- 359 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KURU ÇALI
KURU ÇALI
Onlar, çevresindeki herkese mutluluk dersi verircesine birlikteliklerinin tadını çıkarıyorlardı. Büyük bir sabrın ve mücadelenin sonucuydu bu mutluluk; çok emek verilmişti; çok… İlk olarak işkenceye dönüşmüş evliliklerinden kurtulmaları gerekmişti. Henüz çocuk sahibi olmamış Kezban için bu ızdıraptan kurtulmak daha kolay olmuştu; bir çırpıda bitirivermişti o çekilmez evliliği. Seyfo için durum o kadar kolay değildi. O, çok sevdiği Kezban ile yeni bir hayat kurma konusunda kavli karar etmiş olsa da, düşünülmesi gereken çocukları vardı. Analarını boşayıp gönlünün prensesi Kezban’ına koşup gitmesi kolay değildi öyle. Omuzlarındaki sorumluluk yükü ağır geliyordu kendisine.
Her gizli buluşmalarında Kezban’dan azar iştir olmuştu Seyfo. “Hani karından boşanıp benimle evlenecektin; senin için ben neler teptim biliyor musun? Senin olmak için geride çocuklar bırakmadıysam da evimi-barkımı, malımı-mülkümü bıraktım. Her şeye koca bir çizik atıp çıktım” diye haykırıyordu sevgili Kezban’ı.
Maruz kaldığı bu yoğun baskılara bazen tepkisiz kalıyor, bazen de mahcup bir tavırla:
“Biraz daha sabır ya Kezban’ım. Sana söz veriyorum; her şey düzelecek. Bebeler biraz daha büyüsünler hele; en küçükleri memeden bile kesilmedi henüz; böyle bir durumda nasıl boşayayım ben karıyı” diyerek zaman kazanmaya çalışıyordu çaresiz Seyfo.
Zaman zaman kavgayı andırır tartışmalara bürünen gizli saklı buluşmalar devam ededursun; iki âşık için beklenen gün gelmiş ve evlenmelerine engel teşkil eden durum esrarengiz bir şekilde ortadan kalkmıştı. Seyfo’nun karısı, arkasında hiçbir iz bırakmadan ortalıktan çekilivermişti. Boy boy bebeleri ortalıkta bırakıp gitmesine kimse bir anlam verememişti. Köylünün ürettiği kimi dedikodular kulaklara çalınıyor olsa da hiç birisinin doğruluğu teyit edilememişti. Bir jandarma timinin de refakat ettiği kalabalık bir grup, günlerce aramıştı onu. Komşu ve akrabaların cümlesinin kayıp kadını araması hiçbir fayda vermemişti. Kadın, adeta buhar olup uçmuştu sanki; yoktu ortalıkta. Derelere, tepelere, çaylara sorulmuştu; dağdaki kurda, çakala; havada uçan kuşlara sorulmuştu. Hepsi nafile, hepsi boş; hiçbir izine rastlanılmamıştı garibimin.
Karısının ortalıktan kaybolmasının üzerinden aylar geçmişti. Konu komşu toplanmış, Seyfo’nun evlenmesinin zamanının geldiği, hatta geçtiği söylenmişti. Öyle ya, bebelerin üçü de beslenmeye bakılmaya muhtaçtı. Sabah tarlaya gidip, akşam eve dönen garibim Seyfo ne yapsın? Onlara hem analık hem babalık yapabilmek her yiğidin karı değildi. Küçük sabilere şefkatini esirgemeyecek bir anaya ihtiyaç olduğunu komşuların cümlesi tekrar edip duruyordu.
Seyfo için harekete geçmenin tam zamanıydı. Bu iş için uzaklara gidip araması da gerekmeyecekti. Bir adım mesafedeydi; aradığı kadın Kezban’dan başkası değildi. Evlenmek için az plan yapmamışlardı Kezban ile Seyfo. İşte amaçlarına ulaşabilecekleri o ilk adımı atmanın zamanı gelmişti. Üstüne üstlük töreler onlardan yanaydı.
