7
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
2091
Okunma
Berbat bir güne gözlerini açarken gerinmesine, iki yana açmış olduğu kollarının üzerinde yatan kadınlar engel oldu. Bir süre tavanı izleyip, aniden doğrulunca geniş yataktan aşağı düşen Sağ Kol Kadını’nın sersemce kafasını kaldırıp etrafına bakındıktan sonra tekrar uykuya dalması tam olarak beş saniye sürdü. Yataktan kalkmadan önce, bu hareketlenmeyle kafası, yatağın dikine hafif sol yanından aşağı sarkık vaziyette, çıplak kalçaları havada kalmış horlamaya devam eden Sol Kol Kadını’nın kıçına bir öpücük kondurdu. Ve çoğunlukla boş içki şişelerinin, yiyecek artıklarının oluşturduğu dağınıklığı süsleyen renkli balonların arasından çıplak ayaklarıyla geçerek koridora açılan kapıya geldi. Kapı önünde durdu, dün geceyi birlikte geçirdiği kadınlara baktı. Eğildi, yerden bir balon aldı, ağzıyla boom sesi çıkararak patlattı. Kadınlarda kıpırdama olmadı. Başka bir balon aldı; aynı hareketi tekrar ve daha yüksek sesle yaptı. İki kadın da kafasını kaldırıp ona baktı. Kadınlara, “uyuyun hadi” demesiyle ikisinin aynı anda “tamam” deyip, tekrar horlamaya başlamaları bir oldu. Tuvalete yöneldi.
Geceki ufak bir oyundan sonra donunda kalan telefonu, çişini yapmak için donunu indirmesiyle yere düştü, birkaç saniye sonra da çalmaya başladı. Gizli numara. İşini bitirdikten ve duşunu alıp, kurulandıktan sonra yerde ısrarla çalmaya devam eden telefona eğildi, aldı, açtı.
“Evet” dedi gizemli sayılabilecek kısık bir sesle.
“Çalgıcı?” dedi bir erkek sesi.
“Yanlış numara” diyerek telefonu kapatmasını, yüzünü avucunun içine alarak oflaması izledi.
Elindeki telefon inatla çalıyordu. Açmadı. Kadınların yanına döndü. Horlamalarına dikkat kesildi, kafasını iki yana sallarken güldü. Yerdeki Sağ Kol Kadını’nın üstünden atlayarak yatağa sırtüstü uzanırken Sol Kol Kadını yataktan düştü. Telefon hala elindeydi. Çalmaya devam ediyordu. Bir anda açtı.
“Yanlış numara dedim ya!”
“Ah, o Akdeniz’in pi sayılı temmuz akşamları” dedi öteki. Bu kez konuşan hoş sesli bir bayandı.
“Kimsin sen?” diye sordu, yine gizemli sayılabilecek kısık bir sesle.
“José Montserrate Feliciano García”
“Yanlış numara dedim ya be!”
“Yirmi yedi” dedi kadın ve devam etti, “Jim Morrison, Jimi Hendrix, Janis Joplin, Kurt Cobain…”
“Tamam, yeterli” diye karşılık verdi Çalgıcı, “adresi ver.”
Kahvaltısını etti. Sonra giyindi. Boy aynasındaki yansımasına baktı. Mavi kot pantolon üstünde yerini almış olan kırmızı gömlek, mavi ceketin altında, boynu beyaz bir kravatla sıkılana kadar halinden memnun görünüyordu. Çalgıcı, beline kadar uzanan sarı saçlarını toplayıp at kuyruğu yaparken kendine göz kırptı, ZZ Top modeli sakallarını sıvazladı. Ardından koridora çıktı, kilitli bir odanın kapısını açtı. Kilitli dolabın en altında duran hard case gitar çantasını alarak dışarı çıkarken kapıyı tekrar kilitlemedi. Çıkış kapısının güvenlik kodlarını girmek üzereyken durdu. Çantayı bırakarak, Horlayan Güzeller Odası’na geri döndü. İki çıplak kadını bir süre izledi. Sonra sırayla kaldırarak kadınları omuzlarına aldı. Gözlerini ara ara açıp bakınan kadınlar horlamaya devam ediyorlardı.
