- 542 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Uzaklara göç etmiş bu benlikteki düşünceler...
Sana dağılıyoruz, dağıtılıyoruz dedikçe, üstüne basa basa kopuşuyoruz dünlerin güzellikleri kayboluyor, yarınlar endişe yaratıyor bende, dedikçe “yok bir şey, bir şey olmaz” demek “bizi kurtaramayacak” dedikçe karanlıklar basıyordu önümüzdeki düşüncelere ve gölgelikler düşüyordu geçmişteki güzel günlerin önüne de yine de umarsız kalıyordun, bu endişeli bakışlarıma…
Oysa dünlerin mutlulukları an be an geleceğin endişelerine dönüştükçe, yarınları kurtarma, yarınlardaki huzursuzlukların üstüne perde çekiliyordu…
Cılız ve sığ düşüncelerdi bunlar, bu mücadeledeki çetin şartlara ve herkeslere karşı savunma düşüncelerine hepsi çok sığ ve çok kararsız yapılarla mücadeleyi bırakıp sadece “bekle ve yaşa” sistemiydi belki de korkusuzluk korkularını depleştiren…
Umursamıyordum yaşamın bu kısımlarını, hani korkusuzların umarsız bekleyişleri gibi geleceğe hatalar taşıyordun ve buna da kendince "güven" diyordun…
Ben bunları dedikçe, “umarsızca yarınların güzelliğinden bahsediyordun bana veya sevginin gücünden” söz ediyordun…
Oysa sevginin çoğu zaman yüreği sığlaşır ve hatalardan dönmeyi veya güç kazanmayı bilemezdi ve pek çok kez kendi temel taşlarını oyardı… İşte böyle sevgili, gün be gün biz sevginin dibini gevşetiyorduk ve küçük bahaneleri sevginin büyük gücünde sınardık…
Oysa masumluk sevginin koyu temel kuralıydı, riya ve planlanmış hileler sevgide kabul edilemez ve kavramlarından somut olarak arınamazdı, ki dağılmalarımızın ana sebebi oldu…Sen kurgularından ben kurallarımdaki diklikten vazgeçmeyerek, garip bir sertlik kompleksi içindeki kavramlarda kaybolduk gittik…
Şimdilerde, yıllar yıllar sonra bana yazdıklarını derleyip yavaş yavaş anlayarak okudukça, geçmiş zaman kurgularının sevginin içinde nasıl dağıldığını görüyorum…
Öldürülemeyen sevginin yıllar sonraki gücü sevenlerle yalnızlaşma veya sadeleşmiş bir ruh yapısı ile affedilmez düşüncelerin yarattığı öfke çıkmazlarındaki girdaplarda dayanmayı yaratıyordu..
Her şeye rağmen sevmek bedenin onarmaya ihtiyacı olmayan bir güç kaynağı imiş ve içinde sadece öfkenin yarattığı enerji ile beslenen bir bedenin içinde barklanırmış…
Evet sevgili, seni sevmek de güzeldi diyebilmek için de öfkeden bir anlık sıyrılıp, bir cümle sakinliği yaratabilecek zamanı bile bulmak imkânsızdı derken, güçlü sevgilerden güçlü intikam duyguları ile öfkelenmek, doğarmış meğer… Ama öfkenin de bir ucunu budayıp, bu aralık zamanında “seni sevmek de yaşamın bir ayrıcalığı imiş” demek de o günlerden bu günlere kalan muhteşem bir duyguymuş…
Ben bu duyguyu şu an yaşamış olmakla bile mutluluğun bir kısmını yeniden yaşamanın gizli hazzını yaşıyorum galiba…
Tuttuğum günlüklerimin bu günkü kısmına galiba bu yakıştı demek de muhteşem bir duyguymuş…
Galiba yaşamı değil de yaşamak istediklerimi yazmak beni daha çok öfkeden uzaklaştırıyordu ve bu uzaklaşma da beni, sana daha çok yaklaştırıyordu, garip değil mi, tam da seni kaybettiğimi kendime kabul ettirmeye çalıştıkça, ufacık mutluluk kırıntıları arıyorum hâlâ.
