- 944 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARDA KAN İZİ (Psikolojik-mistik hikâye)
KARDA KAN İZİ
(Psikolojik-mistik hikâye)
Ruhsal-sinir sorunu olanların, kalp endişesi yaşayanların okuması tavsiye edilmez... Hikâye, tarihi, bilimsel olgularla birlikte, bağımsız yazar hayal gücünün ürünüdür…
Soğuk, dumanlı bir kış gecesiydi. Dağın eteğinde güçlü rüzgâr esmesine rağmen her yerde sessizlik hüküm sürüyordu. Etraf süt gibi beyaz kar idi. Gökten yere doğru sanki derin bir hüzünle bakan ay, gecenin karanlığında daha da korkulu görünüyordu. Rüzgâr ise öyle durmadan esir, ara-sıra biten, artık çoktan yapraklarını dökmüş ağaçları sallıyordu. Dağın bir tarafı kalın orman olsa da, bu dakika göze hiçbir hayvan değmiyordu. Genellikle bu vakti kış uykusuna giden hayvanların ayak izleri de yoktu etrafta. Çevredeki bu canhıraş sessizliği ise sadece bir kimseye, herhangi bir şeye öfkelenmiş rüzgârın sesi bozuyordu. Evet. Bir de uzaklardan gelen, ancak sisli bir gölge gibi görünen meçhul kişinin varlığı...
O, uzun boy, kısa, ayaklarına uzun, geniş çizme giymiş, sırtında kalın kış elbisesi olan, başına tüylü kalın şapka koymuş gizemli insanın ancak yakından neredeyse 20-30 cm kalınlığında kar yığınına basarken çıkardığı "hış-hış" ayak seslerini duymak olurdu. Bunun kendisi bile farklı tarzda panikli ortam oluşturuyor, o an orda olan insan için sanki herhangi ünlü korku filminin içinde gibi hissettiriyordu…
Meçhul kişi dağın eteğine erdiği zaman aniden durakladı. Kolundan astığı tüfeğini hemen aşırıp etrafa dikkatli biçimde bakmaya başladı. Biraz izledikten sonra derin bir sessizliğe boğuldu ve karşısındaki manzaraya şok olmuş şekilde uzun baktı. Dosdoğru ayaklarının altında, yetişkin insanın eli boyda yere kan sıçramıştı. Biraz eğilip karda kan izine baktı, birkaç saniye içinde belli bölgede yaşanan meçhul olayı hatırlamaya ve kanın sahibi hakkında düşünmeye başladı. Hayali onu tam 25 yıl öncesine - ermeni (hay) köpeklerinin Hocalı’da işlediği vahşete götürdü…
Karabağ. Tarihi Arsak - Türk toprağı. Bu başı qadın vatan parçasının temelinde ta eskiden sadece dert, Türk’ten başka gayrı bir milletin tozu da yoktu. Hep “Kuzey” Ağalarına dalkavukluk ederek zaman-zaman onların yardımıyla az toprağa sahip olan (daha doğrusu sahiplendirilen) bu, görünüşte cılız, karakterde egemen olan şeytan yavruları, amaçlarına ulaşmak için her yola, hatta dünyada başka kimsenin aklına gelmeyecek derecede mistik vahşetlere bile el atıyorlardı. Sonuçta ise "dünyanın" görmek istemediği ve sindiremediği tarihi facia oluştu. Bahane de her zamanki gibi hazırdı: Onlar kendi egemen hakları için savaştılar. Savaşta ise her şey mübahdır. Hangi egemen hak söz konusu olurdu acaba? Ermeni dığalarının belki yeryüzünde evet, fakat Azerbaycan adlandırılan ezeli Türk toprağında hiçbir hakkı yoktu. Tabii bu "hakkı" onlara "hatırlatan" “Kuzey” Ağaları olmasaydı…
Aşot Vartanoviç Gregoryen - aslı Suriye’den olan ermeni subayı, o gün (26 Şubat 1992) kendi üç asker arkadaşıyla Hocalı yakınlarında düğünden evlerine dönen masum, eli yalın, her şeyden habersiz bir grup Türk gencini esir almıştı. Doğru, o zamanlar her iki devlet ve millet arasında yoğun savaş gidiyordu, ama Türkler hiçbir zaman silahsız halka değmezdi, aman dileyeni bırakıyor, yaralılara yardım da ediyordu. Çünkü haylardan farklı olarak, Türkler Kutlu Tanrı Ruhunun taşıyıcıları idi ve dünyaya sadece ve sadece iyilik için geldiklerine inanıyorlardı…
Ancak hay dığaları (soysuzları) kendi kötü amaçlarına ulaşmak için her yolu kullanmayı sadece bir savaş yasası sayıyorlardı ve o gün tarihte defalarca olduğu gibi yine kim olduklarını tüm insanlığa anlattılar. Ama nedense suskun vicdana sahip dünya sanki onları tanımak istemedi...
