Yıldızlara Sevdalı Çocuk Ve Sevgi Perisi
Ninem ve Ben
Bahardı… Dışarıda ince bir nisan yağmuru çiseliyordu. Ninemin ölümünden sonra köye ilk gelişimdi bu. 50- 60 hanelik yoksul ama havası suyu gibi, insanları da temiz bir köydü burası. Evlerin çoğunun duvarları kerpiç beyaza boyanmış ya da özensiz kaba taşlardan yapılmış, bazılarının önlerinde küçük bostanları, harman yerleri bulunan, çoğunun damları toprakla örtülü yoksul yapılardı.
Etrafı bol bol söğüt, kavak, ceviz gibi çeşit çeşit ağaçlarla çevrelenmişti. Sırtını yasladığı dağlar, çayırlar, tarlalar, yaylalar ve rengarenk çiçekleriyle eşsiz bir yerdi burası ama ninemsiz bu köy tadsız - tuzsuz, renksiz, ışıksız kapkaranlık gelmişti bana. Hele geceleri sanki gök hava aşağılara inmiş, o parlak yıldızlardan eser kalmamıştı. Ninemin ölümüne bi-türlü inanmak istemiyordum. mezarına kadar gittim. Ona kırlardan topladığım renk renk çiçeklerden götürdüm. Beni duyacakmış gibi seslendim. ‘’Nineciğim huzur içinde uyu. Mor dağlardan esen kekik kokulu rüzgar ruhuna sükunet getirsin dedim. Sana bütün özlemimi sevgimi getirdim. Bir tek isteğim var senden, benim sevgimi kabul et’’ diye dua edip yalvardım. Ninemi çok özlemiştim, çocukluk ve ilk gençlik anılarımla doldu gözlerim. Bir yumruk tıkandı genzime, sustum. Anlatacağım ne çok şey vardı oysa, yaşama dair, ölüme, sevgiye ve özleme dair. Sonra mezarının başına oturup uzun uzun düşündüm. Öylesine dalmışım ki, o an sanki karşımdaymış gibi konuştuk onunla. Birbirimizi görüyorduk, dokunuyorduk, duyuyorduk. ve hissediyorduk. Renkarasyon dedikleri bu olmalıydı herhalde.
Bu bir tür konuşma değil, yıllar boyu, uzun yıllar boyu hiç kimseye açamadığım dertlerimin, üzüntü ve sıkıntılarımın, özlemlerimin dile gelişiydi. Konuştukça açılıyor, kendime geliyordum. Sanki yeniden yaşıyormuş gibi duygu ile doluyordum… Bütün gün böylece akıp gitmişti. Zaman donmuş sanki, hareketsiz gibiydi… O gece durmadan yağmur yağdı. Bütün gece yatağımda gök gürültüsünü dinledim. Şimşekler ardarda çakıyor, evin içi gündüz gibi aydınlanıyordu. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Bütün gece yatağımda gök gürültülerini, yağmurun camlara vuran iniltilerini dinleyip, şimşeklerin aydınlığını izlerken, yastığımı ıslatan yaşlarla gecenin geç vaktine kadar uyuyamadım. Bütün gece çocukluğumu ve ninemi düşündüm. böylece uzun süre düşüncelerle boğuşarak uyuya kaldım.
O gece rüyamda ninemi gördüm. O pırıl pırıl bakışlarıyla, şırıl şırıl suların aktığı vadinin arasında karşıma çıkıverdi. ‘’Nineciğim, nineciğim ölmedin, yaşıyorsun değil mi?’’ dedim. Buradayım yavrum. Bak karşındayım işte. Sarıldım ona, saçlarımı okşadı, öpüp kokladı beni. Yüreğime büyüklüğünü sığdıramadığım bir mutluluğu, ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzeldi yarabbim, bu kadar mı haz verirdi insana. Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyürdü insanın yüreğinde. Sonra birden yitirdim onu, Sabah her yanımda sızılarla ve ninemi yitirmenin korkusuyla uyandım, bitkin durumdaydım. Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu. Dışarıya çıkıp çevreme bakındım, güneş doğalı bir hayli olmuştu. Her yer eskiden olduğu gibiydi aslında, hiç bir değişiklik, başkalık yoktu, terkedilmiş ve yıkılmış evlerin dışında. Doğa ve hava öylesine güzeldi ki, ama benim içim buruktu sevinemiyordum. Karmaşık duygular içerisinde bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonra bir çöküntü içinde dağlara doğru yürüdüm. Köyün yollarını çevreleyen akasyalar, kavak ağaçları nazlı nazlı sallanıp yaprakları yılpır yılpır kıpırdarken, koyunlar ve kuzular karşı sırtlara yayılmış, uzaktan bembeyaz pamuk tarlaları gibi görünüyordu.