İşte anlamadığım yanım da benim bu kısmım, öfkenin karşıtı muhlis bir duraklama zamanlarım galiba… Bu da sen varlığına sığınmaktı galiba…
Aslına bakarsan kendi kendimize adını koyduğumuz bir yaşam isteğinde el ele kalmak adına verilen bir uğraştı bunların tümü ve ben bu uğraşa riyasız inanarak beden sermişsem her anına, sonunu bu şekilde kabul etmek gerçekten kabul edilmesi çok zor veya imkânsızdı sanırım.
Ama her şeyde olduğu gibi bu yaşamın bu kısmında da gene özveri gerekiyordu, yolları yürüyerek kısaltmam zaten mümkün değildi ve bu uğraşın da imkansızlığını kabul etmemek çok yanlıştı…
Bu yolları kısaltmak ne senin gücünde saklıydı, ne de benim, bu yollar nereye kadar uzarsa, bu yaşamın zamanları içinde çile yolları olsa da, adımlanacaktı artık, sadece içimde yaşamın kuralları vardı artık, çünkü senin kuralların tükenmişti artık ve yalnızca unutulmaya yolu açılmış bir düş yolcusuydun artık…
Bu düşüncelerle bile yaşam olduğundan da zordu ve uzundu, sadece boyun eğilecek bir zaman yorgunu oluyordum…
O şehir, senin sesini saklayan şehir ki artık senin son sığınağındı, bir zamanlar bana, “sen benim sığındığım barınaksın” derken, şimdilerde, isler içindeki bir yaşamın acılarını kendine yamamışken, beni unutmuşluğun da kendi derdine düşmendendi, yoksa “sevgi inkârcıları sevmezdi” derdin ki bunu da en iyi sen bilirsin, insanın acıları ile keyflenmek sadece sana aitti, bense senin acılarını kendime yama yaparak terk ettiğim tüm gülüşlerimin peşinden koşmaktan da artık vaz geçtim…
Bu şehir benim sonsuzluğum, “islenmiş bir yaşamı içine gömmek istediğim sığınağım, sensizlik kimsesizliktir” derken bile artık çoğul düşlerimi, karartıların içinde gömülmüş olarak yaşam sağlayan isimsiz mezar taşlarından bile sen tarifini silerek kara bir oyuk gibi olmasını da içime sindirdim artık…
Bu bir kabulleniş, bu bir farkındalık artık acıların sonuna ulaşılamayacağına dair, bu bir yoklukla savaşın kararlılık sonu, artık seni sana teslim edebilmiş bir yüreğin, var olma şansı ve seni iki mezar taşı arasına gömme düşüncesinin çaresizliği…
Belki de bu yazmalar seni tüketemememin çaresizliği ile çırpınışlar…
Sen de tükeniyorsun artık ben de benim acılarımdan da..
Acıyı yalnız yaşayanlar gün gelir gülmeleri kalabalıklarıyla yaşarlar...
