- 513 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Umuda Umutsuz Yolculuk
Erken çöker sis oralara, elektriğin olmadığı, akşamın erken Saatlerinden sonra ulaşımın bulunmadığı bir Karadeniz köyünde tutmuş sancısı. Uzaktan uzağa bağırıp haberleşirlermiş
Mecburiyetten. Biri bağırır karşı komşuya, o da diğer haneye seslenerek haber verir komşu sesleniver “Çeltük ebe” ye yukarı komşunun sancısı tutmuş. Siz ebe dediklerine bakmayın onun; sağlık ocağı olmadığından ve doğum için Kasabaya gitme olanağı bulunmadığından
Bizim “Çeltük ebe”de sağlık personeli yokluğunda ilk yapmak zorunda kaldığı “Doğum” başarıyla sonuçlanınca nam salmış Işıklı ve çevredeki yakın köylere, köyün ebesi diye. Köyde doğmak zorunda kalan kim varsa “ebesi” olmak ona kısmet olmuş yıllarca. Bir de rivayet o ki
Elektrik olmadığından belki de Işıklı Köyü koymuşlar oranın adını.
“Cemal usta” epey gecikmeli alabilmiş haberi, dile kolay bu kıt kanaat geçim derdi sürerken, dördüncü oğul merhaba demiş Dünya’ya. Ona da köy yerinde adetten bir takma isim gerekli imiş “havva ana” ona artık “dört oğul da mert oğul” diyecekmiş.
Köy yerinde günler kısa geceler uzun olur. Ne bir sokak lambası vardır gecenin karan lığından çalacak, ne de kırk mumluk ampul odayı aydınlatacak. Bir gaz lambası vardır elden ele dolaşan. Köy bakkalı gaz yağı getirdiyse bir tek kendi etrafını aydınlatacak.
Sis dağına komşu olan bu “Işıklı” köyde başlamış sözün aslı bu yaşam macerası. Hep anlatırlar ya öylesine hızlıca bir birini kovalamış günler,geceler. Çamurdan “araba” yapmayı öğrendi önce yokluktan. Eline geçirdiği saatleri bozarak tamir etmeyi “meslek” edindi. En fazla takıldığı konu yumurtanın tavuktan mı tavuğun yumurtadan mı çıktığı konusu oldu.(O soruyu hala da çözmüş değil) ilerideki yıllara bıraktı bu soruya yanıt aramayı, nasılsa önünde ki yıllarda yollarda epey uzundu.
Bir sabah kalabalık bir yaşıt gurubunun içinde buluverdi kendini. Kızlar erkekler bir de ha-
Bire “susun çocuklar” diye bağıran büyük insanlar vardı karşısında, her yaşıtı ellerini öndeki
Yaşıtının omuzuna uzatmıştı. Bir kaç gün sonra farkına vardı bu yaşama farklı pencerelerden
Bakmasını sağlayacak bir okuldu. Yaşıtlarının bazılarıyla bir süre sonra Arkadaş oldu Bu onun anne, baba ve kardeşlerinden ilk kopuşuydu. Birlikte şarkılar söylüyorlar oyunlar oynuyorlar gün bitimi farklı şeyler öğrenip birazda yorulup evin yoluna koyuluyorlardı.
Anne kucağından ilk ayrılıp ona farklı şeyler anlatan ama karnını doyurmak yerine zihnine
İlk besinleri veren bayan öğretmenine nasıl bir hisle bakmıştır o ilk zamanlarda. Bunu ne yap
tıysa hiçbir zaman anımsama şansı olmadı. Artık bir şeyler karalamaya bile başlamıştı beyaz kağıtlara, renkli kalemlerle şekiller bile çizebiliyordu. Bilemedi ama belli ki yavaş yavaş büyü yordu. Bu yavaşça büyümenin saflıktan her geçen ıraklaşmakta olduğunu yıllar sonra anlaya caktı.
Siyah önlüklü yıllar epey hızla tükenirken minik dünyasından, usunda az buçuk tutabildiği
Çok ender anılar kalmış şimdi ne kadar anımsamaya çabalasa da. Bir sabah uyandığında yata
ğının başucunda bir takım elbise bir de ince bir Kumaş parçası gördü (gıravat olduğunu henüz
bilmiyordu.) Bu delikanlılık çağına belki attığı ilk adımdı. Babası da takardı bu Kumaştan ama
nedense farkına varmamıştı. Yoksa artık “Büyük adam”mı oluyordu.