Sade bir törenle hayatlarını birleştirmişlerdi Seyfo ile Kezban. Köydeki herkes: “evlenmekle ne iyi ettiniz” diyordu. Eski eş için ise “başka kocaya kaçtı” diyen de olmuştu, “dereye kapıldı, boğuldu gitti” diyen de.
Zaman akıp giderken pek çok şey gibi Seyfo’nun eski karısının adı da anılmaz olmuştu artık; o da doğal olarak unutulanlar kervanına katılmıştı. Seyfo ile Kezban bir birlerine iyice alışmışlardı. Mutlulukları dillerdeydi. Herkesin takdirini kazanmıştı onların bu birlikteliği. Gözler, onları tarlada, bahçede, pazarda el ele, kol kola görmeye alışmıştı adeta. Çocukları güle oynaya büyütüyorlardı. Allah var! Kezban, o bildiğimiz zalim üvey analardan da değildi. Seyfo’nun bebelerine gözü gibi bakıyordu. Anlayacağınız yeni hayatlarında aksayan bir şey yoktu, her şey mükemmeldi.
Yeni evli âşıkların cicim ayları bitmek bilmiyordu adeta. Her gören durumlarına gıpta ediyordu. Komşulardan “nazar değmesin inşallah!” dualarını alır olmuşlardı bol bol. Dualarla birlikte aşkları da her gün daha büyümüş ve gelişmişti…
Günlerden bir gün, her zaman olduğu gibi yine beraber tarlaya gitmişler evli âşıklar. Birlikte aşk şarkıları, maniler eşliğinde yabani otları temizlemiş, çapa yapmış, toprak işlemişler. Gencecik bedenler yorgun düşünce dinlenmek için kendilerini tarlanın kenarındaki emektar koca çınarın gölgesine atmışlar. Bir taraftan yorgunluklarını atarken; diğer taraftan da birbirlerine “ilan-ı aşk” etmekten geri kalmamışlar. İki genç âşık arasında sıcak iltifatlar, gülüşler bakışlar uçuşur durur olmuş. Aralarında yaşanan bütün bu güzellikler, aşklarının hiç bitip tükenmeyeceğine delalet edermiş adeta.
Onlar gölgede dinlenmenin tadını çıkarırken kuru bir çalının tatlı tatlı esen güz rüzgârına kapılarak sürüklendiğini görüyorlar. Çalının tarla üzerindeki o toz dumanla karışık sürüklenişini dalgın gözlerle izleyen Seyfo, garip bir şekilde gülümsemiş. Biraz garibine gitmiş bu gereksiz gülümseme Kezban’ın. “Bunda gülünecek ne var ki ?” diye düşünmüş. Önce bu duruma her hangi bir tepki vermese de içini garip şey dürtmüş durmuş! Kendini tutamamış:
“Biricik Seyfom benim, niye güldün söyle bana” demiş.
Seyfo:
“Yok bir şey” demiş demesine, ama Kezban’ın içine kurt düşmüştür bir kere; ne yapıp ne edip o anlamsız ve zamansız gülmesinin sebebini öğrenmeye kararlıdır. Ona bin bir cilve yaparak üstüne gitmeye devam etmiş:
“Seyfom, anladım ki sen beni eskisi kadar sevmiyorsun artık.”
“Nerden çıkarıyorsun bunu, seni sevmez olur muyum hiç; sen benim için dünyaya bedelsin” demiş Seyfo.
Hızını alamayan Kezban, saf ve salak kocanın üstüne üstüne gitmeye devam etmiş:
“Öyle ise neden güldüğünü söyle bana ki, beni dünyaya değişmediğini anlayayım.”
Kezban’ın o karşı konulamaz cilvelerinin büyüsüne kapılan Seyfo çözülmüş ve başlamış anlatmaya:
“Kezban’ım, canım benim; Hiçbir işe yaramayan o eski salak karımı hatırladım da gülesim geldi; hani kayıp olmuştu ya! Hani beni bırakıp gitmişti ya!”