Sadece kendisinin yaşadığı bu beş katlı eski binanın üçüncü kat merdivenlerini inip dışarı çıktı, kapı önünde kendisini bekleyen kırmızı arabaya yöneldi. Önce arka kapıyı açtı; iki kadını içeri tepti. Sonra çantayı bagaja yerleştirdi. Sürücü koltuğuna oturdu. Arabayı buluşma yerine; Katledilmiş Orman’a doğru sürerken, solunda gri bulutlar giyinmek üzere olan güneş, şehrin her yanını saran kötülük tohumlarını gün yüzüne çıkarmaktan başka bir halta yaramıyordu. Az ilerde, bu virane şehrin yıkıldı yıkılacak binalarından ikisi arasında kadının biri sefil bir adamın kafasına dayadığı silahın tetiğine basarken, daha ilerde taş duvara dayanmış kadın, bir herifin belini bacaklarıyla sarıp, veletlerini içine alırken kendinden geçmiş görünüyordu. Ve bunlar ne yanından hızla geçen; eli bıçaklı bir psikopattan kaçan başka bir insan evladının ne tam karşısından arabalarını süren güvenlik ekiplerinin ne de diğerlerinin umurundaydı. Herkesin tek derdi vardı; kendi kıçını korumak.
Arabayı hızla sürerken cama düşen ilk yağmur damlasının radyoda çalan The Doors’un Riders On The Storm’unun başlamasıyla gelmesi güzel bir tesadüftü. Yağmuru seviyorum, gök gürültüsüne tapıyorum diye mırıldanırken, gözünü, çıkardıkları sesle keyfinin içine eden Horlayan Güzeller üzerinde gezdirdi, dudak büktü. Şarkı biter bitmez arabayı durdurup, onları, bir ayyaşın şaşkın bakışları arasında, oturur vaziyette bıraktığı kapının bir geneleve ait olması da tesadüftü.
Katledilmiş Orman’ı ortadan bölen toprak yola girerken hızını azalttı. Birkaç dakika sonra yüz metre kadar ileriden gelen siyah arabayı görünce de durdu; araba çalışır vaziyette beklemeye başladı. Silecekler sevgililerine sulanan yağmur damlalarını sağa sola savuşturuyordu. Etrafına bakındı; yanmış kül olmuş ormana. Zihninde, envaiçeşit canlının diri diri, cayır cayır yanması, yanarken çıkardıkları korkunç sesler belirdi. Kahkaha attı. Karşıdan gelen araba çamur sıçratarak hızla yanından geçerken kafasını yavaşça çevirip arkasına baktı. Tekrar öne döndüğünde, yine yüz metre kadar ileriden gelen arabayı gördü. Yavaşça gelen araba yanında durdu. Siyah arabanın açılan camından kendisine bakan gorille bir süre göz teması kurduktan sonra, o da camı açtı. Goril, kalın sesiyle, “Çalgıcı?” deyince başıyla onayladı. Siyah arabanın açılan kapılarından, bir kurt, bir tavşan ve bir ayı indi. Maskelerini gerçeğinden ayırt etmenin zor olduğu bu adamlardan Ayı, şoför koltuğundan kaldırıp kendisi otururken Tavşan ve Kurt onu arka koltukta aralarına aldılar. “Üzgünüz” dedi Tavşan, “gözlerini bağlamak zorundayız.” İtiraz edemedi. Goril’in takibinde yol aldılar.
Gözlerindeki bağ çözüldüğünde loş kırmızı ışıklı bir odada tekerlekli sandalye üzerinde yarı çıplak vaziyetteydi. Az önceki yağmur dönüşmüş, Goril’in suratına tekrar tekrar inen büyük elleri olmuştu. Her “uyan”a bir tokat. Her uyanmayışa bir tokat… Uyandığını anlayana kadar artı birkaç tokat… Tokat yağmurunda kıpkırmızı! Eller eller! Eller yetişsin imdadına! Refleks eşittir acı. Sandalyeye bağlıydı. Bağırmak istiyordu. Konuşmak istiyordu. Ağzı bağlıydı. Goril’e uzanan el Tavşan’ınki oldu, tamam uyandı, der gibi baktı sevimli yarma. Kurt sandalyenin arkasına geçti. Ayı’nın da nezaretinde ittirmeye başladı. Uzun, loş mavi ışık ve her iki yanına sıralanmış silahlı kuzular hakimiyetindeki koridordan, garip yaratık desenli halıyı eze eze geçtiler.