Bir akşam okul dönüşü mahallenin tüccarının önünde bir kalabalık toplanmış ağızları açık
Sanki hiç olmayacak bir şey görmüşler gibi, mağazanın vitrininde aynı noktaya bakıyorlardı.
Cılız bedeniyle kolayca sıyrılıp aralarından bir baş uzatımından sonra vitrine çakılı kaldı gözleri. Daha önce Tahta bir kutudan “Kıbrıs’tan savaş haberleri” ”Yurttan sesler topluluğu” ndan “Alişimin Kaşları kara”yı dinlemişti. Ama bu kez kutuda kadınlar erkekler görüntülü konuşuyordu. Bu nasıl olmuştu? Koşar adımlarla tuttu evin yolunu acilen yanıtını babasından öğrenmeliydi. Aradığı yanıt babasında da yoktu. Nereden bilecekti adam. Zaten İlkokul mezu nu olabilmişti sadece, Savaştan yeni çıkmış bir Ülke ve geçim zorluğunun her yerde yaşandığı anlara geçmişti çocukluğu. Kendi babası “İmamlık” tan başka bir şey öğrenmemişken onu okutacak hali olmaması gayet doğaldı. Ama Cemal usta her şeye karşın Fötür şapka ve kravat takmaktan vazgeçmedi; Öylesine ki kalfalık yaptığı inşaatlarda bile çalışmaya giderken Takım elbisesini plastik gardorap’a çıkarıp iş elbiselerini giydikten sonra inşaatta hazır bulunan pkap’ına “Makber kırkbeşliğini takıp öyle çalışırdı, okul çıkışları yardımcı olmak için gittiğinde epey tanıklık etmişti buna.
Bir sabah uyandığında başladı ilk kopuş aile bağlarından, ablasıyla İstanbul’a gidiyordu.
İlk ücretsiz “fedai”liğe böylece başlamış oldu. fikri nedir ne değildir bile sorulmadan. oysa
Okulda bir sevdiği vardı; ellerini tutamadığı yanına oturamadığı gözlerine bakmaya kıya
madığı. O ilk Vedada Tirebolu’ya kimin için içi burkulmuştu? Anne Baba ayrılığına, Işıklı köyündeki civcivlerine yoksa değirmenin altındaki dereden yakalayıp naylon poşetle
Getirip mısır tarlasındaki gizli gölünde yetiştirdiği balıkları için mi? Bu karmaşık bir soru
Olarak yazılacaktı belki de anı sayfalarına.
Artık kocaman bir şehirdedir. O ilk okul günlerinde ilk kez tanışıp uzun yıllar her şeyi pay
laştığı “arkadaş”lar dan kimseler de kalmamıştır geriye. Bir sabah tutup elinden “Müzeyyen” kocaman bir okulun kapısına getirdi “Vefa Lisesi” Yazıyordu görkemli kapısında. Belki de yaşamın gösterdiği vefasızlığın bir kısmını bu “Vefa” geri verecekti ona yaşam adına özür dileyerek. Hep futbol merakı ağırlıklıdır Karadeniz de. Okul bitimleri arkadaşları toplanıp “top” oynamışlardı, ama onun böyle bir lüksü yoktu “Cemal usta” yardım beklerdi çünkü inşaatta onun çelimsiz bedeninden. Hep içinde özlem olarak kalmıştı O futbol topunun peşinde koşmak.
Bu “Vefa” Lisesinde başka bir şeyle tanıştı; o basketbol topuydu, arkadaşlarının oyna
dığı toptan daha büyük ve ağırdı ve elle oynuyorlardı. Ee insanın tutkuları şartlara göre demek böyle değişiyor ve şekilleniyordu. Yaşam hep avuntularla doludur ya futbol oynaya mayışını buna bağlayıp geçiştirmek en kolayı olmuştu onun için. Bu büyük şehirdeki yalnızlık onu sık sık eski günlerine özleme itiyordu. parktaki ağaçlardan süzülen hazan yaprakları dökülüşlerini izlemek zorunda kaldığı zamanlarda. İlk aşkı ne yapıyordu şimdi; köydeki civcivler büyümüş, okuldaki arkadaşları hala boş zamanlarını “top peşinde” mi harcıyorlardı? Umarım dereden torbayla o uzunca yolu yürüyerek taşıdığım balıklarım büyümüştür demekten başka yapacak bir şey gelmiyordu elinden.
