- 429 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
0029 - KARŞILAMA - SEN GİDİNCE
KARŞILAMA
"anılardan yontulmuş yüze değil
bir felakete adadım kendimi
deneyerek sesimi yeni bir ölüde, her gün
sabahla, baharın geldiğini
resimlerde yaşayan ikindileri..."
Refik DURBAŞ
SEN GİDİNCE
Benim için hayat çoktan bitmiş, zaman durmuş. Yaşam monotonlaşmış. Her gün aynı terane… Sabah kalk, doğru banyoya… Arkasından mutfağa… Kahvaltı, giyinme, evden çıkış… Çekilesi dert olmayan ulaşım çilesi… Çalış babam çalış… Biter tükenir mi elin işi! Yine de kendini işe vermek en iyisi!
Kuşluk olur, öğle olur… Biraz nefes al, dur! Sonra tekrar koştur da koştur! Ne çabuk akşam olur, yatsı olur! İkindinin farkına bile varamam! Bazen bir sabah görürüm güneşi, bir de akşama doğru… Çoğu zaman onu bile göremem.
Gökyüzü hep yukarıdadır ve hep açık uçuk mavidir, gündüzleri… Bembeyaz pamuk yığınları gibi ya da ipek süğümleri gibi bulutları da vardır ki onlar ruh hallerine göre pembeleşir, sararır, kızarır bozarır, kararırlar… Bir araya gelirler bizim gibi, dağılır yok olurlar ya da karanlıklara karışırlar…
Kuşları da vardır göklerin, çeşit çeşit, rengârenk… Rengârenk uçurtmaları süzülür yüzünde zaman zaman… Çoğu zaman benim hiçbirini görmediğim bile olur, yokluğunun acısından, kalan hayatın telaşından…
Kazanamadım, getiremedim, yetiremedim derken, avuçlarımın arasından, senin gibi kayar gider zaman ve seninle yaşanması gerekenler… Heyecanlar, sevinçler, mutluluklar… Sessizce kayar gider de işte böyle gençliğim, sevdiğim, gidişinle bitti sandığım ama artık iyice usandığım, o zamanlar bitmez sandığım ömrüm, devrilip gidiyor de farkına bile olamıyorum!
Oysa yaşanacak ne günlerimiz, gecelerimiz vardı seninle! Ne mevsimlerimiz, senelerimiz… Mutlu olmak vardı, seninle... Eskisi gibi… Hani bilirsin ya… Doyasıya kıyasıya yaşamak vardı hayatı, o zamanlardaki gibi… Her anını fark ede fark ede…
Bir yaz gecesinde, denize nazır bir gazinoda, huzur içinde yaslanıp sandalyelerimizin arkalığına, bir nihavent, bir hicaz şarkı dinlercesine, Müzeyyen Senar’dan yahut da Zeki Müren’den… Ya da yine kıyıda salaş bir çay bahçesinde, taş plaklardan bir ut, bir kanun taksimi, hiç değilse ikindilerde veya akşamlarda… Dans edercesine yaşamak vardı hayatı, tadını ala ala… Yudum yudum içmek vardı her anı… Günleri dakika dakika, saniye saniye yudumlamak, huzurla… Şiirler okumak, şarkılar söylemek, birlikte… Sesini dinlemek isterdim, bıkıp usanmadan saatlerce… Sesimi sana kullanmak isterdim, en içten en duygusal en ahenkli haliyle… Neler anlatmak isterdim sana! Neler söylemek… Hepsi içimde kaldı. Bir kısmı da şiirlerimde… Fakat ne yazık ki içimdekileri de şiirlere döktüklerimi de bilemezsin! Söyleyemem gizlediklerimi, okuyamam dizelerimi sana. Sen de okuyamazsın, duyamazsın! Seni ne kadar sevdiğimi, ne kadar özlediğimi bilemezsin! Anlayamazsın! Bilmem uzaklardan, dağların ardından hissedebilir misin? Belki de seni unuttuğumu zannedersin, kederlenirsin!
Mecburen konuşması gereken bir ölüyüm ben, o zamandan beri. Radyo gibi, teyp gibi, robot gibi… O ayrıldığımız, o beni kendi halime, kaderimle baş başa bırakıp gittiğinden beri… Ses tonumu huzura, mutluluğa ayarlayarak değil de her gün bir ölünün yeraltından gelen sesi gibi kullanarak, kendimi biyonik adam gibi işe verip, o şekilde avunmaya, her anımı öyle değerlendirmeye çalışarak, günleri yaşarak değil de aksine takvimlerden doğar doğmaz koparıp atarak, yani yaşatmadan öldürüp gömerek yok ediyorum. Yok olan takvim yapraklarıyla ömrümü de, yolup yolup yakıyorum. Koparıp koparıp atıyorum bir taraflara kendimi de parça parça… Gittiğinden beri tek parça değilim. Öyleyim sanma! Hayatım darmadağın, ben paramparça… Ruhum mu? O seninle gitmişti ta o zamanlar… O zamandan beri senden de ondan da bir haber gelmedi. Nasıl olduğunu ben bilmem, bilemem. Bilsen bilsen sen bilirsin! Sen, onunla beraber değil misin!