Bazen, insan mutlu yada mutsuz, yaşamında geçirdiği her evreyi yeniden yeniden yaşar. Bunlar eskiyen silik fotoğraflar gibidir, renkleri solsa da, bozulup paralansa da. Bakarsınız ki, o eskimiş dediğiniz zaman dilimleri, zihninizde tüm renkleriyle birden canlanıvermiş.
Ninem her akşam oturup bana hayvanlarla, kuşlarla, cinlerle, perilerle ilgili masallar, efsaneler anlatır, şiirler, destanlar okurdu. Uyumlu Sözcüklerle sesi öylesine bir gizemliliğe bürünür, etkili olurdu ki, bir şarkı söylüyormuş gibi, saatlerce gözlerimi kırpmadan dikkatlice dinlerdim. Onu dinlemeye hiç bir zaman doymaz, yeniden yeniden anlatmasını isterdim. Çoğu zaman beni kırmayıp yeniden anlatırdı. Öyle tatlı bir anlatışı vardı ki, (ağzından bal akıyor) sanardım. Önemsiz bir konuyu bile inanılmaz tat ve güzellikte aktarırdı.
Hele başka yerlerden, kıtalardan, ülkelerden, şehirlerden konuşup, Avrupa, Asya, Afrika, Amerika’dan söz ederken, bu anlattıklarını adeta nefesimi tutarak dinler, bilgisine hayran kalır ve dünyanın bu denli büyüklüğüne şaşar dururdum. Bana göre dünya etrafını yüksek dağların çevrelediği, her yanında buz gibi suların aktığı Caferli köyü ve komşu bir kaç köyden ibaretti çünkü. Hele eşsiz bir güzellikle anlattığı efsaneler, masallar ruhuma işlerdi.
Çoğu geceler ninemle dışarıda pırıl pırıl yıldızların altında yatardık, etrafta hoş kokular gelirdi burnuma. Suların bir coşkuyla akması dünyanın en hoş nağmesiydi sanki, yıldızlar değişik renklerde yanıp yanıp sönerdi. Sonra o yıldız senin, bu yıldız benim diye ninemle yarışır dururduk. En parlaklarını kendime alırdım tabi. Keşke o zamanlar dünyanın bütün yıldızlarını nineme bağışlasaydım, diye düşündüğüm çok olmuştur. Gökyüzü o kadar esrarlı olurdu ki, saman yolunu mekan tutmak, gökyüzünün çocuğu olup, yıldızlarla arkadaş olmak isterdim. Mehtabı seyrederken ne kadar mutlu olurdum, bakmaya doyamazdım. Sonra ninemin anlattığı masalların etkisiyle de olacak ki, her gece güzel düşler görürdüm. Düşümde hep mavi gökler, bembeyaz bulutlar olurdu. gökler kat kat açılır, maviliklerde uçardım. öyle hafif olurdum ki, kalbim sanki vücudumun dışında çarpardı. Öyleki, durmadan uçardım. Sabahları masmavi göklerin altında uyandığımda bir kuş kadar hafif hissederdim kendimi.