Yaban ellerde gelmişti Dünya’ya, adı bile tuhaf bir şehir “hagen”de. Elbette bu yaban ellerde doğmuş olmak kendi seçimi olmamıştı. Bir Ülke kendi insanlarını “doyuramadığı”
Zamanlarda guruplarla göçe yollamıştı “geçinme zorluğu çeken” vatandaşlarını, belki ona
Kader başından mı böyle bir yol çizmişti? Ya da büyük bir şansla bu “zengin” olup Ülkesine
Geri dönmek adına.Bir kapı açılmıştı. Kültürü farklı Sokak lambalarının gece karanlığından bolca çaldığı, köy Bakkalının gaz yağına muhtaç olmadan ve kendi etrafını ışıtacak gaz lambasını tanımadan büyüdü. Tek arzusu vardı, okumak hem de olabildiğince okumak. Onunda fazla uzun süreli olmadı arzuları. Babası apar topar Büyükşehir’e yolladı tam Yabancı bir dili kavramak üzereyken.
Anne kendi haklılıklarına sığınarak ve yöresel dayatmalara bağladığı Evliliğine hiç ısınamamıştı başından beri, üç tane çocuk sahibi olduğu halde. Her yaşama kırgınlığa düştü
Zamanlarda çocukluk aşkı düşer dururdu aklına. Zaten Uzak yaban ellerdeydi zorla “varmak”
Zorunda bırakıldığı o “çirkin” koca. “Gavur” ellerindeki baba, her koşulda çocukları için işten
İşe koşarken, o eski çocukluk aşkına geri dönecek miydi yoksa?
Bir apartmanın çatı katında derme çatma tek göz odalı bir evde sürmekte yaşamları,
Baba gelecektir yakında Avrupa’dan, elbette daha güzel bir eve çıkaracaktır çocuklarını!
zaten yaşam dediğin umudun olmadığı bir anda ne işe yarar? Tüm umutsuzluklara karşın
okuma umudu hırsını artırıyordu her geçen günle birlikte.
İncecik bir vücut kapkara kaşlar sıskamı sıskaydı da. Sanki yürürken kaldırımları incit memek için kilosuz ve narin yaratılmıştı. Adım atışlarını kendi bile duymuyordur kimi
Zamanlar. Liseye başlamıştı oldukça başarılı bir öğrenciydi de. Bu hızla giderse yakında
Üniversiteye başlayacaktı, az zaman kalmıştı umutlarının gerçeğe dönüşmesine. Bu arzu
Etmediği halde katlanmak zorunda kaldığı “kader”in den elbette kurtaracaktı kendini. bir sevgili aramıyordu kendine, okumalıydı anne ve babasının umarsızlığına karşın. Her gün doğumu tek dileği vardı; güzel ve sorunsuz bir yaşam kimselere muhtaç olmadan.
Zor yıllar başlamıştı Ülke de, her sabah gazetelerde bir cinayet, her köşe başında patlayan
Bombalar, kardeşin kardeşe “düşman” olduğu karanlık yıllardı. Sağ Sol ayırmıyordu cinayetler
Gencecik yaşta insanlar daha yavuklunun ne olduğunu anlayamadan, bir hiç uğruna tabutlara
Koyulup toprağa yollanıyorlardı. En delikanlı çağındaydı üstelik. Lise yıllarındaydı, Aşk’a fırsat
Kollarken kavgaların arasında buldu kendini. Tek yol Devrim ya da Komünistler Moskova’ya
Nidaları arasında okuma uğraşısına kaptırdı kendini ama okuya bilmek büyük beceri gerek
tiriyordu. Cenaze olmadık bir gün görebilmeye hasret kalmıştı neredeyse. Dün birlikte sohbete koyulduğu arkadaşının bu gün cenazesinde olmaya akıl erdiremiyordu. kan gölüne dönüşmüş her yer ve her yuvadan yitirilmiş gencecik evlatlar için ağıtlar yükseliyordu.