Oysa yanımda olmanı isterdim. Hem de nasıl! Ruhum da bende, sen de… Kendimi ölünceye kadar sana adamak isterdim! Seninle yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımızı, yaşanması gerektiği gibi yaşayarak, o dingin ya da hareketli, huzurlu ve mutlu zamanları en değerli anılarımız haline getire getire hafızamın arşivine yerleştirmek, orada sonsuza kadar saklamak…
İsterdim ki yüz hatlarımız huzur, mutluluk, sevinç ve neşeyle şekillensin! Fakat ne yazık ki olmadı, olamadı. Başıma yalnızlık gibi püsküllü bir bela aldım! Bir musibet… Bir afet… Bu zamana kadar onunla yaşadım diyemiyorum, sürüklemeye çalıştım hayatı kör topal… Bitimsiz bir felakettir, yaşıyorum o acıklı ayrılıktan beri… Bir uçtan bir uca işkence oldu hayatım, kısaca!
Nasıl geçti geceler, sabahlar nasıl oldu! Güzler bitmiş, kışlar geçmiş, baharlar gelmiş, farkına varamadım! İkindi sefaları varmış, akşamlar, geceler varmış… Birlikte yaşanırmış günün o en değerli saatleri, ben hiç bilemedim!
Akşamüstleri parklara bahçelere gidilir, sokaklarda el ele kol kola gezilirmiş… Birer çay içilirmiş, ufka doğru, bir yerlerde… Dakikalarca guruplar seyredilirmiş… Bakılır da bir haz alınırmış, güneşler doğarken veya batarken… Ben bunları hiç yaşamadım senden sonra… Farkına varamadım, ne zaman doğduğunun, nasıl battığının… Resimlerde görebildim ancak onları… Şafaklar atarken nasıl olur, gökyüzü, güneşler batarken nasıl? Ben bunları resimlerden seyrettim bir başıma, ancak. O güzelim zamanlarda ne sen oldun yanımda, ne de ona ayıracak zamanım… Kendimi mekanik bir araç gibi lüzumlu lüzumsuz işler için koşuşturmaya adadım.
Tan atarken renkten renge girermiş gökyüzü… Onunla birlikte şekilden şekle bulutlar… Gurup vakti daha bir başka seyredermiş olay… Bir günden bir güne içimden gelip, başımı kaldırıp da bakamadım bile o taraflara! Baksaydım da haz almazdım zaten sen yanımda olmayınca…
Yalnızlıktan başka bir şey olmadı, sensiz zamanlar bende. İkindiler de yavandı, tatsız tuzsuz zamandı… Akşamlar da geceler de öyle… Kederler üstlerine ve üstüme çöreklenip kaldığında… Zamanlar yoğun yalnızlık halini aldığında, o kesif hüzün dumanı altında, dumanaltı olmuş durumda, kalemle kâğıtla dağıtmaya çalıştım acımı… Dağıldı dağılmasına birazcık da olsa ama… Gözyaşlarıyla dağıldı… Dağıldıkça yayıldı… Bulanıklaştı… Azalacağına çoğaldı… Islak kâğıtta mürekkebin dağıldığı gibi… Beni de yüreğimden geçerken düşürdüğüm dizeleri de ağlattı.
Ben öyle iple çekemiyorum artık, yatsıları. Başladıkları gibi bitiveriyorlar, anlayamıyorum! Ayak uyduracak kimse yok ki bana, bir slow dansta… Partnerim yok. Kılıçla kesilircesine kesildi, paylaşmamız gereken o değerli, o sadece bize ait olması beklenen zaman… İyi geceler diledik o gece birbirimize… İyi geceler sevgilim! İyi geceler! Geceler sensiz ve bensiz ne kadar iyi geçebilirse… Bu iyi dileklerimi de kabul et, Antalya ikindilerinde nisan yağmurları gibi iri inci taneleri halinde gözlerimden hızla göğsüme inenleri de…
Sanki mavi bir kuşum ve bir kafese konmuşum, bir başıma… Ev ev değil de zifiri zindan gecelerde… Suçsuz günahsız zindanlara tıkılan biriyim işte! Mutlu geceler müjdeleyemez kimse bana! Ne yazık ki sen de öyle! Sıkıntı, sinir stres geceler geçiriyorum, kaderim sayesinde… Gözleriniz aydın olsun, ikinizin de!.. Ettiniz edeceğinizi bana, nihayetinde…
Öyle demeyeyim ama… Aslında sen de bırakmak istemezdin ki beni! İsteyerek gitmedin ya oralara! Acılar içinde kıvrana kıvrana gittin! Ruhsal ve bedensel acılar içinde… Ağlaya ağlaya gittin. Yüreğini dağlaya dağlaya… Yalvar yakardı gözlerin! O canlı o capcanlı gözlerin gitmişti de yerine üzgün ve süzgün bakışlar, ölgün gözler gelmişti. Fakat onlar o halleriyle de güzeldi, sen de onlarla bile…
Sen, beni sevmediğin için terk etmemiştin ki! Sen de beni benim seni sevdiğim kadar seviyordun, biliyordum! O sönmek üzere olan bakışlarından anlıyordum. Zaten yeryüzünde bir senin sevgine inanmıştım, o zaman da kendim gibi inanıyordum! Belki benden de fazla seviyordun ve ayrılmak istemiyordun ama mecbur oldun bırakmaya…
Çünkü artmıştı acılar, üzerindeki baskı çoğalmıştı. Daha fazla bir şey yapamazdık, ikimiz de! Elimizden bir şey gelmezdi, gelemezdi ki! Kader, grayderleyip geçti, beraberliğimizin üzerinden, silindirleyip geçti bizi… Bizi fena ezdi!
