- 799 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Su/sayan gönülde hasret yangını
Küçük bir kasabada yaşayan Mustafa ve Fatma çifti tam kırk iki yıl bir yastığa baş koymuş, aynı dertle dertlenmiş, onları ayakta tutan, kalplerine yaşama sevinci veren sevgilerini bölüşmüşlerdi. Zamanla birbirleri için yaratılmış oldukları düşüncesine ikisi de inanmış, hangi mevsim gelirse gelsin onlar bacasından tel tel sevgi tüten evlerinde hep kendi mevsimlerini yaşamışlardı.
Her ikisi de yetmişli yıllara merdiven dayamıştı. Mustafa amcanın saçlarında, sakallarında artık siyahları görmek imkansızdı. Yüzündeki çizgiler sanki yaşadıkları yılların haritasını çizen, tek gözlü korsanların elinden alınmış eski bir haritayı andırıyordu. Gözlerindeki kızarıklıklar ve göz altlarındaki torbacıklar artık ondan bir parça olmuştu. Eskiye göre daha sıkı giyiniyor, kazak giymeden dolaşmıyordu. Zira üşüttüğü zaman bel ve diz ağrıları nüksediyordu.
Fatma teyze ise ona göre hayat karşısında daha erken pes etmişti. Gençlik yıllarında herkesi peşinden koşturan o nazenin güzel gitmiş, yerine ufak şeylere bile kızan mız mız bir teyze gelmişti. Ancak Mustafa amcanın gözünde, yıllar geçse bile hâlâ ilk günkü kadar güzeldi. Sevmek böyle bir şeydi. Sevdiğini her zaman her durumda sevmekti.
Evliliklerine çevredeki insanlar hep gıpta ile bakmış, bu aileyi nasıl böyle sağlam bir şekilde ayakta tuttuklarını merak etmişlerdi. Onlar meraklı gözlerle kendilerini seyreden insanlara hep aynı cevabı veriyordu: “Birbirimizi sevdik ve birbirimize güvendik. Sevgi ve güven varsa yaşamak için gerisi zaten gelir.”
Ancak mutlu evliliklerini renklendirecek bir meyveleri ne yazık ki olmamıştı. Ne çok isteseler de nasipten öteye yol olmazmış ya onlar da bir evlat sahibi olamamışlardı işte. Evlat hasretini yüreklerinde sönmeyen bir ateşin közleri gibi hep taşımışlardı. Bu hasretle sürekli yanmışlar ancak bu yangını da birbirlerinin gözlerindeki muhabbet damlalarıyla azaltmaya çalışmışlardı. Onlar hasret yangınlarında debelenirken farkına varmadan hayatlarının sonbaharına ermişlerdi…
Fatma hastaydı… Zaten yüreği hiç iyi olmamıştı ki. Mustafa amca onu el üstünde tutup elini sıcak sudan soğuk suya sokturmasa da yürek yangınına çare bulamamıştı. Şimdi içine attığı onca derdin ateşi Fatma’nın bedenini yakıyordu. Mustafa amcanın şefkatli bakışları ve sevgi dolu sözleri sadece onun acılarını hafifletiyordu.
Eşini en son kontrole götürdüğünde doktorlar, “Mustafa amca, götür evinde huzurla yaşasın son günlerini.” demişlerdi de gözlerinden dökülen yaşlar adeta bir yanardağın lavları gibi sakallarını yakarak süzülmüştü. Gözlerinden dökülen yaş değildi de sanki damla damla yıllardı. Onunla yaşadığı her an şimdi yere düşmemek için solgun yüzüne asılıyor, yanaklarını tırtıklıyordu.
Mustafa bir gün bahçede odun kırıyordu. Kendi de koca bir çınardı hâlbuki. Nur yüzlü, eli öpülesi ihtiyar, ateşi harlamak üzere aralamışken kapıyı, iniltileri duyunca düştü tek tek elinden odunlar, koştu. Fatma’nın durumu ağırlaşmıştı. Zaten ilacı da bedenindeki takat de tükenmişti. Hemen nefes nefese komşusuna koştu. Zira ne zaman çarşıda işleri olsa ona koşardı. Hele hastalıkla ilgili bir sorun olduğunda komşu Kemal Bey 70’lik Renault otomobilinin sırtına atladığı gibi bir çırpıda onların evinin yanında olur, arabadan inerek onların araca binmesine yardımcı olurdu. Vefakâr komşusu bu gün de aynı hassasiyeti göstermiş, Fatma’yı zaman kaybetmeden hastaneye yetiştirmişlerdi.
Artık son günlere geldiğinin farkındaydı Fatma da. İçinde ince ince bir sızı hissediyordu. Ölüm değildi onu korkutan. Mustafa’sını bu dünyada yapayalnız bırakmak düşündürüyordu onu. Mustafa amca da uzun uzun baktı Fatma’sına. Sonra yağmur yüklü bulutları andıran ama bir türlü boşalamayan gözlerini kaçırdı usulca sevdiği kadından. Onu böyle görsün istemiyordu.