Oysa bu millet her türlü zorluğa her türlü dış saldırılara birlikte göğüs germişken, Çanak
Kale de, Sarıkamış’ta ve tüm Anadolu da; Şimdi karşısında düşman bile bulunmamışken kardeş kardeşini öldürme derdiyle uğraşıyordu adeta. Her okumak için başladığı günde saldırı
Ve öldürülme korkusu soğutuyordu içindeki okuma azusunu. Evi Sağcıların yoğunlukta oduğu
Cintaşı’nda Tirebolu lisesi Solcuların mahalleri Yeniköy’de olduğu için sağcıda solcuda olamamıştı. Bir ramazan günü “devriye” gezerken (Oruç tutmadığımız halde)sigara içen bir kişiyi dövdüklerinde bu anlatılan masalın yalan olduğunu anlamak pek zor olmamıştı. oturdu
ğu “sağcı” ların mahallesinden kalan “Ülkücü” alışkanlığı epey bir yara almıştı; Çünkü bu işle
yişte ters giden oldukça fazla şeyler olduğu fikrine kapıldı.
Onca kanın akıtıldığı bir dönemde zorluklarla da olsa bitirebilmişti liseyi, üniversite sınavı için Yeniden İstanbul’un yoluna koyuldu. “Sıkı yönetim” ilan edilmişti Ülkede. Herkes birbirini
İspiyonluyordu adeta. Bir akrabasına gitti Küçükyalı’da sınav gününü beklemek için.Kaldığı evin balkonunda “Ayran” içerken “Ramazan günü” birilerine balkonda “Rakı”içiyor diye ile-
tilince bu haber, evire çevire bir temiz dayak yemekten kurtaramadı kendini,eski sempati
duyduğu “Ülkücü kardeşler”den. Hızır gibi yetişti Ahmet abisi.o da bir ast subaydı “Sıkı
yönetim”de görevli Haydarpaşa’da. Elbette yediği dayakların fazlasını tattırdı onlara.(Şimdi
ki aklı olsa yapar mıydı?)
Memleketini özledi; arkadaşları köydeki civcivleri küçük gölde büyümeye bıraktığı balıklarını anneyi babayı bence en çok ilk göz ağrısı kız arkadaşını. Memlekete gitmeliydi.
Sabah Eminönü’nden Üsküdar vapuruna binmek üzereyken bir şarkı çalıyordu plakçı
“Eylülde gel” diyordu Alpay; “Eylülde gel eylülde okul yoluna konuşmadan yürüyelim
Gireyim koluna görenler dönmüş hem de mutlu diyecekler” hiç düşünmeden satın aldı
Kırkbeşlik plağı. Bu “eylülde gel” aşkına yazılmış on numara bir şarkıydı ama başka anlamı
Olduğunu sonradan anlayacaktı.
“Mavi kart”ı vardı İett için kullandığı . Otobüsten indiği zaman Tirebolu’da, kimlik kon
Trolü sırasında “bekçi” bu kartı “Yemişti” kimlik niyetine. Her şey istediği gibi gidiyordu
Sorunsuz. Artık Babasının Annesinin yanındaydı da. Bir kaç gün kalacak ilk aşkını balıklarını
Civcivlerinin son halini görecek İstanbul’a geri dönecekti.
Öylede yaptı ama annenin bir ricası vardı ondan. Belediye hoparlöründen adı anons
Ediliyormuş her gün “ifade ver” diye. “Yapma Ana ortalık karışık bırak döneyim” dese de
“Havva ana” inatçı “Sütümü helal etmem” deyince duruverdi akan sular. Tutup elinden
“Gurbetçi” oğlunun doğruca Tirebolu Hükümet konağı’ nın kapısında aldı soluğu. Hani Anne ifademi alıp bırakacaklardı beni? Sekiz ay kadar sürdü bu ifade veriş. Tirebolu ceza ve tutuk evin de.
Seksen bir yılının ocak ayıydı, sahilde; neredeyse denizin içinde gibiydi “zorunlu ikameti”
Sadece gökyüzünü görebiliyorlardı. Yosun kokusu insanın iliklerine işliyordu ve alabildiğine
Soğuk bir hava koğuşun camları bile kırık üstelik. Hani bir tatile ya da seyahate çıkarken insan
Yedek giysilerden bir “valiz” hazırlar kendine, yani bu bir programlı yolculuktur ya; habersiz
Kısa bir yolculuğa çıktığından “Valiz” bile hazırlama şansı olmadı bu uzun “zorunlu seyahat”te
Yaşam her yeni gün daha zorluğa sürüklüyordu. Nereden Çıkmıştı bu anlamsız tutukluluk
Yargılandığı “Dava arkadaşları” tanıdık bile değildi oy sa; Leylek Mustafa, Akrep Necati Çivit Temel Hekimo Ahmet vb vb.(Sonradan anlayacaktı İspiyoncusunun Hekimo Ahmet olduğunu)
Bu isimlerle “örgüt”olmuşlar eylemlere katılmışlardı. Bunca saçmalıkla dolu yaşamda böyle
Bir durum içinde olmaya alışma kararı aldı kendi kendine, yapacak fazla bir şey de yoktu artık
Nasıl olsa. En güzel yılbaşı armağanıydı bu ona “Annesinden”. Mecburen bekleyecekti olacak
Ları.