Ne dağlar sezdi o gidişi, ne sarp kayalar, ne deniz… Hiçbir şey yapamadık, öylece bekledik biz!
Ne yemyeşil dağlar bir şey yapabildi, ne gümrah ormanlar, ne de asi kayalıklar… Ne denizler, ne balıklar ne de suskun kalabalıklar… Bir yol kucak açmıştı sana, bir de toprak, bir de taş… Koca şehir ve içindeki herkes elini kolunu bağlamış bakmıştı da bir şey yapamamıştı bizim ayrılmamamız için!
Mecburdun! Gitmeliydin ve gittin!
Sen uyudun… Sen dondun… Sen, heykel gibi, manken gibi oldun… Ne ses, ne nefes… Bir çarşaf örtüldü üstüne… Bir bıçak kondu. “Alın da kesin, doğrayın artık!..” dercesine, karnının üstüne… Sonra taş, sonra kürek kürek toprak…
Ben, geriye döndüm, ağlayarak… Ayaklarım birbirine dolanarak… Saçımı başımı yolarak… Acımı yaşayarak…
Artık yaşamıyordum. Ben de seninle birlikte uyudum, dondum! Kendimi yollara, kendimi dağlara, başımı taşlara vurdum!
Dağlar da uyumuştu seninle birlikte o gece… Kayalar da ormanlar da… Bu sevdiğimiz şehir de, içindeki nehir de… Ne varsa uyumuştu, donmuştu…
O beni yalnızlıklara, o beni hayırsızlara, uğursuzlara bırakıp gittiğin zifiri zindan gece… Bahtım gibi karardıkça kararan karanlığın kollarında koca şehir içindekilerle beraber uyumuş kalmıştı seninle birlikte… Denizin enginlerinde sökmesi gereken şafak bile uyumuştu. Güneş de uyumuş kalmıştı. Donup kalmış… Donuktu nice sonra doğduğunda…
Yüzünle birlikte sararmıştı yüzüm… Sararmıştı kalan hayatımın bütün yemyeşil yaprakları… Renk renk çiçekleri, henüz açmadan… Şiirler yazdığım kâğıtlar, defter yaprakları… Albümlerdeki siyah beyaz resimlerimiz sararmıştı. Hani o senin, hani o benim, hani bizim birlikte, mutlu mesut günlerde gülümseyerek çektirdiğimiz resimler…
Yüzün donup kalmıştı… Balmumu gibi sararıp… Acı yerine yerleşen dalgın bir ifadeyle kasılıp kalmıştı… O dalgın ifade de uyumuştu, donmuştu seninle birlikte… Resimlerdekilerde de öyle… Gülümsemelerimiz donup kalmıştı aynı şekilde… Dalıp kalmış, uyumuş bir vaziyette…
Alçak sesle, nazik bir şekilde belli belirsiz sözcükler de uyuşmuştu, dilinle birlikte… Ağzından çıkan anlaşılmaz haldeki son harfler de uyumuştu. Donup kalmıştı, her şey seninle birlikte.
Hangi Roman’ın falına inanırım artık! Hangi romanın mutlu sonuna? Ne söylenen sözcüklere kanarım, ne tesellilerle yatışırım! Öyle bir kaybediş kaybettim ki dengemi, beni su terazileri dahi düzeltemez!
O ölü soyucu tacirler yok mu o ölü sahibi soyucular! Allah onları da kahretsin! İnsanların o acılarının üstüne tuz biber ekiyorlar! Yok ıskatıymış, yok salatıymış… Yok domatesiymiş, yok salatalığıymış!.. Hepsinin canı cehenneme!..
Neye inanayım ben artık? Kime inanayım!? Hacısına mı hocasına mı? Hayatına mı mematına mı? Gece olur mu gündüz olur mu benim için bir daha? Günler olur mu! Ben sensiz yaşayabilir miyim!..
Sen gittin ya! Bir aşk yasa bulandı! Harika bir evlilik, eşsiz beraberlik… Yasladı kendini ne vardıysa bize ait… Yasladı kendini bana bu kahrolası yalnızlık! Gölgem gibi peşimde tingil tingil…
Yapayalnız karşıladım taziyeye gelenleri… Yapayalnız karşıladım ölümü ve ayrılığı.. Yapayalnız, kalan kalamayasıca hayatımı…
Her şeyi, yapayalnız…
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI - 0029
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.