BENİMLE HAYATA VAR MISIN -II-
II
Sahil yolunu gölgeleyen palmiye ağaçların göğe doğru uzanan yapraklarıyla, söğüt dallarının yerleri öpeekmiş gibi sallanıp duran yaprakların zıtlığında duran eski limanın tenha bir yerinde oturmuş ‘OTANTİK TURUNCU KÂFFE” vakur bir duruş sergilerken, hazan güneşin son bir aydınlık nakaratından sonra batmıştı. Turuncu kâffe, üç duvarları boydan boya camdandı ve arka duvarı ise sarmaşıklar, örümcek ağları gibi yayılmıştı her bir yanına…
Kirliliklerden arınmış bir sema, sararmaya yüz tutmuş yapraklar ve beşik gibi sallanıp duran dalgalara bakan Turuncu kaffe, her zaman ki gibi doluydu; bir köşede bir masa sahibini bekliyor gibi boştu. Eliza, içeriye girdiği anda kendini güvende hissetmenin hoşnutluğuyla “hayret” böyle bir yeri daha önce görmediğine hayıflandı. Ve usulca gelip boş masaya oturdu. İki yabancı yeni dostlar bu akşam bu kâffede buluşacaklarını söylemişlerdi.
Kadının, bir yarınlık zamanı onu korkulu bir sürece iteklemişti; panikledi ve korku sendromuna girmek üzereydi. Hayat tatlı olsa da ona anlamsız ve boş geliyordu. Hayat ile yaşamın zıtlığında duran Elizanın kafasında helezonlar oluşmaya başlamıştı. Yoldan gelirken “Ne yapıyorum, tanımadığım birine nasıl güvenip de geldim” sorularıyla birkaç kez gelmekten vazgeçmeye çalıştıysa da ayakları onu, buluşma yerine sürüklemişti; işte söylenen yerdeydi Eliza.
Eliza, sabah ona doğru uyanmıştı. Babası her zamanki gibi günlük gazetelerini okuyordu. Annesi de her Pazar olduğu gibi bir grup kadınlarla birlikte matineye gitmişti. Ev, insansız ve nefessiz gibiydi. Eliza, geceden kalma baş ağrıları devam ediyordu hala. Hemen mutfağa geçip yarım yamalak bir kahvaltı yaptıktan sonra tekrar odasına çıktı. Bu evde haftanın her günü kahvaltı yedi ile sekiz arasında yapılırdı!
Eliza, yatağına uzanırken babasının “bir dediğini iki etmediğini” defalarca söylendiğinin sesleri tekrar duyar gibi oldu. Evdeki dijital aletlere her baktığında bu söz aklına geliyordu. Oysa bu aletlerden çok sevgiye ihtiyacı vardı Elizanın. Anne baba, kızlarıyla ilgileneceği yerde sevgilerini ona bir alet alarak gönlünü almaya çalışırlarken kızlarına dijital mutsuzluk verdiklerinin farkında değillerdi.
Odada cdler, oyun kasetleri, ev sineması, ses kolonları ve bir sürü elektronik eşyalarla doluydu; oda adeta bir teknoloji çöplüğünü andırıyordu! Eliza, gün geçtikçe hem kendisinden hem de çevresinden uzaklaşıp yalnızlaşmıştı. Eliza, bir ara gözleri duvarda asılı çocukluk resmine odaklanmış bir halde pencereye koşup camı açtı ve nefes nefese kalmış bir halde dışarıdaki Kalabalığa bakındı. Sesler ona uğultu gibi geliyordu ve deniz, midesi sancılanmış gibi hırçınca dalgalanıyor gibi geldi ona. Kelimelerin, anlamlarını kaybettiği, tükendiğinin hissiyle “Gitmeliyim! Yabancı adamı bir günlüğüne dost edinip ondan sonra hem ona hem de yaşama veda etmeliyim” deyip yola çıkmıştı; bu kez ilk defa arabayı almadan randevu yerine yayan gitmeye karar vermişti.
