- 1411 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Eylülde Sessiz Ölüm
Burası yokuş aşağı lakin bir o kadar da yukarıydı. Yolun ortasında boşalan düşüncelerinin peşindeydi.
Sola dönmüştü nihayet; hep korkardı aslında dönüşünde sokakları fakat burası bir başkaydı en başından. Son durduğu köşe, hayatının yalancı baharı, patlayan sarı topu ve şeker dağıtan Mehmet Amca’nın yavaşladığı güzergâh…
Daha gün geçmemişti; karşısındaydı parlak ve yalancı gün ışığı. Çıktı saklandığı yerden, ağırlığı dillendirmişti düşüncelerindekini. Yalancı baharın sakladığı, hiç çıkamayan o küçük papatya çiçeği.
Hızlıca gezdiriverdi gözlerini kırık dökük caddede. Okuldan çıkan öğrenciler, sokak başında yaşlı teyzenin gece boyu sevgi dolu kelimeleriyle uyuttuğu çocuğunun başında kısık kısık öksürüklerle ördüğü örgüleri satıyor, yanından gecen bir sürü insan, işten çıkan yorgun insanların mutsuz yüzleri ve özlerini hareketlerine aksetmeyen özenti gençlik...
Annesine güzel haberi haykırırken nefes nefese, kanayan dizlerine aldırmamıştı bile. Gezici kütüphanesinin gerçekleştirdiği kitap okuma yarışmasında ayın birincisi seçilmişti. Gözlerinden yanaklarına doğru özgürlüğe koşan gözyaşlarının tek sebebi bu idi belli ki.
Gezici kütüphaneler dokuz itibariyle mahalleye gelir, ikindi vaktine kadar hizmet verirlerdi. Bu aktivite genellikle haftanın üç günü tekrar ederdi.
O zamanlarda kitaplara ulaşmak güçtü. Hatta o dönemlerde kitap okumak lüks bile sayılabilirdi. Herkes ücretini vererek evine istediği kitabı alamazdı. Bunun için gezici kütüphanesinin bu faaliyetleri sayesinde isteyen herkes dilediği kadar kitaplarla haşır neşir olur, dileyen kitapları geri vermek üzere ödünç alabilirdi. Böylelikle alınan bu ödünç kitaplarla okuma alışkanlığı gün geçtikçe artıyordu bu kimsesizler mahallesinde.
Kalabalık olduğu kadar, gayet de sessizdi içerisi. Herkes kendi ruh haline göre seçtiği kitaplarla baş başa kalırdı. Geniş olmamakla birlikte ferah bir kütüphane… Sessizliğin sesini bozan kitap sayfalarının çıkardığı ses, eski kitapların kokusu, kitapseverlerin başını döndürüyordu zevkten. En iyi arkadaşla paylaşılır gibi hüzünler, gülüşler, ağlayışlar… Yaşlı adamın dillendirdiği öyküden, dinleyen miniklere sirayet eden bir sürü deneyim. Arif yaklaşıverdi usulca… Mahzun çekingen bir edayla sessiz ve kırık bir sesle ‘’bende dinleyebilir miyim amca?’’. Evet evladım elbette, bundan böyle günlerin burada geçecek. En güzel bilgileri, en iyi arkadaşları ve insanlara faydalı bir birey olmayı burada öğreneceksin deyip kitabı tekrar okumaya devam etti.
Düşünceler sarmıştı Arif’i. Evet faydalı bir birey olmak. Evet evet, en çok istediği şeyde buydu zaten. Peki bunu nasıl yapabilirdi? Faydalı bir birey nasıl olunurdu? Kitapların buna nasıl bir katkısı olacaktı? Mesela hasta annesini iyileştirebilir miydi bu kitaplar ? Ahh şimdi babam yaşıyor olsaydı. Annemi en iyi hastanelere, en iyi doktorlara götürürdü belki. Canım babacığım yokluğunu ne de çok hissettiriyorsun.
Haftalarca süren bu mutluluk dolu ziyaretler, onu daha çok bağlamıştı kitaplara, hayata, yepyeni başlangıç ve umutlara. Her seferinde anlatmakla bitiremediği kısacık kütüphane serüvenlerini başta biricik hasta annesine, arkadaşlarına, bakkal amcaya, dönüşte güzergâhta bekleyen yaşlı Mehmet Amca’ya anlatıp döküveriyordu içindekileri. Hatta pencere başında saatlerce sokak lambası altında bekleyen kediye bile… Anlattıkça coşuyor, coştukça daha fazla susuyordu kitaplara.
Günler öylece geçip gidiyordu. Küçük bir çocuk kalbinin kitaplara olan aşkı… Arif artık kafasına takılan soruların neredeyse hepsini kitaplarda arıyor. Biricik annesine, hayattaki en değerli incisine, faydalı bilgiler ediniyor, onu iyileştirmek için saatlerce kütüphaneden aldığı ödünç kitapları okuyor, hiç bıkmadan devam ediyordu büyük bir hırs ve çabayla.’’ Kitaplar en etkili şifadır her derde ’’ derdi, her daim içini döktüğü şeker dağıtan yaşlı amca. İlaçların derdine deva olamadığı bir hastalıkla pençeleşiyordu incisi. Hem artık ilaçlar için verecek paraları da kalmamıştı. Ve karar vermişti Arif, tek umudu kitaplarıydı artık.