Bir Türk kızını çembere alan hay çakalları onu parçalamadan bırakmak istemiyorlardı. Şerefli Türk kızı ise o an ancak ve ancak ölüm diliyordu. Evet. Vahim de olsa ölüm. Ermeni faşistleri o gün orada bulunan bütün Türk gençlerine akıl almaz derecede korkunç işkenceler (kesilen insan organlarının meze nesnesi olması, esirlerin birbirlerinin etini yemeye mecbur edilmesi, azimle direnen Türk erkeklerinin kesik başlarının süngülere takılarak savaş bölgelerinde gözler önüne serilmesi, kadınlara tecavüz edilip sonra öldürülmesi, hamile kadınlara tecavüz edilmesi, karınlarının kesilip çocuklarının çıkarılması v.s,) verdiği gibi, "yemeğe" hazırlaşdıları Türk yavrusunun hakkında da pek farklı bir şey düşünmüyorlardı. Ama onlardan da ağzın ve ruhsuz olan başkanları Aşot Vartanoviç Gregoryen masum Türk güzelini sadece işkenceyle öldürmek istemiyordu. Onun planı tamamen farklı idi...
Kıza hep birlikte tecavüz etmek isteyen ermeni kansızları azgın başkanlarının emriyle kenara çekildiler ve kızla komutanlarını yalnız bıraktılar. Ermeni başkanının isteği sadece cinsel ve ideolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret değildi. O kızın aynı anda ruhunu da ele geçirmeyi ve bu esrarengiz Türk güzelinden yeni ermeni kadını "yaratmak" istiyordu.
Her şey ondan sonra başladı: Kızı bir demir yatağa bağlayan Aşot yavaş yavaş, usulce davranıp onun vücuduna dokunmadan, hırsla izliyordu. Sonra çarpışma sırasında yırtılan elbisesini sakinlikle çıkarmaya başladı. Kızsa ne düşündüyse susup bulunanlara sabırla dayanıyordu.
Artık kız tamam çıplaktı ve ermeni komutan bir anda diz çöküp beklenmedik bir tavır etti: Kıza yalvararak, ondan bağışlanmasını diledi. Aşotun bu ani manevranın karşısında şok geçiren Türk kızı nefret dolu bakışlarıyla düşmanını süzüyordu, ellerini hala kapalı ve kendisi çok çaresizdi.
Ermeni komutan birkaç dakika ona yalvardı, boynundan astığı "haç" işaretli kolyesini ona doğru tuttu ve ellerini başında birleştirip bu sözleri söyledi:
- Sen ey, Tanrının kutsal meleği kutlu anamız, bizi - mazlum Ermenileri (hayları) bağışla, biz ancak sana tapınır, senden yardım diliyoruz. Ant olsun, Tanrı’nın birliğine ve onun kulu İblisin varlığına (bazı totemlerde İblis Tanrı’dan ayrı değildir ve onun yolundan gittiğine inanılır), biz yoldan sapmışlar, senin kudretin karşısında aciziz. Ve asla senden başkasına tapınmayız…
Bu olay, o dönem hiçbir yerde konuşulmadı ve Aşotun o odada, Türk kızıyla neler yaptığı da kimseye belli değildi. Askerleri ancak bir süre sonra komutan odadan çıktığı zaman gözlerinin şişmesinden ve derisinin kırışmasından rahatsız olup onun yanına geldiler. Kendi başkanlarına sordukları ilk soru da böyle oldu:
- Komutan, orda ne oldu? Kıza ne yaptın?
Aşot o an kendinde değildi ve sadece:
- O odaya asla girmeyin. Ve kısa sürede bu evden uzaklaşın ve bugünü hafızanızdan silin. Yoksa ben sizi tüm ailenizle birlikte nereye gitseniz bile bulur, hain bahanesiyle öldürürüm. (o bütün bunları kendi dilinde değil, Rusça demişti)
O gizemli günün açması ise şöyle idi: Kaynağı bilinmeyen bir mitolojik hadiste şöyle denilir: "O gün insanoğlu bir günah işledi. Kadına inanan erkek kendisi de bilmeden onun vasıtasıyla Tanrıya isyan etmiş (Tanrı dünya hâkimiyetini ateşten veya olağanüstü maddeden oluşan İblise (semavi varlığa) değil, topraktan oluşan (yeryüzünün varlığına) insana vermiştir çünkü) İblise uydu (Şeytana). Tiksinerek ruhunu ona teslim etti (onun yolundan gitti). Ve sonra ardı arkası kesilmeyen savaşlar, ağır hastalıklar, türlü belalar insanları rahat bırakmadı. Bu ise Tanrının haklı cezası oldu".