Eliza, Otantik Turuncu kâffede düşüncelere dalmıştı. Hazan mevsimin ilk yağmurlarını haber veren bir serinlik vardı ve Pencereden karşı sahil görünüyordu; onulmaz mor renklerden sisler altında, kırmızı kiremitli evler görünüyordu bir yandan da gri sisler gittikçe etrafı kaplamaya çalışıyordu. Bütün bunların üzerinde uçan martılardan bir çığlık koparken yağmur önce hafif sonra gittikçe sağanaklaşmaya başlamıştı.
“Her insanın gün gelip de düşüp parçalanmaktan, kendisini güçlükle alıkoyduğu bir uçurumu vardı” **
Eliza, tuhaf bir durum içinde Ekmenle tanışma heyecanı sararken bir yandan da “Hayat bana bir sürpriz mi yapıyor” diyemeden de alamadı kendini. Uzun bir düş içindeyken başında bekleyen Garsonun sesiyle irkildi; garson güler yüzle:
“Hoş geldiniz efendim… Bir şeyler almak ister misiniz?”
“Şimdilik hayır… Bir arkadaş bekliyorum ve gelince bir şeyler alırız”
Uzun bir bekleyişin ardında kadın, içinden “gelmez sanırım… O da hayat gibi beni oyalıyor!” deyip kalkmaya hazırlanırken sırılsıklam bir halde içeriye giren Ekmen, köşede oturan kadını fark etti. Ekmen içeriye doğru ilerlerken “Tek başına, o olmalı” deyip masaya doğru yürüdü. Kadın, kalkmak üzereydi ve elini çantasına atmış kalkamadan Ekmen, güler yüzle, samimi bir tutum içinde ellerini uzattı:
“Ben Ekmen… Sanırım siz gece konuştuğum kız olmalısınız!”
Kadın, havadaki ellerle tokalaştı, çekingen bir tavırla:
“Evet… Ben Eliza… Niçin, neden, nasıl geldiğimi bilmiyorum fakat geldim işte”
“Gelmeniz büyük bir inceliktir. Ayrıca sizi beklettirdiğim için özür dilerim”
Ekmen, neşeyle masaya oturduğu gibi ocağa seslendi:
“Selami, bakar mısın?”
Eliza, bu seslenmeden Ekmenin buranın sürekli bir müşterisi olduğunu öğrenmiş ve söze nasıl başlayacağını bilmiyordu; öylece susuyordu.
Ocaktan hızlı adımlarla gelen Garson:
“Ekmen abı hoş geldiniz…”
“Bana bir kahve. Eliza, sen ne alırsın?”
“Bir kahve ve su…”
Birbirlerinden manyetik bir etkileşimle, avuçlarını sıcak kahveyle sıcaklaştıran iki yabancı yeni dostlardan söze ilk giren Ekmen oldu:
“Beni kırmayıp da geldiğiniz için çok teşekkür ederim ve sizi tanıdığıma çok mutlu oldum.”
“Aslında en çok teşekkürleri sen hak ediyordun… Teşekkürler…”
“Ben boşum!”
“Ya, hayatınızı nasıl kazanıyorsunuz?”
“Yazarak…”
“Yoksa siz bir yazar mısınız?”
“Yazar… Pek sayılmaz fakat ayda bir babama yazarım o da bana bir şeyler gönderir; az masraflı biriyim”
Eliza, güldü belki uzun süre hiç gülemediği kadar güldü, güldüğünden gamzeli yanaklarına yaşlar dökülmüştü. Ekmen, onun böyle içten gülmesine çok sevindi. İçinden “İyi… Onu hayata bağlayabilirsem ben de çok mutlu olurum” dedi.
Devam edecek...
YORUMLAR
Dilek USTA
İnsanı hayata bağlayan birileri olmalı dediğimde tanıştığım birisine benzettim Ekmeni.
Beğeniyle okudum.
Kaleminize sağlık.. Sevgilerimle
Dilek USTA tarafından 3/13/2017 1:19:45 PM zamanında düzenlenmiştir.
sevim kidil
DemAN
“En kusursuz cinayet, yaşama sevincini öldürmektir”
Beğendiğinize çok sevindim
En içten selamlarımla