Loş mavi hakimiyeti girdikleri salonda da devam ediyordu. Salon silahlı kuzular tarafından çembere alınmıştı. Ne bir koltuk, ne bir masa, ne de herhangi dallama bir eşya vardı, duvarları süsleyen ekranları saymazsak. Dev ekranlar. Kimi bir caddeyi, kimi dağlık bir alanı, kimi bina içlerini, kimi sürüsüyle başka haltları gösteren dev ekranlar. Kaçan, kovalayan silahlı insanlar, patlayanlar, aslandan, kaplandan kaçanlar… Çemberin ortasında beklediler. O, Ayı, Goril, Tavşan, Kurt yarı çemberinde, Ayı, Goril, Kurt, Tavşan, silahlı kuzular yarı çemberinde, hepsi birden dev ekranlar çemberinde beklediler. Herkes sağ taraflarında kalan kapıya bakıyordu. Baktılar, beş dakika kadar… Kapının nihayet açılmaya başlaması loş mavinin ölümü, sarı ışığın doğumu oldu. Kapıdan çıkanın talimatıyla ağzını bağlayan bez, ellerini, bacaklarını bağlayan ipler keskin bir bıçakla kesilip söküldü. Bu, telefonda kendisiyle konuşan hoş kadın sesiydi. Şaşkın şaşkın ses sahibine baktı; anlamsızca bağırması yediği tokatla ve ardından kafasına dayanan silahla kesildi. Anlamıyordu. Anlayamıyordu. Sadece korkuyordu. Karşısında üç tekerlekli bisikleti üstünde rengarenk çiçek desenli bir elbise içinde, altın saçlarıyla duran en fazla beş yaşındaki kıza şaşkın şaşkın bakıyordu. Kız sert gözlerle ona bakıp, “o salak sensin demek” derken kızdan çıkan yetişkin bir kadının sesiydi.
“Nasıl bir isim lan bu?” diye devam etti kız, kucağındaki lap topa bakarak. “Arkadaşlar internette siteni tesadüfen bulmuşlar. İlginç bir tasarımı var. Ajan No: The Çalgıcı ha, tek kişilik orkestranız ha? İzledim videolarını otu boku bir elektro gitarla çalıyon, düğünleri, geceleri katlediyon… Orkestra bir durum da yok yani… Artiz misin lan sen şerefsiz? Doldurmuşsun siteni de abuk sabuk silah havası verilmiş gitar çizimleriyle filan. Bir suikastçı havaları, bir mafya ayakları… Nerde yaşıyon oğlum sen? Neymiş, aşağıdaki telefondan bana ulaşan kişiler şu şifreli sözcükleri aşağıdaki sıraya göre doğru bir şekilde söylediklerinde benle iş görüşmesinde bulunma hakkı kazanırlar. Ne lan bu? Aha girdim şifreyi… Düştün işte benim gibi bir psikopatın, Ayşe’nin, Testere Ayşe’nin eline. Gördün mü şimdi ebeninkini?
Ellerini çırpan Testere Ayşe, “oyunu ona anlatın, oyun başlasın” talimatı verdi ve az önce çıktığı kapıdan içeri girerken “ha, bu arada” diye ekledi, “bunu sana neden yapıyoruz biliyor musun? Sırf zevk için.”
Onu kırmızı odaya geri götürdüler. Biri saçlarını biri sakallarını kazıyan iki ördeğe korku dolu, yaşlı gözlerle bakmaya çalışırken, başı dönüyordu. Tıraş biter bitmez gelen Kedi, elindeki aletleri Çalgıcı’nın keline dayamadan önce sordu; “ne işliyoruz?” Kapıdan girerken Tavşan, “kurbanın numarası yazıldıktan sonra altına, Ajan No: Pi Sayısı, yazılacak dedi, “önden, arkadan, yanlardan kafanın fotoğrafını almayı da unutmayın.
Her şey hazırdı. Duvarında sadece tek dev ekranın olduğu ufak bir odadaydılar. O, Tavşan Ve Kurt. Üçü de ayaktaydı. Ona dev ekranı işaret eden Tavşan, “bak gözüm” diye başladı söze, “oyun alanın burası. Minicik, yüz metrelik alan. Şimdi oyun şu; bak bir kendine önce, eğ kafanı, ne görüyorsun? Şimdi, sana enjekte ettiğimiz iğnenin etkisiyle onun farkına varmamış olabilirsin.” Eliyle Çalgıcı’nın cinsel bölgesini kapatan cisme şaplak atarak devam etti, “bu dedi çok özel bir bekaret kemeri. Kurt kardeşimizin fikriydi, diye devam ederken fikir sahibi eliyle göğsüne hafifçe dokunarak başını eğdi. Kemerin ilginç bir çalışma mekanizması var. Şimdi sen yine iğnenin etkisiyle, kemerin bir uzantısı olan ve götüne giren incecik şemsiyenin farkında olmayabilirsin, ki şanslıysan yani oyunu kazanırsan olacaksın, ki sana güveniyoruz başaracaksın.” Tekrar eliyle kemerin ön bölgesine şaplak atarak devam etti, “bu bölgeye kendi ufak ama etkisi büyük olacak bir bomba yerleştirdik. Arka taraftaki, yani götüne giren şemsiye onun kumandası” biraz durdu ve gülerek Kurt’a tekrar baktı, “yani Kurt, böyle de esprili bir arkadaşımız… Zaman ayarlı bir kumanda bu; geçen her dakika ucu biraz açılarak ilerliyor, her beş dakikada bir miktar… Hedefi, yani, yine arkana yerleştirdiğimiz öndeki bombayı patlatacak düğmeyi, tam yarım saatte bulacak şekilde ayarlandı. Tavşan, Çalgıcı’nın suratını hafifçe birkaç kez tokatlayıp, kemerin ön tarafındaki kilidini gösterdikten sonra, “senin amacın, sana vereceğimiz şifreyi söyleyerek Anahtar Taşıyıcı’yı bulmak. Şifreyi söyle anahtarı al.