Yaşamında ilk kez şans gülmeye başlamıştı san ki; bir “Nuri Gardiyan” çıkardı “Kader”karşı sına. Bu hazırlıksız çıkmak zorunda olduğu yolculuğunda parasızdı da. Yeni yeni sigaraya başlamış yarınlarla ilgili bir plan hazırlığında bile olamamışken, Bu “dört duvar” arası yaşamında Oldukça belirgin değişmelerin habercisi gibiydi sanki. İple çekiyorlardı Cuma günlerini; Bu görüş günü demekti. Nasıl olsa “Nuri Gardiyan” onun gibi “Plansız yolcular” için her gelen ziyaretçiye bir “dal” sigara getirmeyi zorunlu kılmıştı. Kendisi sigara içmediği halde, topladığı “dal” sigaraları biriktiriyor akşam ziyaret bittiğinde“Parasız konuklarına” dağıtıyordu bu sigaraları. Paylaşmanın ne denli muhteşem bir şey olduğunu anladı sanki bu “nikotin”ihti -yacı halledilmeye başlandığında.
Cuma günlerini yeri epeyce ayrı olmuştu artık; bu gün görüşe kim gelir hayalleri kurmakla geçmeye başlar. Akşamdan pantolon ranzanın altına ütü için koyulur gelecek
ziyaretçinin karşısına “ütülü pantolon” ile çıkmak gerekli elbette.
Nuri Gardiyan’ın adını haykırıp ziyaretçin var sesini duyduğuna içi içine sığmaz olurdu.
Koşar adımlarla gelirdi demir parmaklıklı ziyaretçi bölümüne, ne görsün karşısında en inti-
Şamlı duruşuyla Hasan abi’si tam karşısındadır. Sarılmak ister koklaşmak, ama olası değil
dir bu “yasak”tır ,ama karşısında duran abisidir. Biraz havadan sudan biraz umuttan bahse
dildikten sonra hiç duymayı istemediği o ses çınlar kulağının dibinde “Ziyaret sona ermiştir”
Daha asker olmadan koğuşta öğrettiler yatak çarşaflarının “tığ gibi”olması gerektiğini.
Eğer “volta avlusunda” betonu küçücük delip birisinin diktiği o limon ağacı olmasaydı yeşilin
tonunu unutabilirdi de. Her yeni güne umutla uyandığında ilk işi o limon ağacına su vermek
olmuştu artık, her gün yitirdiği umutlarını o ağacı canlı tutarak yeşerteceğini düşünmekten
başka bir şeyde gelmiyordu elinden.
Ranzaya uzandığında hayalleri onu dağların zirvelerinden taşıyıp “yedi tepeli şehre”ulaş
tırıyordu. Sarayburnu’nda vapurların siren sesleri arasında balık tutmaya çalışan kayıkçıları
seyrediyor, Galata köprüsünü yürüyerek geçerek Galata kulesi önünden geçip Çiçekpasajın
da bir bira molası verdikten sonra Cihangir Camisi avlusundan Kızkulesi’nin o muhteşem
Mimarisiyle birleşik manzarasına kaptırıyordu kendini, Ta ki Nuri gardiyanın gecenin sessiz
liğini tırmalayan “koğuş yat” yat komutu düşlerini kağıtana dek.
Kardeşi kuaförde işe başlamıştı eğitimini bırakarak, bu koşullarda okuma olanağı verme
yecekti yaşam anlaşılan. Anne bildiğini okuyor, Baba cahilliğinin armağanı olan acımasızlığıyla
zaten kız çocuğunu okutmaya pek niyetlide değildi de. Bu işe başlayış pek hoşuna da gitmişti
bence, eve bir parça da olsa ek gelir demekti bu. Zaten “okuyup ne olacaktı ki?”