Çocukluk çağlarımda nasılda mutluydum. Kuşlar gibi özgür ve sevinçli olurdum, ninemin ardında koşarken kırlarda. O köyün kırlarında bir gün büyük bir sevinçle toplayıp kokladığım çiçekler kurudu. Yağmur yağıyordu topladığımda. Ardında ninemin o güzel sesiyle, ninnilerini dinlemiştim. Yaşadıkça o çiçekleri saklayıp koklamak istedim... Olmadı... üzüldüm... Şimdi kar yağıyor o anıların üstüne. Yüreğime yağıyor oradan. Sanmayın ki, kırgınım ve de mutsuz. Çocukluğum hala orada duruyor. Sevgim hala orada nar çiçeği, kır çiçeği, gül kurusu, eşkın ve kekik kokusu o dağlarda. Toprak kokan, bazen dağ, bazen serin bir pınar, bazen masmavi gökyüzüdür. Uzak, renkli çocuksu güzel düşlerdi bunlar. Küçük ve sıradan ama anlamı büyük, saf ve lekesiz bir yüreğin kurduğu, sevgilerin, özlemlerin çoğalttığı düşlerdi bunlar... Gördüğüm her nazlı çiçek, duyduğum her güzel söz hala bana o güzel günleri çağrıştırır...
Düşler izdüşümlerin sunduğu güzelliklerdir belki, bir çocuğun hayatında. Bir çocuğun yaşamına açılan umut pencereleridir... O uzak kalmış, gidilmemiş, terkedilmiş yıkıntılar arasında. Orada ne bir düşbaz, ne de bir dost vardır artık. Düşman bile yok... Yalnızca uzaklarda tadına doyulmayan ve de dokunulmayan yaban çilekleri, alıçlar, keklik yumurtaları ve çarşıt göbekleri var...
Keşke, herkes düşlerinde hasretini büyüttüğü bir yerlerde yaşayabilseydi, yaşasaydı... Keşke düşler gibi olsaydı yaşam. Dikenlerin, taşların, zakkumların doldurduğu bahçelerde yediveren gülleri açsaydı! Yaban otlarının doldurduğu tarlalar, başak başak ekin olsaydı...
Düşleri elinden alınmış, sevdiklerinden uzaklaştırılmış, yalnızlaştırılmış bir çocuk, hangi duvara yaslanabilir ve kendi içinde ne kadar gizlenebilir ki... Düşler! yaşam mavisinin o güzel güneşi değil mi? düş bittiğinde güneş batmaz mı?...
Ninem korkunç bir azim, sabır ve inat sahibiydi. Daima güler yüzlü, çok güzel olan yüzünde gözlerinin bir defa olsun ne bana, ne de bir çocuğa tatsız baktığını, kaşlarının çatıldığını bilmiyorum. Sesinde daima bir güven, yumuşaklık ve şefkat olurdu. Kendini iyiliklere, güzelliklere adamış fedakar bir insandı. Sanki bütün öksüzlerin, zayıfların, korumasızların barınağıydı. Bütün annesizlerin annesi, sevgisizliklerin sevgi perisiydi. Herkese karşı duyarlı, sevecen içten ve herkese dostça davranırdı. Evimize gelen misafirlere o tatlı diliyle sohbet ederken, bir yandan da misafirleri ağırlardı, yemek sofralarının biri kalkar, bir yenisi kurulurdu. Haramdan, yalandan, riyadan, iftiradan çok korkardı. hep insanların iyiliğine çalışırdı. İnsan olarak iyiliklere, güzelliklere katkı yapması gereken ne varsa yerine getirirdi. Hele bir dua edişi vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdim. Tanrısından hep çocuklarını, yetimleri, düşkünleri korumasını dilerdi. Ninemin tanrısını bende çok sevmiştim. Rikkati, şefkati, yüce gönüllülüğü ve üstünlüğünü anlayacak kadar büyümemiştim henüz. ‘’Her şey ol ama zavallılara karşı zalim olma’’derdi ‘’Merhamet, insanı insan eden değerlerin en yücesidir’’. Düşkünlere karşı daima yumuşak ve tatlı dilliydi, incitseler de incitmezdi, kimseyi hakir ve hor görmezdi, elinden geldiği kadar çaresize, yardıma muhtaç olana yardımcı olurdu, ama kimseden yardım beklemezdi. Durmadan nasihatler eder, büyük bir insan gibi beni karşısına alır saatlerce bıkmadan konuşurdu. Kadın erkek, yaşlı genç, büyük küçük herkesin neden ona karşı son derece saygılı olduğunu ve saygılı davrandığını o çocuk aklımla çözemezdim. Onun gücünden, bilgeliğinden korktuklarını sanırdım…
Bana sevgiyi, saygıyı, umudu, başkalarına acımayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı, merhametli, ahlaklı ve adil davranmayı öğretti. Çevremde gördüğüm her şeyi renkli bir nakış gibi ince ince ve usul usul usuma ördü. Yaşamı, hayvanları, bitkileri, insanları sevdirdi bana. Güvenebileceğim biricik insan, dert ortağım, gönül yoldaşım oldu. Yaşama o kadar bağlıydı ki, onun bu sevgi ve bağlılığı benimde özüme karışıp en zor günlerimde bana güç verdi, ışık oldu yol gösterdi.