Fatma, “Su…” dedi kısık bir sesle “Su ...”
Mustafa amca ayağa kalktı, etrafına bakındı. Hay Allah Fatma’sını tek de bırakamazdı ki! O sırada hemşire girdi içeriye, çatık kaşlı ve çok konuşmayan Aysel Hemşire. Bu kadına da bir şey söylemek zordu. Hani yüzü birazcık gülse cesaret alabilirdi ama kadının suratında en ufak bir tebessüm zerresi yoktu ki… Yine de çekinerek ve titrek bir sesle:
“Kızım ılık su nerede bulabilirim?” dedi.
Hemşire yüzüne dahi bakmadan:
“Bey amca, hastanenin karşısındaki kafeteryaya sorun, yok burada.”
Onun bu umarsız haline, özellikle bey amca demesine kızdı ama şimdi hemşireyle uğraşacak zamanı yoktu. Bir an önce can paresine su bulmalıydı.
“Hemen geleceğim Fatma.” dedi eliyle eline usulca dokunarak.
Fatma sadece göz kapaklarını oynattı tamam der gibi.
Mustafa amca rüzgar gibi kalktı yerinden. Bir saniye daha kaybetmeden sıcak suyu alıp gelmeliydi.
Biraz sonra elinde plastik bir bardak içinde ılık su ile geldiğinde artık çok geçti. Fatma’sı, ilk göz ağrısı, biricik aşkı son nefesini vermişti...
Mustafa amcanın elinden düştü plastik bardak. Yüreğinden koskoca bir çığ koparak ömründe nazlı nazlı akan derenin önünü kapattı sanki. Baharına anlam katan, en güzel çiçek soldu. Gecelerini aydınlatan yıldızı karanlıklarda kayboluverdi birden… Damarlarındaki kan çekildi, ayakta duramadı, boynu büküldü.
“Fatma!” dedi son kez, sesi çıktı avaz avaz… Ama bağırmak çağırmak artık sevdiği kadını geri getirmeyecekti…
Aradan aylar geçti. Nefessiz kaldı yaşarken koca çınar. Suyu çekilmişti sanki kökleri kurulmuştu; dört mevsim geçse de yaprağı hep döküktü. Ne kendi susuzluğu bitti o günden sonra ne de yetiştireceği o bir bardak suyun azabı. Onun son arzusunu yerine getirememiş, bir bardak suyu yetiştirememişti…
Fatma’sına yetiştiremediği o bir bardak su sanki hırçın bir deniz olmuş Mustafa amcanın içinde homurtulu girdaplar oluşturmuştu. Ve o denizin hırçın dalgaları sürekli kalbini dövüyordu. Sanki boğuluyordu.
İçindeki hırçın dalgaları susturmak için kendi kendine bir karar verdi. Kalan ömründe bu hastaneye kim gelirse, kimin bir bardak suya ihtiyacı varsa onların susuzluğunu gidermek; kendi yaşadığı ıstırabı onların da yaşamasına mani olmak için durmadan çalışacaktı. Bunun için her sabah elinde bir su kabıyla hastane bahçesinde, koridorlarında dolanır, suya ihtiyacı olanları gözlerinden anlamaya çalışırdı. Sonra da tebessüm ederek yanlarına gider, şefkatle suyunun uzatırdı. İçindeki acılar denizinin boşalması için mümkün olduğu kadar su dağıtmalıydı…
Geçenlerde yolum düştü hastaneye. Tahlil sonuçlarını bekliyordum. Bir banka oturdum.
“Kızım su?” dedi, elindeki testiden bir bardak su uzattı. Teşekkür ederek verdiği suyu içtim.
Onu herkes tanıyor artık. Saç baş dağınık, üstü başı perişan olduğu için kimi meczup diyor, kimi bunak.
“Otur amca, yorulmuşsundur, hele soluklan biraz.” dedim.
“Yok kızım, Fatma susamıştır, su dağıtmam gerek...” diyerek kalkıp gitti yanımdan. Bu sözü hiç çıkmıyor kulağımdan: "Fatma susamıştır, su dağıtmam gerek"
İçiremediği o bir bardak su hatrına binlerce bardak su dağıtmak... Sevgi neydi tam olarak?... Sevgi, yıllarca çocuk özlemiyle yanmış kavrulmuş bir yürek, sevgi; koca bir çınar olup kurusan da sana ait olmayan sudan köklerine su salmamak, sevgi; Mustafa’nın gözünden Fatma’ya titreyerek bakmaktı...
Ve bir sabah onu hastane bahçesinde bir ağacın dibinde elinde su kabıyla öylece hareketsiz buldular. Su kabı bomboştu. Mustafa amcanın yüzünden sakallarına doğru yayılan bir tebessüm vardı. Demek ki Fatma’sına giderken içindeki dalgalar susmuştu…
Sahi sevgi neydi sevgi; canan uğruna adanmış bir ömür, sevgi vefa…
Sevgi su idi...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.