Bunca “keklenişini” bilmemezliğemi veriyordu yoksa işine böylemi geliyordu. Dördüncü
Kızı, o “Yaban ellerde Gavur kahrı” çekerken Dünya’ya gelmişti. Bu sorunun yanıtını ya almak istemedi, ya da her şeyi oluruna bırakıp kaderin cilvesiyle hesaplaşmayı kendine yediremedi. Alıp başını kimselerin olmadığı bir yere gitmek belki en kolay çözüm olabilirdi ona, ama
nedendir bilinmez; bu bilindik ihaneti yaşamak ve sineye çekmek gereği duymuş gibiydi sanki kendinde. Her sokağa çıkışında başka bir gölgenin “evine” çökecek olacağını bilerek sürdüyor du artık evliliğini. Bu yuva kutsallığına yapılan ihanet sanki farklı biçimlerde hesap soracaktı
ilerki yıllarda üçüne de. Kadın istemeden başladığı bu evlilik yolculuğunun kendi suçu olmadı
ğı savunusuyla avuturken kendini, Adam belli ki çocukları büyüyünceye dek olup biten
ne varsa göz yummayı tercih etmiş gibiydi. Uzun yıllar sürdürdü de bu seçimini hiçbir
şey olmamış gibi.
Bu akşam oluşlarında zoraki selamlaşmalar ve sabah işe giderken sunulan hoşcakal
Dileklerinin, bir intikam duygusunun bir yerlerde saklı tutuluşu olduğunu epey ileride
Anlayacaktı. Eskide olsa bırakmadı çünkü ilk göz ağrısını belki de öyle olmasını tasarlamıştı
ilk günden bu güne dek. Çevredeki dedikodular onun için adeta çok sıradan şeylerdi ve
asla duymuyor yahut duymak istemiyordu.
Bir sabah uyandığında “İspiyoncusunun” on sekiz yaşını doldurmadığı için tahliye oldu
ğunu öğrendiğinde, bu anlamsız “Tutukluluğu” iyice isyana dönüştü elinde olmadan. Nasıl
bir adalet tecellisiydi bu? Sanki yaşam kendisine türlü senaryolar kuruyor ve “Pardon” diye
ceği o güne hazırlanıyordu. Sanki bakışları duvarın içinden geçerek Salacak sahilindeki balıkçı
barınağına getiriverdi birden bire kendini, Karşısında Dolmabahçe sarayı vardı,O saat dokuzu beş geçe, Tüm Ülkenin hüzne büründüğü göz pınarlarının sele döndüğü gün düştü usuna. İnsan çaresizce yaşamak zorunda bırakıldığı böyle anlarda neleri düşünüp nelerden ırak
kalacağını kestiremiyordu sanki. Boğazın buz gibi akıntısına bırakmak geldi bir anda kendini.
Bu beton duvarların dışında olabilse böyle bir şeyi yapabilir miydi?
Görüş günleri azalmaya başladı son zamanlarda; memlekette fındık toplama vakti uzak
Diyarlara çekildi herkes, şimdi dışarda olsa o fındık bahçesinin kocaman dallarını eğecek
Güneşin kızgın ışıklarını gölgeleyen yapraklı dallardan fındık toplayacak, Cuma pazarından
Babasının getirdiği “Somun ekmeği” içine taze fındık doldurup bir güzel yiyecekti, öyle
Lezzetli olurdu da bir bilseniz. Yanında bir de fasulye turşusu oldu mu değmeyin gitsin.
Akşam olduğunda sarı danadan sağılmış taze süt sabahın en erken saatinde civcivden
Yetiştirdiği tavuklarından toplayacağı sarının en yoğun renginde yumurta ve elbette çay.
Yeniden yapabilecek miydi bunları, yoksa bu mapusluk son demleri miydi yaşamın? Sekiz
Ayı bulmuştu neredeyse Annesinin elinden tutup ifade verdirmeye getirdiği Hükümet konağında başlayan bu istem dışı yolculuk. Her radyo haberleri başladığında Bir idam haberi
Dinliyorlardı radyodan, Sanki başka ülkenin askerleri teslim almıştı yurdu, Asanda Türk’tü
Asılanda.
