- 630 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİZE YAKIŞMADI
BİZE YAKIŞMADI
Mersin Öğretmen Okulunda dolu dolu ve huzurlu dört yıl geçirdik demeye ramak kala nazara geldik. Her şey nasıl da iyi gidiyordu. Lise dengi olan bu meslek okulumuzda ortam bir üniversiteden farksızdı. Öğrenciler, derslerde ve ders dışında gayet rahat davranabiliyor, öğretmen-öğrenci ilişkileri diğer okulları kıskandıracak kadar candandı, arkadaşçaydı.
Ders geçme notu beşli sistem olup, sınıf geçmek için sadece “iki” almak yetiyordu. Sadece “bir” numara alan öğrencinin kaldığını (tabi ki öğretmenler kurulu ve ikmal sınavları da vardı) düşünürsek, sınıfta kalmanın geçmekten daha zor olduğu sonucuna rahatlıkla ulaşabiliriz. Yani, anlayacağınız ders çalışmak gibi bir mecburiyeti yoktu öğrencilerin. Benim de dahil olduğum küçük bir grup öğrenci bunun istisnasıydı. Büyük sayılabilecek bir okulda öğrencilerin tabiriyle inekçi bir grup her zaman vardır.
Öğrencilerinin büyük çoğunluğu “vur patlasın, çal oynasın” havasında olan bir okulda her şeyin oldukça keyifli olduğunu söylemeye hacet yok her halde. Etütlere girmek zorunlu olmayıp, ders dışında şehre rahatça gidebiliyorduk. Okulun sadece fen şubeleri derslerle ilgilenir, edebiyat şubelerinin gündemi ise başkaydı. Okulun yüz akı, azınlıkta olan fen şubeleriydi. Edebiyat şubeleri mi? Onlar kız arkadaşlarıyla okulun bahçesinde ya aylak aylak dolaşır, ya da buldukları bir ağaç gölgesinde saz çalar, halay seker veya ders çalışan bizlerle alay ederlerdi. Sınıf geçmek için ya kopya hazırlamakla, ya da iyi bir öğrenciyi ayartarak sınavda yanında oturup ondan kopya çekmeye kafa yorarlardı. Hoş sınavda “bir” alma riski pek yoktu, ama onlar yine de tedbirlerini almayı ihmal etmezlerdi.
Her şeyin insana keyif verdiği böyle bir okula müsaade eldim de, iyi gitmeyen bazı işler de olsun. Sağ sol diye adlandırdığımız ideolojik olaylar her ne kadar bize uzak gibi gelmiş olsa da, bir gün geldi ve bizlere de musallat oldu.
Mahmut Sümer isimli yeni bir müdürün atanmasından sonra daha demokratik bir hava esti okulda. Yeni Müdürümüz, öğrencilerinin siyasi de olsa, her konuyu rahatlıkla tartışabileceklerini, serbest tartışmanın okula huzur ve barışı getirebileceğine inanıyordu. O yıllarda, öğretmen okullarında “öğrenci örgütleri” seçim yoluyla işbaşına gelirdi. Seçim olur da bunun propagandası olmaz mı? Oluyordu elbette. Bizim okulumuzda ülkücüler ve devrimciler diye iki grup vardı. İslamcılar ise çok küçük bir gruptan ibaretti ve ülkücülerle birlikte hareket ediyordu. Her yıl yapılan bu seçimler, renkli propagandasıyla, bir birlerinden seçmen çalmasıyla ve öğretmenleri kendi safına çekmesiyle okulda tansiyonu yükseltiyordu. Seçimleri, bize rastlayan dört yılın tamamında ülkücüler kazanmıştı. Okulun müzik yayın sistemi “öğrenci örgütü” seçimini kazanan grubun kontrolünde olurdu. Hal böyle olunca “Şeyh Şamil” şiirini, “Çırpınırdı Karadeniz” şarkısını ezberlemiştik.
