7
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
1234
Okunma
Ayaklarını sürüyerek çıktı odadan. Ruhu bedeninden çekilip alınmıştı sanki, boş bir çuval gibi sallandı.Kulakları sağır, gözleri kör mü olmuştu ?
Ne koridordaki kargaşanın sesini duydu, ne kalabalığı gördü. Yanından hışımla geçen şişman bir adamın omuzuna çarpışını kaale almadı, her duyduğunda yüreğine
ince çizikler atan çocuk ağlamalarını da...
Dışarı çıktığında buz gibi hava yaladı yüzünü, yetmiş iki senenin esmer tenine işlediği kırışıklara kadar sindi soğuk.Koyu yeşil yıpranmış paltosunun
düğmelerini kontrol etti hepsi ilikliydi, içini titreten ayazın etkisini azaltmak için şalını aldı omuzlarına, ağır bir yük atmış gibi sızlattı omuzlarını
bez parçası, çok yorgundu zira, savaştan mağlup ayrılmış asker misali...
Ne yaptığını, ne yapacağını bilmez haldeydi. Düşüncelerin biri geliyor biri gidiyordu. Durdu,derin bir nefes aldı. Yutkundu.İğneli bir top yutmuş gibi
acıdı boğazı. Tok bir erkek sesi kulaklarını dövdü.
"çok geç kalmışsın teyzeciğim, hastalık son aşamada"
Kesik kesik öksürdü. Kulaklarını çınlatan sesten kaçmak istercesine yaşından beklenmeyen çeviklikle hızlı hızlı yürümeye başladı.Kırmızı ışıkta duran
arabaların camına kirli, kızarmış yüzünü dayayan çocuğu fark etti, elindeki mendillere kaydı bakışları.
"nolur beni alın" diye yalvaran mendillere...hiç bir sesi duymayan kulakları bu iniltiye benzeyen sesi duymuş muydu gerçekten? Buruşuk eli çocuğun yağlı
is kokan saçlarına dokundu sonra mendil almak için uzattı ve on mendil parası bıraktı çocuğun avuçlarına.
Eczanenin kapısı açılınca tiz bir zil sesi duyuldu. İçerisi gibi sımsıcak bir sesle karşıladı eczacı kız müşterisini
-Hoş geldin sabahat teyze buyur
-Hava çok soğuk be kızım
-Öyle, üşümüşsün ısın biraz
-Yok oyalanmayım epeydir dışardayım, sen bana bi fare zehri versene, meretler evi bastı gene, neredeyse uykumuzda yiyecekler bizi.
Yaşlı kadın yüzüne taktığı maskeyle gülümsedi, eczacı kızın gülüşü ne kadar gerçek, ne kadar sahte belli değildi.
Mahallenin emektar bakkalına uğradı eczane çıkışı, bir kutu süt ve onun çok sevdiği bisküviden aldı.
Ev küçük bir bahçeyle çevriliydi. Her tarafı çer çöp. Dalları göğe doğru uzanmış iki üç adet ağaca bile sinmiş bir gariplik vardı.
Sanki uzun zamandır gölgesinde dinlenen, yaz sıcağından kurtulmak için serinliğine koşan olmamıştı da kendilerini işe yaramaz hissediyorlardı. Hayat can çekişiyor
gibiydi bu bahçede.
Evin kapısı gıcırdayarak açıldı. İçerisi ılıktı. Giderken sobaya attığı koca bir kütüğün için için yanışı üşütmemişti odaları. Sahi odalar üşür müydü, duvarlar
titrer miydi soğuktan ?
Eski bir kilim atılmış antreye çıkardı paltosunu.Sıvaları dökülmüş odanın kapısını açtı yavaşça.Biraz daha sıcak bir hava karşıladı Sabahat Hanımı ve ağır bir koku.
Odun kokusu, is kokusu, rutubet kokusu, ilaç ve hastalık kokusu.
Duvarın dibindeki yatakta 50-55 yaşlarında bir kadın yatıyor, çok zayıf, çocuk gibi.
Tek hareket eden uzvunu kıpırdattı kapının sesiyle ve anlaşılmaz sesler çıkardı. Feri sönmüş açık yeşil gözlerinde harfler, sözcükler oynaştı adeta.
"anneciğim geldin mi ? nerdeydin,çok özledim seni, çok korktum sensiz, sen olmasan ben ne yaparım"
Demiş midir bu sözcükleri, hiç dönmeyen dili gözlerinde can bulmuş mudur ?
Biricik annesinin yüreği ve gözleri hasta kızının gözlerinin içine bakarak karşılık verdi söylenemeyen sözcüklere...
"Ben olmasam sen ne yaparsın göz bebeğim"
Hayır hayır şimdi olmaz, tutmalı gözyaşlarını, biraz daha hapsetmeli içinde...zaten hep tek başına ağlarken içmemiş miydi yalnızlığın zehrini...biraz daha beklemeliydi
içmek için o zehri.
Dudaklarına buruk bir tebessüm kondurup saçlarını okşadı kızının.
-Geldim nuru ayınım çok mu bekledin anneyi ? sana çok sevdiğin bisküvilerden aldım.
Bu günde akşam oldu dedi camdan dışarı bakarken. Sobayı yakmaya gerek duymamıştı, oysa soğumuştu oda. Üzerine battaniye alıp evin diğer odasına çekilmişti. Muhasebe mi
yapıyordu, yapmalı mıydı ? Çok zor da olsa verdiği bir kararı uygulamanın rahatlığını o kararın vebalinin verdiği huzursuzluk bozuyordu.
Evdeki rutubet, is, hastalık kokusuna farklı bir koku karışıyordu yaşlı kadının oturduğu odadan.Acının kokusu...
Acının kokusu olur muydu, olsaydı nasıl kokardı ? İnsan ruhunu evirip çeviren, ezip büzen, ısırıp kanatan çeşit çeşit acıların farklı farklı kokuları mı olurdu ?
Annesine ağlayan evladın kokusu, evladına yanan annenin, evine beş kuruş getiremeyen babanın, maşuğuna kavuşamamış aşığın,günaha girmiş imanın, tövbe kapısında bekleyen pişmanlığın kokusu...
Hangi koku diğerine ağır basar, hangi acının kokusu nahoş, hangisi hoş olurdu ? Ya bu kokular dışardan alınsaydı. Yolda yürürken, otobüse binerken, çalışırken alsaydık
insanların çektiği acıların kokusunu...
Yaşlı kadın hiç kalkmadan saatlerce oturdu pencerenin önünde. Eli ayağı uyuştu, beline ağrılar saplandı ama bir yudum su almak için bile kalkmadı yerinden. Kurudu ağzı dili.
Sokak köpeklerinin ulumasıyla irkildi ara sıra. Birde şehre dalga dalga yayılan ilahi davetin sesiyle.
"Allahuekber Allahuekber"
Göz kapakları yavaşça indi uykusuz gözlerinin üstüne ve yanaklarından yalnızlığın zehri aktı...
*
Bir sonraki gün gazetelerin üçüncü sayfasında bir haber okuyucuyla buluştu.
" Kanser hastası yaşlı kadın kötürüm kızını fare zehriyle zehirleyerek öldürdü"
frezya