Anlatılanlardan hiçbir şey anlamayan Kezban, Seyfo’yu sıkıştırmaya devam etmiş.
“Senin eski karınla bu çalının ne ilgisi var ki, a be benim akılsız Seyfom.”
“Dur çatlama be Kezban’ım anlatacağım” diyerek devam etmiş anlatmaya:
“Tıpkı bu gün gibi bir gündü. Bu tarlada çalışıyorduk ve yalnızdık. Bir ben, bir o, bir de Allah. Kendisine boşanmak istediğimi söyledim. Onu artık sevmediğimi, seni sevdiğimi söyledim. Ama o şiddetle ret etti boşanmayı; ölürmüş de boşanmazmış; ölürmüş de beni sana yar etmezmiş. O gün kendisinden duyduğum her iki sözden birinin “ölüm” olması beni çileden çıkarmıştı. O, hep ölümden söz etmekle bana ne yapmam gerektiği hususunda yol göstermişti. İşte, ben de ondan aldığım o mesajın gereğini yaptım. Onu öldüreceğimi ve kendisinden kurtulacağımı söyledim. Ciddi olduğumu anlayınca beni caydırmak için başladı dırdır etmeye: Güya kendisini öldürürsem beni hapse atacaklarmış; çocuklarımız ortada kalırmış; hem bana, hem kendisine, hem de çocuklarımıza yazık olurmuş.”
Nefes almadan anlatmaya devam ediyordu Saf Seyfo:
“Ben de kendisine: Hayır, sen öleceksin, ben de Kezbanla evleneceğim. Merak etme, seni öldürdüğümü kimse bilmeyecek; o sebeple de mahpusa gitmeyeceğim ve çocuklar sahipsiz kalmayacak. Kafanı kaldır ve bak çevrene; senden ve benden başka kim var ki seni öldürdüğümü görüp ihbar etsin. Tarlada derin bir çukur açıp seni gömdüm mü, her şey mükemmel olur dedim” diyordu. Seyfo, olup bitenleri yeni sevgiliye kahkahalar eşliğinde büyük bir neşe ile anlatıyordu:
“Söylediklerimden sonra başını kaldırıp çevreye şöyle bir bakındı; hiç kimsenin olmadığını gördü. O esnada her nasılsa rüzgârda sürüklenen bir kuru çalıya takıldı gözü ve döndü bana dedi ki: Bak Seyfo! Bak şu rüzgârların önünde sürüklenen kuru çalıyı görüyor musun? İşte o çalı bir gün dile gelir ve beni öldürdüğünü dünya âleme anlatır dedi”
Duyduklarına inanası gelmemişti Kezban’ın. Merakı içini kemirmeye devam ediyordu.
“İnanmıyorum sana, söylediklerin doğruysa nerede mezarı; göster bana” diye soruyordu. Aşığına güveni sınırsız olan Seyfo, elinden tutarak götürdü sevgilisini talihsiz eski karısının yattığı yere. Tarlanın tam ortasındaki bir yere ayağını şiddetle vurarak,
“Aha! İşte burada yatıyor benim eski salak karı.”
Hızını alamayan Seyfo, çakal sesini andıran o sevimsiz avazını yeraltındaki çürümüş beden ve kemiklere duyuracak şekilde bağırıyordu:
“Salak karı; bak gör, gör işte! Öldürdüm seni ve Kezban’ımla evlendim! Kimse duymadı, bilmedi seni geberttiğimi; anlıyor musun?”
Bu beklenmeyen sevimsiz sohbetten sonra iki evli aşık birlikte gülüşerek oradan ayrılmışlardı.
