”Gün gelir, ölüler gömülürler. İçimizdeki ve dışımızdaki ölüler… Onlar çevremizde dost adı altında dolaşmakta olan çıkarcı ölülerdir ya da sevgileri içimizde tükenmiş kişiler… Onlar ana baba da olabilir yerine göre eş dost akraba, arkadaş, sevgili… Adı her ne ise… Yaşar gibi görünürler, aslında ölüdürler… Mutlaka ama mutlaka öldüklerini gizleyemez hale gelecekler ve gömüleceklerdir. Ben de ölüymüşüm. Ne kadar bağlıymışım, bağımlıymışım sizlere! Oysa şimdi ne kadar özgürüm! Çünkü sayenizde yaşamaya yeni başladım.
Hayat ne güzel! Yaşamak ne hoş!..
Artık ne kadar özgürüm!..
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI – 0053
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.