HÜSNÜ DUMAN’IN ÇOCUKLARI…5.
Osman, eski model bir arabanın içinde yolculuktaydı. Arabayı kullanan bölge sorumlusu arkadaşından yapılacak iş hakkında bilgi alıyordu.
“Bir demiryolu köprüsünü havaya uçuracağız!”
“Nerede?”
“Erzincan’ da…”
“Allah, peygamber hakkı için, beni sokma bu işe! Beceremem, askerler kolayca avlar beni.
“Anlamıyor musun, yahu? Ananı, kardaşlarını düşünüyorsan, bu işi becerirsin! Örgütün kararı dışına çıkabiliyor muyuz?”
“Nasıl bir belanın içine soktun beni? Nasıl çıkacağım bu işin içinden ben?”
“Bu işi hallettikten sonra sana elleşmeyecekler bir daha!”
“Bir defa bulaşan, bir daha çıkamaz, diyen sendin! Hatırladın mı? Becereceğiz çaresiz! Ne köprüsüymüş o? Neredeymiş?”
“Gideceğimiz yerde göreceksin…”
İlk defa bir kampın denetimi dışında hareket etme fırsatını değerlendirerek kaçışını gerçekleştirmeliydi.
Munzur’da, diğer köylere de gidilip gelinen bir asfalt yolun kıyısında, ayakaltında bir köydü. Eski model arabayla, bir tutsak gibi, bu köye getirildi. Çevreden görünmemeye özen göstererek, taş duvarlar içindeki bir eve girdiler. Bölge sorumlusu onu evdekilere teslim eder etmez başka bir iş için ayrıldı, gitti.
Evde masadan ve sandalyelerden başka eşya yoktu ve perdeleri kapalıydı.
İç içe odalardan ibaret evde on silahlı adam görünüyordu. Bir o, silahsızdı; daha doğrusu sırt çantasında bir Kırıkkale vardı, ama burada bir iş görmezdi. Bu işten nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu sürekli. ‘Ölüm tacirlerinin sayısal çokluğu karşısında çaresizim. Onlardan, onları yok ederek kurtulamam…’
Kurtulabilirdi de! Adamlar, silahlarını özensiz bir biçimde taşıyorlardı. Bacaklarını uzatıp sırtını duvara dayamıştı birisi, “kaleş” ini yanı başına bırakmış, çakısıyla oynuyordu. ‘Ani bir hamleyle şunun silahını kapabilirim ve hepsini etkisiz hale getirebilirim…’ Yok! Onlar, birer yırtıcı hayvandı ve onu daha silahı doğrultamadan paralarlardı.
Oturan adam, yanına iyice yaklaştığında başını kaldırıp baktı, ona, “Hoş geldin, kardaş!” dedi.
“Hoş bulduk!”
“Gel hele, şöyle otur yanıma kardaş!”
Adamın gösterdiği yere çömelip, o da sırtını duvara verdi. “Sizin vereceğiniz bir işi halledecekmişim…” dedi.
“He!” dedi adam. Adamın bir şeyler daha söyleyeceğini umarak bekledi, ama nafile; konuşmuyordu.
“Eğitimimi bombalar üzerine aldım. Bombacıyım. Bombalanacak yer nerede, bilmiyorum ama…”
Adam, gene konuşmadı.
Vazgeçti sohbetten, düşünmeye başladı. ‘Kurtulmalıyım bu işten… Ama ben gidiyorum diyerek elimi kolumu sallayarak da gidemem ki! Verilecek iş esnasında bir kaçış yolu bulabilirim belki…’ Yorgundu. Adama bu defa konuşturabileceği şeyi söyledi.
“Yatılacak bir döşeğiniz varsa az biraz uyuyayım!”
Adam, onunla değil, ama diğer adamlarla konuşmakla yetindi bu defa da.
“Stalin kardaşa içeride bir döşek yayın!”
Hazırlanan yatağa uzandıktan sonra yol yorgunluğundan dolayı deliksiz bir uyku çekti. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber gözlerini açtı. Tuvalet ihtiyacı için odadan çıkınca, adamları çay ve sigara içerken buldu. Tuvaletin yerini sorunca bahçeyi gösterdiler. Geri döndükten sonra adamlara katıldı. Ona da bir bardak çay getirdiler.
İçlerinden, dün konuşturmayı beceremediği adam, “Dumanlı köprüsünü uçuracaksın! Senin görevin budur kardaş!” dedi.
Osman şaşırarak, “bugün mü?” diye sordu.
Aynı adam, “yok!” dedi. “Emir gelince… Ama bugünden itibaren hazırlıklarına başla!”
Yapılacak hazırlık yapılacak plandan ve patlayıcıları yerleştirmekten ibaretti. Çocuk oyuncağı!
“Köprüyü ve çevresini bir görmem gerek,” dedi.
“Göreceksin,” dedi adam. “Hele bir şeyler ye, iç, götürürüz, dolaştırırız seni.”
Önüne konulan süzme yoğurtla birlikte koca bir somun ekmeği yiyip bitirdi. Aceleci görünmemek için çay ve sigara keyfini alabildiğince uzattı.
,
Nihayet güneş ışıkları iyice yükselince biri geldi yanına, “hazırsan köprüye gidip bir bakalım.” dedi. Diğerlerinden farklı olarak, sıradan bir köylü gibi giyinmişti ve bu civarı iyi bilen biri olsa gerekti.
Osman, sırt çantasını omuzlarına geçirdikten sonra, “haydi, gidelim!” diyerek kapıya yöneldi.