Bir arabadan aşağı itilirken duyduğu son söz, “süren başladı” oldu. Yağmur, kemeri ve çıplaklığı üstüne tüm şiddetiyle yağıyordu. Düştüğü yerden kalkarken gözlerindeki bağı söktü. Bağdan ıslak yola düşen kağıt parçasını aldı, yazıyı, akşamı aydınlatan sokak lambasının ışığına tutarak okudu: Şifre: Deliliğim Tüm İnsanlığa Armağan Olsun. Çılgınca koşturmaya başladı, yol üstündeki dükkanlara giriyor, bağırıyor, bir süre tepki bekliyor, gelmeyince başka bir dükkana giriyordu. Bir dükkan sahibinden yediği okkalı yumruğu hissedemeyecek kadar kendinden geçmişti. Kollarını iki yana açmış şifreyi haykırıyor, karşısına çıkan tek tük arabaların önüne atlıyor camlarını yumrukluyordu. Kızgın gizemli bir güç kara bulutları kafa kafaya tokuştururken üstüne boşalan delilik, beynini esir alan saatli bombanın tik tak tik taklarıyla iş birliği içinde onu tamamen ele geçirmişti. Şemsiyeli bir kadına koştu onu omuzlarından yakalayıp salladı; “Deliliğim tüm insanlığa armağan olsun! Deliliğim tüm insanlığa armağan olsun!” Kadın çığlık attı, kaçmaya başladı. Karşısına çıkan bir adamı omuzlarından tutup salladı; şifreyi bağırdı. Adam yumruk attı. Sonra da çıkardığı bıçağı ona savurdu. Hemen kaçtı. Bir evin avlusundan atlayarak kaçarken adam küfür ediyordu, “yakalayın sapığı, yakalayın!” komutlarıyla. Şimdi de bıçaklı bir adamdan kaçıyordu. Adam peşini bırakacağa benzemiyor olduğu gibi ona başkaları da katılmıştı. Önce üç kişi, sonra beş kişi daha, on kişi, yirmi beş kişi… Kaçıyordu, ardına bakmadan... Kendini o harabeye güçlükle attı. Bu üç katlı bir binaydı. Yer yer yıkık dökük duvarlarından sokak lambalarının ışığı ve yağmur sızan yapının, dökük merdivenlerini koşarak tırmanmaya başladı. Yoruldu; bir köşeye sindi. Sırılsıklamdı. Titriyordu. Kafasını kaldırıp, ıslak gözlerini peşindekileri kontrol etmek için etrafta gezdirdi. Onu gördü. Karşı odada duvar dibine sinmiş kendisi gibi keli dövmeli kırmızı elbiseli kadını, “deliliğim tüm insanlığa armağan olsun” diye bağırdı, tekrar tekrar bağırdı. Kırmızılı Kadın, “kaybettim” çığlıkları atıyordu, çıldırmışçasına, “kaybettim kaybettim!” Çalgıcı, kadına yaklaştı, omuzlarından sallayarak şifreyi tekrarlarken peşindeki grup izini bulmuş, onlara yaklaşıyorlardı. Bir anda odaya doluştular. Gruptan vurun sesleri yükselirken, kadın çığlık çığlığaydı, “kaybettim! kaybettim!” Kadın patladı. Diğerlerini de paramparça ederek.
Testere Ayşe, dev ekranın başında toplanmış Goril, Ayı, Tavşan Ve Kurt’a dönerek, “muhteşem” dedi ve sesini yükselterek ekledi, şu Çalgıcı’ya giydirdiğimiz dandik, plastik bekaret kemeri yerine, ona anlattığımız şekilde bir kemer yapabilir misiniz? Bir kurban üstünde böyle bir şeyi cidden uygulamak istiyorum.” Arkalarındaki, Kırmızılı Kadın’ı patlatan kumandayı hala elinde tutan beyaz önlüklü Baykuş, “deneriz efendimiz” karşılığını verdi.