Öyle bir gecedir ki o gece ansızın, birden bire başın yastığa düşer, gözlerin tavanda dolaşır, tüm ufalanmış yırtıkları ararsın tavan uçlarında, tüm hayallerin o boşlukta, o yırtılmış düşüncelerin arasındadır, sevmenin oğul otu düşer göz uçlarından aşağıya, yakana doğru çeneni sıvazlayarak yattığın yerde düş olur, ver yansın edersin geçmişin karanlık sokaklarına doğru, aldatılmış zamanlarına, hayatın bir ucu diğer ucuna kavuşmaz, hep biryerlerde yırtıklar vardır, hep bir şeyler, hep puslu düşünceler fırlar bir yerlerden, sadece densiz bir yalnızlık düşer terlerinle bedeninden çarşaflara doğru, özlediğin bir sese takılır beynin tüm kıvrımları ile gözün tüm hareketsizliği içinde garip özlem hisleri ile bir şarkının mırıltıları ile uğraşmaya başlarsın…
Ama sadece hayallerden fırlayan beklemedir aslında tüm masumluğu ile ateşe bürünmüş düşüncelerinde ve hayallerin tutuşur, dağılır tüm düşüncelerin, tüm isteklerin kaybolurken, acının garip hazzı canını yakar, anlamazsın, bir anda içine düşen korun kavurduğu o acının et kokusunu, yanmış deri kokusunu, yanan iç kokusunu…
Ve sönmeyen bir harın ruhun içinde ateş topları ile dağılışını ki sevdanın buruk kokusu devşirir, filizlenir yeniden yüreğinin bir ucundan ve öldüremezsin, ölemezsin bile artık…
İşte o anlardan sonra sıkarsın gözkapaklarını ve düşlediğin rüyaya koşmak istersin ki çaresizce yastığa bulaşan ıslaklıktır aslında sevmenin akar düşünceleri…
Ve kendi kendine mırıldanmaların sesine karışan düşler olur ki artık düş yorgunlunu beklerken, düşüncelerden vurulursun, Çözümsüz bir düşencenin, hareketsizlikle tavrı başlar, hırıltılar, titremeler, görülecek rüyanın delilsiz korkuları, uzakların karanlık sessleri, karanlığın kuytulara sarkmış titrek hırpalanmış bedenlerden çıkan inlemelere benzer, bir yok oluş düşlerinin beden sarsıntılarına sebep olan hareketlerin ardında kalan tüm pişmanlıkları mırıldanırsın kendi kendine, artık ne yakanda olduğunu sandığın oğul otunun kokusundaki, mor bulanıklığı hissedersin ki artık çaresizliğin sevgiye vuran acılanmalrıdır aslında kayıp zamanlara ulaşmış bir zavallılaşma hareketinin son görüş odasındaki çaresizliği itip atar yüreğinin son kara, son siyah kanı akıtan Süveyda’ya ki artık yoklukla varlık arasında vaz geçilemeyen bir pişmanlığın çıkış noktasını ararsın o karanlık düşsel düşüncelerden…
Kimdi bu kadar düşüncelerine mıhlanmış düşünceleri sahiplenecek ki artık varlığı ile yokluğu düşüğnme haline dönüşmüş, bir can dediğinin canından akan damlalarla sevdim dediğin miydi?
Gecenin sesinde kaybolan umutlar mı doğuyordu aslında, belki de umutsuzluk girdabından başlayan bir doğuş muydu, bir dipleşmeye kaçan var oluş muydu ki, artık vaz geçilemez bir yaşamda vuruşları aksamayan sadece ritmi bozulmuş bir can atışına engel olunamıyordu artık…
Kendine güç verecek cümle düşüyordu aklından aslında ve bu güçle tutulmuştu siyahlaşmış kanına rağmen hayata…
Benden sonra da yaşamları vardı şüphesiz...
Farkındalıkla kendi kendisi ile konuşurken ansızın “kendimi kalabalık hissediyorum” dedi, etrafına bakındı teklikle doluşmış ayaklarına baktı, yalnızlığın kokusunu kokladı bu akşam yanılmıyordu tekrar etti “kalabalıklardayım sanki, demek de ne kadar güzelmiş” dedi, sadece şaşkınlığını kendinden saklamak istedi,” neden ama” derken, içinden kavisli dolaşan nefesinin sesini hissetti ve “ne güzel şeydir böyle geniş nefes almak, ne kadar zordur aslında bu nefesi saklamak, tüm yalnızlaşmış düşünceleri bir tarafa asmak gerekiyotrmuş, demek, galiba buna mutluluğun gülümseyen yüzü demek gerek ki yıllardır içime tıktığım of seslerinin kokusunu bir anda unutmak buymuş demek…”
