HERKESE NEŞE BANA GAM
Perişandım. İçmeden sarhoş olmuş derler ya halim aynen öyleydi. Hani biri papatya olsaydı bana aynen şöyle söylerdi yürüyüşümü görüp de: Benim yârim gelişinden bellidir. diye. O denli salınıyordum, esintide bile. Sanırsınız ki divan şiirinden kaçmış bir güzeldim ve gülşene çıkıp serviler gibi salınıyordum. Rabbim bizleri derdimizle imtihan etmesin. Kalırdık.
Sabrımız yok, metanetimiz ve aşktan yana ziyafetimiz de yok. Hep hüzünden sularla abdestimizi aldık, gözyaşlarımızla... Hayata hep nemli gözlerle baktık ve bu nemli gözlerin olduğu yerde de dikenli nice gül yetiştirdik. Dikenleri bize kaldı, gülleri ise el aldı. Yazık. İşte naçizane yüreğimizden kopup gelen ve özümü hak ile yeksan eden bu duygu tazyiklerinin yazılarıma harç olduğunu ve sarsılmaz bir inançla hayatımın anlamı olduğunu düşünüyorum.
Onu yazmak ise bu inancın betonuydu.
Gerisi hafriyat çalışmasıydı.
Dünyadaki en büyük nimet oydu bana verilen.
Şükrümdü.
Pejmürdeydim. Kir pas içindeydim, sakallarım vardı kirli mi kirli! Sonra gözlerim hüzünden olsa gerek kanlı mı kanlıydı. Bu kanlı gözler uykusuz gecelerimin ispatıdır. Çirkinliğimin örtüsüydü karanlıklar, kimse görsün istedim onsuz halimi. Onsuzluk denen bu hastalığın dünyada tek bende ortaya çıkması aslında mükafat gibi geliyordu bana. "Manyak mısın?" diye soruyorsunuz eminim ama ben de kendimden gayet eminim. Çünkü onsuzlukta bile o var. Onsuzlukta bile o var. S- onsuzlukta da!
Beni anlayabilseydiniz keşke, hüzne ne kadar yakıştığımı da anlardınız ve tebrik ederdiniz beni. Hüzün bakışlı diyordum kendime, hüzün nakışlı... Kahır yağıyordu sağanak sağanak üzerime, kimse görmüyordu; görseler bile kimse şemsiye olmuyordu. Olmasınlar. Kuru kalmak isteyen kim? Hem insanın ayağı ıslanmadan balık tutamaz ki! Yüreği hüzün tutmadan kim aşkı yaşayabilir ki? Kim?
Bir duvarın önünde durdum. Yıkıktı bir yanı, bana benzettim bu yıkılmış duvarı. Köhnemiş, eskimiş ve yıkılmış... İçim de öyleydi resmen. Bir kez daha yıkıldığımı anladım. İri bir gözyaşı damlası yanağıma düştü. Sandım ki canıma cemre düştü.
İnsanın kalbi duvar olmasın, insan kalbine duvar örmesin. Hele sevdiğine asla geçilmez ve aşılmaz duvarlar koymasın. Dünyadaki en büyük duvar iki kişi arasındaki duvardır. Konuşamamaktır, duyamamaktır, görememektir. Yan yana olup da sarılamamaktır birbirine. Bir caddede çarpıp da omzuna merhaba diyememektir. Gülüşüne eşlik edememektir, ağlayışına damla olamamaktır. Gerdanına ben olamamaktır. Sencilim diyememektir.
Bir yanı yazı doluydu bu duvarın, yarım yamalak... İmlası bozuk, noktalaması eksik ama mesajı direkt kalbe değen... Aldım yerdeki fırçayı... Boya kutusunu da açtım. Belli ki birleri burada çalışıyor daima.Yoksa komazdı böyle ulu orta malzemeleri... İçimden bir ses, al fırçayı yerden, batır boya kutusuna ve derdini aşikar kıl aleme. diyordu. Neyse ki tarihi bir anlamı yoktu bu eski ve eksik duvarın. Yazmak için sebebim vardı. Duysun istiyordum cümle alem! Anlasın beni. Bilsin.
Hüzne meyyaldim. Aşka cevvaldim. Tek sana sevdalıydım. İstiyordum ki iç acılarımı nakşedeyim duvara. Ayan kılaydım. Azat edeydim. İmzamı gören aşka inanaydı.Ve sevdiğine daha bir sarılaydı. Oysa bunu söyleyenin yüreği sargıdaydı.
Bu dünyada Kaptan diye biri de yaşıyordu ve hiç durmadan yazıyordu. Kör gönüllere inat, sağır akıllara nispet yaparcasına. İşte onun fırçayı eline alışı ve duvara seri bir şekilde "Herkese neşe, bana gam!" yazışı yüreğinin gözyaşlarıyla dışarıya akışıydı. Kaptan bendim, paramparçaydım o an. Hiçtim. Jiletle ruhumu kestim, canın acımadı mı ey papatya? Ruhum bana ait değil de ondan, kime diye bakma öyle! Bendeki bu sen aşkı başka bir şey! Ne dizeye gelir, ne de satıra, ne de senin hatrına?
Doldur be meyhaneci! diye haykırıyordum içimden. "Kadehimi hüzne kaldırıyorum. Hüznüm ki yıllanmış şaraba benzer, her dem tazedir." Aşkın kabadayısı... Aklın hayıfı.. Kalbin zayıfı...
Oksijen suyu dökün iltihabi aşklara karşı. Deşin iltihabı, çıkarttın irini. Ve yaranın en dibinde hüznümü bulun! Herkese gülümseme, bana asık surat! Ölüm değil de nedir şimdi? Bu hâl iyiye işaret değildir. Doldur be meyhaneci, diye haykırıyordum. Bilmem kendimde miydim yoksa değil miydim? İçmem ama sen acılarımı doldur şarap niyetine! diyordum.
Sahi derdi olmayan ne yapsın?
Derdi olmayan niye yaşasın?