Düşünebiliyor musunuz, bir çocuğun yaşamının sevgi ile dolu olması ne güzeldir. Ne özel ve özenilir bir yaşamdır o ! Yaşamın yelkenlerini sevgi ve güvenle doldurarak kanatlanmak, tüm dünyayı, tüm insanları sevgi ile algılamak, sevgi ile görmek ne güzeldir. Önyargılardan, kirlerden, kinlerden, düşmanlıklardan uzak, tüm insanları kardeş bilmek...
Bana gösterdiği her davranışın, her hareketin bir anlamı olduğunu bilmezdim o zamanlar, ama benim üzerimde gittikçe ağırlaşan bir etki yaptığını hissederdim. Bunun sonucu olarak da herkesten daha çok bağlandım ona, aramızda bir mekik vardı sanki. Durmadan aramızda gelip giderek her defasında bir iplik daha fazlalaştırarak beni kendine bağlardı.
Güzellik ve iyilik timsali bu kadını ben yıllarca nakış nakış içime işledim. Çocukluğumu, gençliğimi, tüm yaşamımı onunla geçirdim. Nereye gittiysem, oturup gönlümün bir kıyısına benimle birlikte gezdi. Sevdiğim bütün insanlar birer birer terk etti de, beni bir tek o terk etmedi. en mutlu en zor günlerimde hep yanımda oldu.
Ninemi sık sık bir yerde oturup dalgın gözlerle uzakları izlerken görürdüm. Çok üzgün bir görünüşü olurdu. Bu çok dokunurdu bana. Bir gün yine böyle bir durumda yanına yaklaştım, beni duymamış gibiydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Gözlerindeki yaşların süzülüşünü her gördüğümde dayanamazdım duygulanır, gözlerim yaşarır, içim yanardı. Ona acırdım, onun boynuna sarıldığımda o da duygulanır, sıkı sıkıya sarılırdı bana. Ve böylece aramızdaki bağlar her gün biraz daha kuvvetlenirdi. Bir gün, ona neden kimi zaman dalıp giderken gözlerinin yaşardığını sormuştum. Tanrı beni doğururken derdi acıyı da birlikte vermiş dedi. Sonra oturup uzun uzun bana hayat hikayesini anlatırdı. Çanakkale’ye sürgün edilişlerini, çektikleri korkunç yoksulluğu, zeytin toplamalarını, henüz bir haftalık gelin iken ilk kocasının Ruslara esir düşüp, kendisinden bir daha haber almadığını, zorunlu olarak dedemle nasıl evlendirildiğini, özlemlerini anlatırken bazı yerlerde gözlerinde iri iri yaşların aktığına dayanamaz, bende beraber ağlardım. O an bana sarılarak Tanrı iyi ki, senin gibi zeki, duygulu, temiz bir torun bağışladı bana, yoksa bütün bu acıları çekemezdim. İnsanın doğup büyüdüğü, sevdiklerinden, yöresinden zorla koparılıp sürgün edilmesi, ve yabancı yerlerde yaşamaya zorlanması, çektiği o yalnızlık duygusu insana yapılabilecek en büyük kötülük ve işkence diyordu. İnsan her şeye katlanabiliyor ama yalnızlığa katlanmak çok zor geliyor. Tam 12 yıl sürgün hayatı yaşadım. Çektiği bunca acılara rağmen yüzü dinç ve aydınlıktı. Öfkelendiği zaman yanakları al al olur, gözleri içten gelen sıcak ve dehşetli bir ışıkla parlardı. Konuşmaları her zaman kendine özgü biçimde uyumlu olurdu, sözcükleri parlak ve renkli bir çiçeğin canlılığı ile belleğimde yer ederdi.