Aslında kendi kendine düşüncede cevaplı sorulardı bunlar ama gariptir bu kalabalıklık hissini çözmek zordu aslında ama bir anda “insan bazen iki kişi ile çok kalabalık olur, tüm kalabalıklar o anda fazla gelir ki, bu da sevmenin hissettirdiği bir olgudur, nasıl ki tüm kalabalıklarımızın arasında yalnızlık duyguları ile nereye gittiğimizi bilmeden düşeriz ya yollara, şimdi tam tersi yaşanıyordu… “
Galiba bu iki kişilk kalabalıklık ki bununla insan artık dünyevi seslerden uzak kalabiliyordu…
Kan çanağına doluşan acıların depleştiği bir yaşamın tam da ortasında veya ortayı geçmiş bir zaman kavramında yaşamı varsaydığımızda, bundan sonraki acıların artık birikeceği yer kalmamıştı yaşam kesitinde varsayılıyordu, içinden çıkan iç sese aldırmıyorduk yine de, oysa bas bar bağırıyordu “yok say onu. Yok sayılmış yaşamlarda dolanan bir kahır çemberi say, unutulmaz aşkların içine koyduğun ona ait ne varsa yok say ki hayatın çeperli yaşamının bu kısmında nemli nefesler almaktan kurtul” diyordu, iç acıtan bir yalvarışla…
Aslında doğru olan buydu, önem verdiğim her şey bana artık acı olarak dönüşüyordu, korkulu düşlerin tümü, kahır düşüncelerin hepsi, dar nefes almaların tümü hep bu özveri olgusundan oluşuyordu ki ahde vefa bunun tek etken sebebi idi…
Evet sevgili seni yok sayma zamanı zaten bildiğim bir düşünceydi ve zamanı da çoktan geçmişti sadece dilim lal iken söylenmiyordu işte ve böylece varlığın tükenip gitmiyordu bir türlü…
Galiba ölümüne sevmek, son nefese uzar bu sevgi dediğimizin altında ezilen bu duygular vardı…
Gün gelir hava bulutlanır, gün gelir bulutlu havada şimşekler çakar, yağmurlar yağar, sokaklarda insanlar ıslanır…
Sen bir sokakta, bense başka bir şehrin yağmurlu sokağında, ıslanırsak…
Gün gelir ikimizde aynı şehri başka başka sokaklarında ıslanırız…
Belki, belki bir gün daha gelir ikimizde aynı sokakta ıslanırız ama, başımız önümüzde, yağmur tüm ıslaklığı ile omuzlarımızda, hayatın verdiği tüm tüm yükler belimizde, dudaklarımızda, belki de birbirimizin dudağında eski bir şarkının tınısı ıslanırken, göz göze gelsek, gözlerimiz,yüzümüz saçlarımız ıslak, sanki hayatımızın tümü ıslanmışçasına yüzümüzden aksa yağmur, çıkamayan sesimizle yutkunsak, gözlerimizden akan göz yaşlarını yağmur suyu sayarak, ters yönlere ilk adımı hangimiz atarız acaba, selamsız, merhabasız, kimsesizlikle?
İşte cevabı alınamayan bir soru daha girer hayatımıza…
Oysa eskilerde olsak, önce ben ceketimi senin omuzlarına koyar, sonra sen, sıyrılıp başınla sinerdin koltuk altıma…
Hayat bu ya, yağmura da olsa yapışıyor bazen bu düşünceler…
Dağ ne kadar yüksekse, bakışların da o kadar yorulur yukarı bakarken ama, umutların da o kadar örselenir...
Yalnızlığın nem kokusunu içinde duydu bir anda, etrafına baktı, tüm sevdikleri başka başka düşüncelerle dalgınlık yokuşunu çıkıyorlardı, içindeki kendine baktı, "sadece yalnızlığın nem kokusu bu" dedi ve güldü, "ki ben" dedi, "hangi dağda hangi çiçek varsa kokusunu hep yanımdakilerle beraber hissederdim, şimdilerde karanlığın koyusundaki nem kokusu sinmiş içime," işte o anı geçiştirmek için, "bir orkide kokusunun ardından, bazen uzaklara göç etmiş gibi olur bu benlikteki düşünceler..." Dedi...
Sadece bu yaşamın an zamanlarının değişkenliğini düşündü ve gülümsedi, "bazen kalabalıklar kendi düşlerinin kokusunu duymak için uğraştadır karanlıkların kuytusunda, bu bir değişkenliktir, bir düşünce nöbetidir ki yarın orkide kokusu doluşur bir yerlerden içime” der “gülüşünü uzatırsın...”
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.