Birlikte geçirdikleri mutlu yıllar birbirlerini kovalamış gitmişti; eski eşinden olan çocukları büyümüş, Kezban ile olan büyük aşkları meyvelerini vermeye başlamış, bir-iki-üç derken boy boy yeni bebeleri olmuştu. Ancak her şey mükemmel devam ederken, bir gün bir terslik olmuş ve bu çiftin arasına kara kediler girivermişti. Bir taraftan zor ve meşakkatli hayat koşulları diğer taraftan doğurup büyüttüğü dört bebe yıpranmıştı Kezban’ı. O eski güzelliğinden, cazibesinden eser kalmamıştı. Artık her şeyini feda ettiği Seyfosunun ilgisini çekemiyor, onu cezbetmiyordu.
Bir zamanlar o çok sevdiği Kezbanına her gün biraz daha yabancılaşan ve uzaklaşan Seyfonun aklını körpe ve güzel bir yosma çelivermişti.. Gözü hiçbir şey göremez olmuştu ondan gayrısını. Kezban’ın pabucunu dama atacak gibidir yeni Yosma. Onu, Kezban’ına kuma olarak getirmeyi aklına koymuştu bir kere bizim Salak Seyfo. Ancak, Kezban’ın onu bir başkasıyla paylaşmayı asla kabul etmeyeceği hususu; onun unuttuğu başka bir gerçekti..
Seyfo, Kezban’ın tüm itirazlarına rağmen, bu genç ve alımlı Yosmayı eve getirmiş ve onu ikinci eşi olarak ele güne ilan etmişti.
Kezban, şaşkın; bir o kadar da kızgındı. Seyfo’nun karşısına dikilmiş, avazı çıktığı kadar bağırarak: “Ya o, ya ben!” diyordu. Seyfo, yeni bir izdivaçta kararlıydı ve aklından geçenleri tereddüt etmeden deyivermişti Kezban’ın yüzüne:
“Sen bilirsin; ister git, ister kal, ama beni bu dünyalar güzelinden hiçbir güç ayıramaz” diyordu başka bir şey demiyordu.
Gururu incinmiş Kezban, çaresizce oradan ayrılmış; günlerce gözyaşı dökmüş, üzüntüden yataklara düşmüş, kendini yiyip bitirmişti. “Boş kaba koyar dolmaz, dolu kaba koyar almaz” misali; içinden çıkılacak bir şey değildi onun başına gelen bu iş. Uğruna eş, dost, akrabayı çizip atmıştı. Hayattaki tek varlığı olarak bildiği Seyfosuna ve çocuklarına ömrünü vermişti, saçını süpürge etmişti. “Allahım! Ne yaptım da bu haksızlığı bana reva gördün? Al canımı da bu cefayı çektirme bana” diye isyan ediyordu. Ama nafile; ne Syfosu ne de başka birileri duymuyordu isyanını. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Yoksa elleriyle kazıyıp inşaa ettiği yuvası göz göre göre dağılıp gidecekti.
Kezban, sonunda gemileri yakmaya karar veriyordu. Jandarmaya gidecek ve Seyfo ile aralarında geçen konuşmaları noktasından virgülüne kadar anlatacaktı. Seyfo, ona yar olmadığına göre başkasına da yar olmamalıydı. Onu öldürmeye kıyamadığına göre tek seçeneği kalıyordu geriye. Ceza evi.
Kezban’ın anlattıkları özenle tutanaklara geçirilmiş, yerinde yapılan inceleme ve keşifte gösterilen yerin kazılmasıyla durum anlaşılmış ve Katil Seyfo, elleri kelepçelenmiş şekilde arkasına bakmadan ceza evini boylamıştı.
Yaşananlar; ibret-i âlem olmuştu köydeki herkes için. Yüzüne, hemen oracıkta infaz edilecek bir ölüm fermanı okunmuş olan o talihsiz kadın, “Rüzgârın önünde sürüklenen şu kuru çalı, gün olur dile gelir ve seni ele verir” demekle, o cansız ve kuru çalıyı yıllar sonra konuşturmuştu. Zavallı kadının dudaklarından dökülen o son cümle, karanlıkta kalmış bir sırrı ifşa etmiş ve “Oh be; hak yerini buldu!” dedirtmişti herkese.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.