Köprüye ulaşmaları oldukça yorucu oldu. Köylü adam, gerçekten de iyi biliyordu o civarı. Kayaların Temmuz güneşinin etkisizleştiği koyu renkli sotasında dirseklerini bulabildikleri toprak zemine dayayıp, vücutlarının ağırlığını onlara yükleyerek oturdular. Gölgenin hemen dışında, Kayaların üzerinde yapışkan bir sıcağın varlığı gözle de görülebiliyordu. Vadinin karşı tarafında uzun karanlık tünellerin içinden çıkan demiryolunun Fırat’ın üzerindeki köprüsüyle, karayolu köprüsünün arasında kum çuvalları arasındaki istasyon binası görülüyordu.
“Dumanlı istasyonu orası mı?”
“Evet.”
Bulundukları yerden aşağı doğru dik bir yamaç kırık dökük milyonlarca taş parçasını bağrında tutarak Fırat’ın kıyısına iniyordu. Buraya tırmanıncaya kadar yaptıkları yolculuğun yorgunluğunu üzerinden hala atamamıştı.
“Askerler oradaki çuvalların arkasında olmalı…”
“Hayır,” dedi adam. “Demiryolu köprüsünün girişinde bir karakolları var. Esas oradalar.”
Sırt çantasından çıkarttığı dürbünün merceklerini gömleğinin koluyla sildikten sonra demiryolu girişindeki karakol binası iyice yakınlaşıncaya kadar dürbünün ayarlarıyla oynadı. Dürbünden sakin, hareketsiz bir görüntüye bakıyordu.
“Nöbetçi falan görünmüyor,” dedi.
Adam, “tankın ileri geri manevrasını görmüyor musun?” diye karşılık verdi.
“Onu görüyorum ama nöbetçi göremiyorum.”
“Nöbetçiler de kapalı sotalardadır. Bu sıcakta açıkta duracak değiller ya?”
“Öyledir sanırım. Bu arazide başka bir karakol daha var mı?”
“Beşsaray’ın öbür tarafında askeri garnizon var. Buradan beş kilometre falan...”
Osman, demiryolu köprüsünü işaret ederek: ”Burada kaç asker var,” diye sordu.
“Sanırım küçük bir birlik. Yirmi, otuz kişi, falan…”
“Beş Saray’ın orada?”
“Orada çok fazla…”
“Hele köprüleri bir inceleyelim!”
“Şimdi iner, balık avı yapıyormuş gibi bir dolaşırız.”
“Önce patlayıcıları stoklaşabileceğimiz bir sota bulalım. Mümkün olduğu kadar köprü yakınında bir yer ayarlayabilirsek kolaylık olur.”
“O, işin kolay yanı,” dedi adam. ”Sana göstereceğim yer, ayak altından uzak ama, köprüye de o kadar yakın bir yer olacak. Karnın acıkmadı mı?”
Ben özgürlüğe açım.
“Acıktım ama, önce dediğin yeri bir görelim.”
“Görelim.”
Kalktılar. Osman, sırt çantasını omuzlarına geçirerek adamın önüne geçti. ”Nereden gideceğiz?”
“Geldiğimiz taraftan dolanacağız. Önden ben yürüyeyim, istersen!
“Yürü.”
Osman, çantanın ağırlığını dengelemek için vücudunu eğerek, önündeki rehberin peşi sıra yürümeye başladı.
İki Kayanın arasından ilerleyerek Fırat’a doğru inen bir dere yatağına girdiler. Adam dere yatağının bozuk zemininde ustalıkla ilerliyordu. Yamacın ortalarında ağaçlık sahaya geldiklerinde dere yatağından çıkıp ağaçların arasına dalarak dik bir yamaç tırmanmaya başladılar. En sonunda demiryolu köprüsüne birkaç yüz metre mesafede küçük bir kaya parçasının altındaki bir ine ulaştılar. Adam, küçük mağaranın önünde Osman’ın yanına gelmesini bekledi.
“İyi misin?”
Osman, “İdare eder,” diye karşılık verdi. Maraton tamamlamış bir atlet gibi kan ter içinde nefes nefeseydi.
“Patlayıcıları bu ine yerleştiririz. Nasıl? İyi değil mi?”
“Daha iyisi olamazdı!”
“Şimdi de, su kıyısına inip balık tutuyormuş gibi, köprünün altında bir dolanalım mı? İstersen, su kenarında bir ateş yakar, bir şeyler pişiririm sana.”
“Dediklerini yaparak dikkat çekmemeliyiz. Boş ver şimdi ateş yakmayı, falan! Şimdi sen köye giderek, bir iki adamla birlikte patlayıcıları buraya getir! Bu inde onları gizleyerek hazırlıkları başlatacağız. Tamam mı? Bu arada, ben de su kenarında biraz dolanarak köprüye bir göz atacağım, sonra da bu inde sizi bekleyeceğim, belki de o sırada burada biraz uyurum. Siz karanlık çökünceye kadar bekleyip öyle gelin!”
“Olur. Olurda, bunları komutan demediydi!”
“Komutana böyle planladığımı söylersin; kabul eder.”
“Madem öyle, eyvallah!”
“Güle güle!”
Rehber geldikleri yollardan gerisin geriye uzaklaşıp gitti. Şu dakikadan itibaren onun ayağının altında dolaşmaması çok iyi olacaktı.
*
HÜSNÜ DUMAN’IN ÇOCUKLARI…5. Yazısına Yorum Yap
"HÜSNÜ DUMAN’IN ÇOCUKLARI…5." başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.