Askerden dönmüş, arabayla köye doğru hareket ediyorduk. Keskin bir virajdan sonra şoföre arabayı yavaş sürmesi için ricada bulundum. Arabanın camını açarak çocukluğumun geççiği bu yöreleri adeta gözlerimle tarar gibi seyrediyordum. Buraların şehirlere göre insanı ferahlatan temiz ve serin bir havası vardı. Her tarafı kekik ve çiçek kokuları sarmış keklik sesleri doldurmuştu. Karlar eriyor ve dağlardan köylere doğru, çözülmüş su olarak akıyor, toprak düşen cemrelerle beraber buharlar gönderiyordu gökyüzüne. Hiç bir kir taşımayan, duru ve insanın yüreğini dolduran bir havası vardı buranın. Büyük kentler hep bana yığınla insanın doldurulup, kimin kim için, ne için yaşadığı belli olmayan ya da yaşamın anlamsızlaştığı bir yer gibi gelmişti. Şehir insanının egzoz dumanıyla dolu onca beton yığını arasında yaşama nasıl tahammül ettiğine şaşardım.
Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Hayatta en çok sevdiğim varlığa biraz sonra kavuşacaktım. Kalbim heyecanla çarpıyor, içim içime sığmıyordu. Nihayet o şefkat dolu, duygulu sesini duyabilecektim. O sesle içimdeki özlem ateşi dinecek, yüzünü, ellerini öpüp, mümkün olsa hiç ayrılmamak üzere boynuna sarılacaktım. Allah’ım benim için ne büyük mutluluktu bu.
Geleceğimi haber alıp beni karşılamaya gelen ninemle derin bir özlem ve sevgiyle kucaklaştım. O da beni aynı sevgiyle kucaklayıp öpüp bağrına bastı. ’’gözlerim yollarda kalmıştı, nihayet geldin’’ kavuşturana şükür’’ diyordu. Ninemin halsiz ve o kırmızı elma yanaklarının solgun olduğunu görüyordum. Gözleri sağanak olmuş yanaklarını ıslatıyordu. Dudaklarında kelimeler kırık dökük acıyla karışık dökülüyordu. Ayakta durmaya zorlanıyor, iki kişinin yardımıyla ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Hayatı boyunca yetimlere, hastalara, yoksullara hizmet eden, onların acılarını duyarak yardımına koşan ve yürürken ayaklarının altında yer titreyen bu kutsal kadın. Şimdi yürüyemiyor ve başkalarına muhtaç. Artık ayakta durmaya zorlanıyordu. dizleri tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.
Ayrılık zamanı gelip çatmıştı. Hollanda’ya babamın yanına gelip kalacaktım. Ninemden, köyümden ayrılmak bana çok zor geliyordu. Daha köyden ayrılmadan içime bir acı çökmüştü. o bunu fark ettiğinde ‘’üzülme hasrette güzeldir, ancak hasretin acısını duymamız, onu yenmemiz ve içimize sindirmemiz gerek’’ demişti. kimsesizliği ancak ninemden ayrıldıktan sonra öğrendim. Ninemle vedalaştım, eliyle gözyaşlarını silerken yüreğim sızladı. dönüp baktım el sallıyordu. Bende el salladım. Çocukluğumun ve yaşamımın en güzel günlerini, burada beraber geçirdiğim bu kadına, bir kez daha sevgiyle baktım. Onu bırakıp Hollanda’ya geldiğimde, bir parçam o yerde, onunla birlikte kaldı hep. Yürek nasıl bölünürmüş, insanın yarısı nasıl geride kalırmış, asıl o zaman öğrendim. Bu köyün her bir kıvrımını, her bir tepesini, taşını, toprağını, suyunu gözlerimle öper gibi özlemle taradım. elveda dedim güzel köyüm, sevgili ninem, kardeşlerim, annem, arkadaşlarım, dostlarım elveda.
