- 1012 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
HUMMA
Telefon çaldı, açtım. Heyecansız, sakin bir ses tonuyla:
Merhaba, dedi.
Merhaba, dedim ve sustum.
“Saçlarını tararken beni hatırladın değil mi?” dedi.
Artık saç taramıyorum ki, saçlarımı kısacık kestirdim, ihtiyaç duymuyorum, dedim.
-Hala kim olduğumu çıkaramadın, beni bulmaya çalışıyorsun zihninde sanırım, dedi.
Haklıydı, “Haklısın.” diyemedim. Kim olduğunu hatırlayamamıştım, sesi de yabancı geliyordu.
Fakat Ümit Yaşar Oğuzcan’ın 5. Mektup -ki en sevdiğim dizesi- şiirine gönderme yapması, ben de anlamsız bir sevince ve korkuya neden oldu.
-Aynalara küsmediysen beni hatırlarsın, dedi.
İçmeyi bıraktığımdan beri hafızamı kaybettim. Gidip bir gazeteye ilan vermeyi de düşündüm. Bana gülerler ve deli olduğumu düşünürler. Deli olmak o kadar kötü mü?” onu da bilmiyorum. İnsaniyet namına hafızamı bulan, bana getirir mi?” ne dersin?
Telefondan ses gelmedi. Acaba kendi kendime mi konuşuyorum, dedim.
-Hayır, benimle konuşuyorsun, dedi. Ama ben kim olduğumu söylemeyeceğim, sen bulacaksın.
“Saçlarını tararken beni hatırladın değil mi?” bu dizeyi çok iyi hatırlıyorum, ama seni hatırlayamıyorum ne yazık ki, diyemedim.
“Her şey çok büyük bir yalanın küçücük parçaları adeta.” dedi.
Hafızasını yitirmiş bir adamın cevaplayamayacağı kadar felsefi bir cümleydi ya da bana öyle geldi.
Kendim bile gerçek olup olamayacağımı sana ispat edemeyecek kadar kendime yabancıyım, dedim.
-Herkes kendine yabancıdır, dedi.
Kendimizden herkesi çıkarırsak kendimiz kalır mıyız ki geriye, dedim.
-Her şeyi unutmak istiyorum, dedi.
Çok acelecisin, zaten günün birinde her şeyi unutacağız ya da eninde sonunda unutacağız, bu kadar telaşa ne gerek var?
Sanki telefon elimde de hayatımın bir iç hesaplaşmasını veriyormuşum hissi tüm zihnimi kapladı. Yiten hafızamdan elimde çok az kelime kalmıştı, az olan kelime dağarcığımla anlamsızın içindeki anlamı kendime izah etmeye çalışacaktım.
Ama bunun nafile bir uğraş olacağını hissettim, bunu daha önce denemiş olmalıydım. Hem böyle bir şeyi hangi amaçla yapacaktım ve bu, bana ne katacaktı? Kendime dair yeni bir şeyler bulacak mıydım ya da hatırlayacak mıydım? Hem hatırlamak da istiyor muydum? Anlamlandıramadığım bir merak duygusu vardı içimde? Bu merak hiçliğin ne olduğu merakı mıydı? Bilmiyorum.
Sorularımın içine boğulmuşken “Bize ne oldu da bizden gittin?” dedi.
Oysa ben bir yere gitmemiştim, hatta bir adım ileriye bile gittiğim söylenemez; daima, kararlılıkla geriye gidiyorudum. Her geçen gün hafızamı kaybediyordum.
Kendime dair bir şeyler hatırlamaya gayret ediyordum, ama nafile.
Biz’i bırak ben’i bile hatırlayamıyordum. Ben olunamamış bir dünyada biz olmaya çalışmanın ne anlamı vardı ki?
Kendimiz olamadığımız bu dünyada “biz” olma hayali. Ne kadar hayal. Hayal kadar hayal, bir hayal…
Sonra telefondan ağlama sesleri geldi, baktım ki avucum gözyaşlarıyla dolmuş.
“Neden ağlıyorsun ki”? dedim.
-Geçip giden güzel günlere bu ağıtım, dedi.
O zaman bu gözyaşların hiç dinmeyecek ve bu bayrağı gözü yaşlı birisi bizim yerimize de taşıyacak sonraki ağıtçıya.
İstersen böyle karamsar bitirmeyelim bu konuşmayı. Bu kadar ciddiye almayalım bu meseleyi, dedim.
Ağıtçı kadın gülümseyerek “Olur, sonra konuşuruz bir ara, hoşça kal.” dedi.
Hoşça kaldım.
23.02.2017-İstanbul