Kardeşi kalfalığı epey hızlı söktü, izin günleri olduğunda evdekilere çaktırmadan erkek
Kardeşlerini de alıp yanlarına çay bahçesine gidiyor kendi kazandığı harçlığıyla abla ve kar
deşine bir şeyler ısmarlıyordu. Bir yaş küçük olmasına rağmen ablasından kendi okuyama
mışlık acısını onun yaşamasını istemiyor gibiydi, bir ablasının yerini almış gibiydi. Onca ya
şına karşın abla gibi hissediyordu kendini ve bu ona daha çok başarı hırsı veriyordu. Aynı
şey ablası için de geçerli gibiydi o da kardeşinin okutulmayışına kızgınlığının çok okuyarak
geçeğine inandırmıştı kendini. Bence anne ve babaları olmasa, üçü daha kolay ve daha
mutlu geçinecek düşüncesinde gibiydiler. İkisinin ayrı dünyalarda yaşıyor olması umutla
rı her geçen gün daha zorlaştırıyordu sanki.
Küçücük bit tv vardı evlerinde Almanya’dan tek yadigar, Başkalarının Anne Babaları para biriktirip daha güzel yaşam sunmuşken çocuklarına, bunlarınki o kadar yılın sonunda bir tek
Otuz yedi ekran renkli tv sahibi yapabilmişti çocuklarını. Ve bu çocuklar onlara saygı göster
meliydi. Oysa korku dışında tek bir şey almamışlardı babalarından.
Yarın ilk duruşmaya çıkacaktı “Dava arkadaşları!!”ile, ne bir avukatı vardı ne de bilgisi
İşlediği suçlarla ilgili, Zaten tutuklandıktan sonra tanışmışlardı “Arkadaşlar”la. Sabah olmak
Bilmedi o gece kafasında binlerse soru ve karanlık senaryolar dolaşıyordu, ne için yargılana
cağını bile bilememişti. Kaç yıl ceza vereceklerdi, yoksa diğer gençler gibi asılacaklar mıydı? İnsanın akıl danışacağı birini bulamadığında böyle senaryolar birde yuva kurmaya başlıyor aklının her köşesinde. Yoksa bu bu çileli yaşam şeridi bu kadar kısamı yazılmıştı, sabaha dek bunları düşünmekten alıkoyamadı kendini. İnsan bir umut arıyordu elinde olmadan bir tanıdık ses. Bir sigarayı dört beş kişi içiyordular çünkü para da gelmiyordu atık dışardan.
Sabah oldu zorluklarla geçmiş olsa da. Jandarmalar doluştular koğuşa; Cezaevinin arabası olmadığı için minibüs tutmak gerekiyordu. Ve o parayı toparlayamadılar, Tek seçenek kal mıştı geriye. Onca yolu yürüyerek gideceklerdi jandarma eşliğinde. Çaresini epey çabuk buldu
Komutan. Sekizini birden bir zincire peş peşe kelepçeleyerek düştüler cezaevi kapısından
Hükümet konağının yoluna.
Hiç aklınızdan geçebilir mi, doğup büyüdüğünüz küçük bir ilçede idam mahkumu ya da köle tüccarlarının satın alıp nakliye ettiği “Mallar” gibi zincire vurulup yürütülmek? Her
köşe başında tanıdıklarınız; köylünüz, mahalle komşunuz, Babanızın tanığı filan sizi böyle
İzliyor olmaktayken onca yolu yürümek? Öylede oldu çaresiz.
En küçük kardeşleri yeterince beslenemiyordu, çıplak ayakla halı olmayan yere basmak
Zorunda kaldığı için her gün sürekli burnu akıyor ve hasta oluyordu. Bu küçük kardeş Yasak
Meyvelerin bir ürünüydü. Ama Anne için bu hiçte dert edilecek bir sorun gibi görünmüyordu.
Nasıl olsa “Kader”in ona kurduğu bi istemeden katlanmak zorunda bırakıldığı yaşamda ne ola
caksa olsun onun için anlamı yoktu. Sanki kendine diretilen bu yaşam tarzını diğerinin rızası
alınarak uygulanmıştı. Tüm ihanetlerin acılarını çocuklar mı çekmek zorunda bırakılır bu kah- rolası yaşamda? Rüzgar incecik montuna en güçlü pençeleriyle vuruyordu san ki, ha uçtu ha uçacaktı, hızlandırmak zorundaydı adımlarını ve bir an önce o canı hiç gitmek istemediği evi
ne ulaşmalıydı. Soğuk iliklerine dek işlemiş dudakları morarmak üzereydi. Almanya’yı getirdi aklına hava bu denli soğuk olsa da oradaki eve kapağı attığında sanki her şey daha güzel ge-
liyordu. Bu ev ısıtacak olsa da kendini ayakları pek isteyerek getirmiyordu evin merdiven lerine. Birazdan evde kavga fırtınası esmeye başlardı nasılsa ve bu planlı kavga arasında yarın
gireceği sınava hazırlanamayacaktı nasıl olsa. Baba Anneye olan hırsını alamadığı için (Baba atmış Anne yüz kilo olunca elbette sonuç böyle olacak) tüm nefretini kendisine kusacaktı.