Birçok dinin, geleneksel inancın temelinde kendinden önceki mitolojik ve kaynağı bilinmeyen tarihi olayların etkisi vardır. Özellikle "semavi" denilen dinlerin çağdaş dünyamızda hala batıni - asıl amacı açıklanabilir değildir. Gerçi binlerce "din adamı" ve ilahiyatçı "akademisyen", var olan dinlerin şifrelenmiş anlamlarını çözdüklerini iddia ediyorlar…
Erkekle İblisi tanıştıran ve erkeği ona "satan" kadın (bazı efsanelerde "ilk insanlar" diye hatırlanıyor) birçok dinlerde tamamen mistik düşüncelerle tasvir edilmiştir. Ermeni din adamları ise Bizans zamanında Doğu Roma imparatorluğu topraklarında gizli ortamda icra edilen ve günümüzde artık yok olmuş bir ritüeli yaşatıyorlardı. Zaman geçtikçe devletler tarafından bilinen bu gayri insani ayinler yasaklandı, sorumluları idam edildi. Ama hay dığaları özel yobaz politikalarını bu dini ritüelin sayesinde sürdürüp son yüzyılda devlet kurmayı başardılar…
Konunun içeriği böyleydi: Kadın, (hay soylu olması önemli değildi) Tanrının en güçlü kulu İblisle, ondan esinlenen mitolojik varlıklarla (İblisin sadık hizmetçileri) irtibat kurup hay halkını geleceğin mutlak iktidarına çevirecek (çünkü İblis, Tanrıya insandan daha güçlü ve sadık olduğunu kanıtlamak istiyordu). Ondan doğanlar ve onun soyundan olanlar (ayrıca ona hizmet edenler) yenilmez olacak, Tanrı dilediği güçleri azalmayacaktır (Tanrı İblise kıyamete kadar zaman vermiştir). Bunun içinse onlar durmadan çalışmalı, Ağalarına, ruhuna yemin ettikleri kutsal varlığa (bazen İblis haklı sayılır ve onun yolundan gidenler dünya hakimi olacaklarına inanıyorlardı - bazı mezheplerde) sadakatlerini kanıtlamak ve en önemlisi hayları dünya iktidarına dönüştürmek için küresel siyasete katılmaları gerekiyordu. Yöntemler, yollar, araçlar tamamen serbest idi. Hatta bazı vahşi hayvanların bile asla yapmadığı hareketleri, davranışları yapmak olardı. Yeter ki, hay halkı dünyada tanınsın ve onlardan herkes korksun. Korksun ki, itaat etsin. Ama bunun için günümüz dünyasında birçok güçlerin geçici hizmetçisi olmak olardı, mesela Rusların...
O gizemli gecede Aşot Vartanoviç Gregoryen, önünde diz çöktüğü bakire Türk kızını görünümüyle efsanede tasvir edilen kadına benzetmişti ve diğer kadın esirlerden farklı olarak o kız bir kez bile korktuğunu alçak düşmana hissettirmemişti. Onun gözlerinde gerçek bir şövalye ifadesi - eski Sak Türklerinin savaşçı geninin simgesi vardı. Korkak ermeni, tarihini ve tarihinin efsanevi kavramını idrak edemediği bu Türkü tamamen yanlış düşünceye kapılıp kendi ideolojik inancının maskotuna benzetmişti. Ama aslında ise Ermeni’yi Türk’ün önünde diz çökmeye zorlayan tamamen sıradan insan duyguları idi: Bu miskin asker, kıza âşık olmuştu, tutulmuştu, kendisi de anlamadan. Belki de bu yüzden kıza bütün gece dokuna bilmedi. Öyle ama temaşa edip yalvardı. Kızsa bundan yararlanarak kısa zamanda onun elinden kaçmıştı. Ama zalim hay, önünde diz çöktüğü güzeli tarihte ihaneti affetmeyen hiçbir erkek gibi affetmedi.