Okulda zaman zaman yaşanan küçük gerginlikleri tolere edebiliyorduk. Karşı gruptaki arkadaşlarımızla dostluğumuzu sürdürmekte fazla zorlandığımız söylenemezdi. Yemekhanede sol grubun salonun sol tarafında, sağ grubun ise sağında oturması, şehre seyrek de olsa gelen konserlere ayrı ayrı gitmenin dışında gruplaşma yaşanmamıştı.
Son sınıfta olduğumuz 1975 yılının Mayıs Ayı sonlarıydı. Tatile on veya on beş gün gibi kısa bir süre kalmıştı ki, birden sessizlik bozuldu ve için için kaynayan o volkan patladı! Nasıl oldu tam olarak bilemiyorum. Galiba, iki sınıf arasında oynanan bir futbol maçını izleyen iki karşıt görüşlü öğrenci tartışmakla ilk kıvılcımı ateşlemişlerdi. Tartışma konusu, maçla veya siyasi bir konuyla ilgili olmayıp, daha önce yaşanan sıradan bir olayla ilgili imiş. Önce iki öğrenci arasında yaşanan, bilahare başka öğrencilerin de karıştığı tartışma kavgaya dönüşmüştü. İş bununla kalsa iyi! Orada başlayan kıvılcım kısa sürede bütün okulu sarmıştı. Öğretmenler, kavgacı öğrencileri sakinleştirmeye çalıştılarsa da nafile, kavga büyüdükçe büyümüştü. Grubun birisi diğer grubu kovalamıştı, kovalanan grup portakal bahçesine kaçınca birden taş diye bir silaha sahip olmuş ve bu silahı iyi kullanmıştı. Bahçeye kaçan grup asfalt zemin üzerindeki kovalayan grubu taşlamış ve pek çok öğrenci atılan taşlarla yaralanmıştı.
Kavga nasıl olduysa önlendi. Şehirden askeri birlikler geldi. Okulun her yanında asker ve polis kaynıyordu artık. Askeri önlemler eşliğinde yatakhaneden eşyalarımızı ayrı gruplar halinde alarak otobüslere bindirildik ve istikamet şehirlerarası otobüs garı oldu. Biletlerimizi aldık otobüslere bindirilerek gönderildik. Eksik kalan sınavlara girmek için on gün sonra tekrar gelmek üzere gidiyorduk. Büyük çoğunluğumuz kavgaya girmemiş olmamıza rağmen, herkes bir gruba dahil kabul edilmiş ve aynı muameleye tabi tutulmuştu. Kimsenin itiraz etme şansı olmamıştı.
Doğuya gidecek olan bizler, sağcı ve solcular ayrılarak ayrı otobüslere bindirilmemize rağmen, şoförler hassasiyeti göz ardı ederek aynı yerde mola vermişlerdi. Öyle yaptıkları hata gibi görünse de iyi olmuştu. Bizler barışı ilk molada sağlamıştık bile. Nasıl barışmayalım ki ? Sağcı solcu ayrımı yapmaksızın aynı çatı altında birlikte sevinmemiş, birlikte üzülmemiş miydik yıllarca? Aynı koğuşlarda yatmış, aynı kötü yemekleri yemiş miydik, beraber portakal çalmamış mıydık? Öğretmenleri beraber makaraya sarmamış mıydık? Gerçekten, ne çok şeyi paylaşmıştık, sağcı mı, solcu mu olduğumuzu düşünmeden o okulda. Hatta bir kısmımız ilk ve ortaokulu da aynı okulda bitirmiştik. Arkadaşlığımız bir ailenin bireyleri olmakla eş değerdeydi.
Mola yerinde sağcı, solculuğumuz bitmiş, aynı masada yemek yemek için oturmuştuk. Bir birimize yemek ısmarlamıştık. Parası olmayan arkadaşlarımız için aramızda para bile toplamıştık. Öğlen saatlerinde kavga eden, birbirlerini taşlayan düşmanlar yerini, dayanışma içinde olan dostlara bırakmıştı artık. Aile olduğumuzu yeniden hatırlamıştık. Büyük bir aile; mutlu ve huzurlu! Bu aile MİÖ AİLESİ’ydi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.