Sonunda çıkardılar zincirlerini birer birer incecik bileği mora dönüşmüştü kelepçe ve
zincirin ağırlığından. Kırmızı kalın yakası olan uzun paltoya benzer bir Şeyler giymişlerdi üzerlerine yan tarafta oturan bıyıklının giydiğinin rengi başkaydı(sonra öğrendi Savcı oldu
ğunu) “Bu karşınızda duran sanıklar” diye bağırıyordu! “Devlet düzenini yıkmak… Silahlı gasp adam öldürmek vs vs” bu nedenden dolayı T.C.K ….saydıklarını ben yahut bizler mi yapmışız diye düşüncelere daldı; diğer bağırtıları duyamıyordu bile.
Önce beyaz bir önlük geçirdiklerini sandı üzerine sonra gözlerine beyaz bir bez parçası
Sarıp demir parmaklıkların boşluğundan sızan hafif bir rüzgar eşliğinde idam sehpasına doğ-
ru yürümekte olduğu korkusuna kapıldı. Artık kimseleri göremeyecek miydi son bir kez bile
olsa? Köydeki balıklarına ekmek kırıntısı atamayacak, somun ekmeğinin arasına taze fındık
doldurup yiyemeyecek, kardeşlerine veda bile edemeyecekti. O anda ilkokul aşkı bile aklına
gelmedi nasıl olduysa. Bu kadar mı korkuya kapılmıştı gencecik bedeni. “Dava arkadaşı” kolunu dürtüyordu san ki, bir anda salona geri döndü düşlerinden; O iş yerini gasp ettik
leri Rüstem amca konuşuyordu; ayakkabıcı dükkanı’nı soyanların bizler olmadığını dahası
bizi çocukları kadar sevip tanıdığını, bu suçun uydurmaca olduğunu bağırıyordu adeta.Bu
haykırışlarını dinleyen olmadı ve onu mahkeme salonundan dışarı çıkarttılar…
Yaşamında unutamadığı “Namuzsuz insanın” bir teki o oldu. Erzincan Cumhuriyet Savcısıydı, Özgen Ö…p ten başkasına kini olmadı asla diğer yaşamında. Cuma namazına
Giderken Rüstem amca, köyden kasabaya inen insanların ayakkabı ihtiyacını düşünerek
Kapalı kalmasın diye, ona teslim ederdi Cuma bitene değin!! Sayımız fazla olduğu için du
ruşmaya ara verdiler bir süre. Sabah çok erken kalkmış ve bir bardak çay bile içememiştik.
bir Onbaşı sokuldu yanımıza Adanalı, kimselere çaktırmadan birer simit ve çay ikramında bulununca, Bu milletin birbiri için, her türlü özveri ve sevgiyi asla bir kenara bırakmaya
cağına bir kez daha tanık oluyordu.
“Sanıklar duruşma salonuna” sesi yankılandı birden. İçeride gördüğü kabusları yeniden
Görmek istemiyordu, “sanıklar ayağa kalksın” dedi Kalın kırmızı yakalı olan adam! T.C.K
nın filan maddesi gereği Leylek Mustafa, akrep Necati vb… filan yıl hapsine Onun ise yeter
li delil olmayışı ve yattığı sekiz ay göz önünde bulundurulduğundan tahliyesine…
Bir düş mü görüyordu? Yoksa bu yaşadıkları bir kamera şakası mıydı? Bir derin ohhh
Çekti o oh öyle bir derindendi ki; sanki Beşiktaş tramvayına binmiş Aksaray’a doğru yol
Alıyordu. Ama “Kader” gençlik yıllarından sekiz ayı çalmış olmanın hüznüne kapılıp, özür gereği bile duymayacaktı. Olan olmuştu artık ya o haberlerde dinlediği gencecik insanlar
Ne olacaktı? Belki yaşam böyle bir iyilik lütfu sunmuştu ona, bu yeni avuntusuydu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.