Karabağ savaşının yaşandığı zamanında Aşot, onun zayıflığından faydalanan kızı sık ormanlardan birinde buldu. Ve tüm ermeni vahşetlerini onun üzerinde denedi. Cesedi tanınmaz halde olan Türk kızının hala ilahi bakışları ve cesur duruşu Ermeni’yi korkutuyordu. Sanki o canlıydı ve bu dakika ayağa kalkıp Aşotun her parçasını kulağı boyda edecekti. Çünkü bu zaman ermeni komutan anlamıştı, bu kız onun çürük ideolojisinin kahramanı değil, Türk’ün Tanrı gerçeğinin simgesi, Tanrının yeryüzündeki gölgesi - intikam ordusunun yiğit askeri - Türk kadını idi. Evet, tarih defalarca Türk kadının gerçek yüzünü ortaya koymuştur: Varoluş felsefesinin, devlet geleneğinin ve kutsal aile değerlerinin temelini Türk kadını teşkil ediyordu…
Ermeniler her zaman, tarihin her katında kendi siyasi amaçlarını kadın vasıtasıyla gerçekleştirmişler. Bu düşünce onları akraba oldukları farslarla yaklaştırıyordu. Kadına efsanevi varlık gibi baksalar da, onun karşısında aciz olduklarını kabul etseler de, hay dığaları esir aldıkları veya peşkeş gönderdikleri kadınları sürekli yeni güçlü ermeni soyunun takipçisi ve özellikle Türk geni ile birleşmesinde bir aracı olarak kullanıyorlardı. Çünkü dünya alimleri tespit etmişti ki, gelecekte (tarihte defalarca olduğu gibi) birçok uluslar yok olacak (doğal ortamda). Bu yıkımın önüne ise onlarca biyolojik süreçlerin ve tarihi tabakalaşmanın galibi olmuş, henüz hesaplamalara göre yüzyıllar boyunca yaşayacak Türk geni kurtarabilir. Buna göre, haylar ve dünyanın hakimi olmaya çalışan birçok milletler Türklerle nikah diplomasisine her zaman gayret etmişlerdir. Ve sonuçta biraz istediklerine nail olup halen dünya haritasında varlıklarını sürdürmektedirler (tabii ki Türk’le akraba olmakla Türk olmanın kendisi arasında büyük fark var ve tarih er geç kendi sözünü söyleyecek)…
Masum Türk kızının hunharca öldürüldüğü gece ailesini kaybeden çocuk Orhan tesadüfen yakında ağaçların arkasından o canhıraş olayı (önce hayvani biçimde zorlanıp sonra derinin soyularak yerine tuz serpilmesi, ardından ölene kadar dövülmesini) izliyordu. Korku ve çaresizlik güç gelip uzun süre ses çıkarmadan yerinde gizlenmeye sevk etse de Orhan’ı, çocuk beyninde derin izler bırakan olay onu ebedi hay düşmanı etmişti…
Tesadüfler (yoksa Tanrının koruması) sonucu sağ kalan ve kısa sürede Azerbaycanlı askerlerin yardımıyla kurtarılan Orhan vatanın diğer bölgesine gönderildi. Uzun yıllar bir askerin himayesinde yaşayarak son 25 yılda güçlü, yiğit ve kendi işinin ustasına dönüşen bir istihbaratçı olarak yetişti…
Şimdi - malum olaydan 25 yıl sonra düşmandan intikam almaya ant içmiş Türk Astsubay düşmanın provokasyon nitelikli sınır ihlallerini kullanıp sınırı gizlice geçmişti. Yaptığı derin araştırmalar onu artık yaşlanmış ama kendi miskin huyundan vazgeçmemiş eski ermeni subayı Aşot Vartanoviç Gregoryenin yaşadığı bölgeye yol açtı.
Aşotla karşılaşan Orhan onu tüfekle sırtından vursa da, öldürmedi ve ermeni dığası kaçıp canını kurtardı. Ardından Türk istihbaratçısı onu bulmak için günlerce dağlık bir arazide arama operasyonu yaptı.
Birkaç defa Aşotu vurduğu yere gelen Orhan, sırtından kar üstüne sıçrayan kan lekesine derin derin baktı. İçindeki yılların nefreti vücudunda sönmez bir ateş yakmıştı. Bu alev, onu kışın sert soğuğunda bile ısıtıyor, yoluna devam etmeye yardım ediyordu…
Nihayet, uzun zaman sonra Orhan Aşotu buldu ve sığındığı bir dağ evinde cezalandırdı. Ele geçen ermeni son anının yaklaştığını hissedip Türk’e yalvarmaya başladı:
- Ara, turk, sen ki hay (ermeni) değilsin. Etme bunu, ne olur. - diye Aşot Vartanoviç Gregoryen, Orhan’ın ayaklarına kapıldı.
- Hayır. Çok geçtir. Siz bizi insanlıktan çıkardınız. - Orhan kararlılıkla baltayı indirdi.
Bir, iki, üç. Nedense Orhan’ın öfkesi soğumak bilmiyordu. Balta korkak Ermeni’nin başını çoktan birkaç parçaya bölmüştü. Pis hay kanı temiz kar üstüne sıçradı. Orhan hemen diz çöküp onu bağışlaması için Tanrıya yalvarmaya başladı. Çünkü Tanrı’nın kutsal nimeti (kar), Şeytana uyan ermeni kanıyla kirlenmişti (o bunu Tanrıya hakaret sayıyordu)…
Elşen İsmail
Azerbaycanlı Yazar ve Yönetmen
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.