Ölümünden iki gün önce son bir mektup yazıp göndermişti bana.
‘’Oğlum, bir tanem beni bırakıp gitmeyi hiç istemedin sen. Saçlarını, tenini gül kokularıyla yıkayıp gezmelere götürdüğüm günlerde öyleydin. Ayrılmazdın yanımda. Arkadaşlarınla oynamaz yanımda otururdun. Bilinmeyen dünyalardan masallar, efsaneler anlatmamı isterdin. Her defasında bende seni kıramaz anlatırdım. Bunların çoğunu gönlün kalmasın diye, ben uydurup anlatırdım. Sanki, benim uydurduklarım değil de, sonra kendim de inanırdım bunlara. Ah ne güzel günlerdi o günler. Bilsen seni ne kadar çok özlüyorum. Mecbur olmazsan yine gitmezdin biliyorum. Sen beni bırakmak istemezsin ama ben seni bu dünyada bensiz bırakıp gideceğim bitanem. Ölüm herkes için alınyazısıdır. Her doğan ölecektir. İnsan dünyaya kimsesiz gelir, yine kimsesiz gider. Hastaların, yaşlıların ayıklanması gerek ki, yeni nesiller gelişsin. İhtiyarlamış bir ağacın ana kütüğünü keserler ki, yanlarından çıkan sürgünler boy versin. Ölüm insanlığın budanmasıdır. Zamanın elinde her şey eskir yada değişir, her canlı varlık ölür ve yitip gider. Önemli olan bu dünyada insanın insan gibi yaşaması ve yaşadıkça alnının açık başının dik durması. Biliyorum ölümüme en çok sen yanacaksın ama üzülme, ben daima seninle beraber olacağım. Sen yaşamının baharındasın henüz, önünde daha kocaman bir ömür var. Gençlik, umut ve heyecan doludur, sen yaşam kitabının daha ilk sahifesindesin. Biliyorum için bütün kötülüklerden uzak nadide bir çiçek bahçesi gibidir. açılacak daha binlerce gül goncası vardır sende. Seninde acılarla, istemediğin olaylarla tanışacağın, karşılaşacağın zamanların olacaktır. Acılara da katlanmasını bileceksin. Tanrı kuluna ne vermişte götürmemiş. İnsan gençken bunları pek aklına getirmez biliyorum’’... Mektubumu Şeyh Edebalı’dan bir kaç sözle noktalıyorum. ‘’Bir baş ol ki oğul, dimdik durasın, çiğnenip ezilmeyesin. Bir göz ol ki oğul, iyiliği göresin, peşinden yürüyesin. Bir dil ol ki oğul, zehire bal süresin. Bir el ol ki oğul, yoksulluk giydiresin. Bir yürek ol ki oğul, her zaman hak diyesin. Ayak olursan oğul, karınca ezmeyesin. Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin’’...
Munzur dağının eteğinde olan bu köyün, yazın buz gibi soğuk suları, pınarları, ırmakları, çağlayanları, ve geçit vermeyen dorukları, kötülüklerden uzak, sevgi, saygı dolu insanları ile bir cennet köşesi gibiydi. özenle bakılması gereken bir yer diye kimsesizliğine, yoksul bırakılmışlığına, hayıflandım içimden.
Köyden her ayrılışımda ninem beni gediğin son dönemecine kadar getirir, orada elini sallayıp yaşlı gözlerle beni yolcu ederdi. Son ayrılışımda gelmedi, içime tarifsiz bir keder çöktü. Bu köyde ninemle olmaya öyle alışmıştım ki, onsuz kendimi yapayalnız ve emniyetsiz hissediyordum. Oysa köyün bütün insanları, çocukları, oradaydı. beni uğurlamak için gelmişlerdi. İnekler böğürüyor, danalar zıplıyor, koyunlar, kuzular, keçiler meleşip duruyordu. Ama ben bağrımda, hiç kimsenin bilmediği ve içimin derinlerinde tutuşan bir ateşin acısıyla ayrılıyordum oradan.
Nuri CAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.