Her hafta gittiği kütüphaneden güzel kitaplar alıp annesinin başucunda bükülür saatlerce okur oldu Arif. Annesi de dinler ve gülümserdi. Tek bir gülüşü için dünyaları devirebilirdi arif annesi için. Küçük bedeninde koca bir yürek vardı. Hem hayalleri vardı, büyük adam olacak, güzel evlerde yaşatacak annesini, en güzel doktorlara o götürecekti, babasının boşluğunu evin tek çocuğu olarak o doldurmaya çalışıyordu.
Arifin annesi pencere başında oturmuş geriye doğru sayıyordu; "yirmi üç" dedi, biraz sonra da "on beş"; arkasından "on iki, on bir, on" dedi. Ve ardından ‘’dokuz"; daha sonra, birbiri ardına "sekiz" ve "yedi". Arif merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, koca bir ağaç vardı evlerinin önünde.
Arif hüzün dolu bir ses ile "Neyin var anne?" diye sordu. Annesi fısıltı halinde" altı" dedi. "Artık hızla düşüyorlar. Daha üç gün önce yem yeşil yaprakları vardı. Gittikçe kolaylaşıyor gibi, öncede saymaktan ağrılar giriyordu başıma. Bak, biri daha gitti işte. Topu topu beş tane kaldı şimdi. "Beş tane ne?" diye sordu Arif. Yapraklar… Koca ağaca asılı hayatta kalma mücadelesiyle savaşan...
Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, annesi hemen perdenin açılmasını istedi. Yıllara meydan okuyan ağacın son yaprağı hâlâ yerindeydi. Anne, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra Arif’e seslendi. "Oğlum ‘’ dedi. Boğazında düğümleniyordu cümleler. Sessiz odayı inletiyordu sert öksürükleri. Yutkundu sakince daha sonra tekrar yeltendi konuşmak için fakat mecali kalmamıştı. Arif anlamıştı artık, belinden tutup yatağına uzandırdı ve yanı başında duran kitabı alıp okumaya başladı.
Arif her şeyin farkındaydı küçük yaşına rağmen. “ Çocuklar, anne ve babalarına yaşlı olduklarında bakmalı. Onların gönlünü hoş tutmalı. Çünkü onların hayat deneyimlerinden her zaman için öğrenebilecekleri şeyler vardır.” derdi her zaman okuduğu kitaplar.
Gıcırdayan somyanın üstüne kendini zor bela bırakıvermişti. Gözlerini rutubet kokan odanın tavanına dikti. Yaşlı amcanın sözleri kurcalıyordu aklını;’’ Kitaplar şifadır dert için, ilaçlar gibi’’. Bu cümle beyninin içinde yankılandı tekrar ve tekrar. Sola döndü, sağa döndü, yün yastığı başının üstüne yerleştirdi. Olmadı hayıflanarak tekrar sol tarafa döndü. Uyumak için gözlerini sıkıca yumdu. Nefes alış verişini düzene sokmaya çalışırken Azrail’in ayak seslerini işitir gibi oldu, kalp atışları hızlanmış nefesini tutmuştu. Gözlerini açıp yatakta doğruldu. İnsanın aklına gelen başına gelir miydi acaba? Ayağa kalkarak ağır aksak adımlarla mutfağa doğru yürüdü. Gıcırdayan tahtaların sesini bardağa dolan suyun şarıltı sesi aldı. Annesini kapı aralığından görüp gülümsedi. Hayatının incisi oğluna bakarak sudan bir yudum alıp titreyen dudaklarıyla “Sessizlik ölümü hatırlatıyor ve burası hep sessiz. Ölümden değil seni bir başına bırakmaktan korkuyorum yavrum’’ dedi. Veda eder gibiydi sesi. Yalnızlık, sessizlik ve ölüm yeni mekânlarına kurulurlarken annesinin gözlerinde hüzün usulca bekliyordu.
Yatağına uzandı ve gülümseyen bir edayla gözlerini yumdu. Arif annesinin yastığını düzeltti ve yorganı üzerine usulca örttü. Alnını öptü. Başını kaldırdı ve perdeyi çekmek için elini uzattığı sırada ağaçtan son yaprağın düşüşünü gördü. Ve mırıldandı.’’ İşin daha da kolaylaştı anneciğim.’’ Ve son yaprak da düştü.
Nefes aldık önce hiç bilmeden
Öğrenmekten kaçındık bazen
Hislerimiz vardı alışılmış
Anne omzunda bir kaç sene
Ha geçti dedik ha geçmeden
Yoruldu.
Yere çöktü usulca
Diz kapağında yırtıklar
Bir ufak öpücüğe dirildi tüm hayatlar
Bilmeden
Bambaşka bir dünya gibi
A demeyi öğrendi
Sonra acı demeyi
İnlemeyi
Ağlamayı
Giyinmeyi Yemeyi… Bilmeden.
Her ne keramet ise
Bilmeden
Bilmeden büyüdük
Ağır diye aldık omzumuza sevgiyi
Taşır mıyız; taşırır mıyız. Bilmeden.
Geçti geçecek derken
Durduk saydık yerimizde
Şu olur mu?
Bu iyi mi?
Diye dizildi önce sorular
Ardı arkası kesilmeden.
Bilmeden, bilemeden.
Yola hunharca atılmış bir taşa takıldı tüm umutlar
Zift gibi karanlık dünyada esir kaldı bir kaç harf
Salındı dar ağacında ucu açık cümleler
Anlamsızlık adına çakıllarla bezendi tüm yollarım
Hep bilmeden
Başta alınan nefesi unutup
Sonrasına boyun eğmekten
Soyundu tüm çıplaklığıyla gerçekler
Yalanlar gizlendi kuytu karanlıklara.
Bilmeden
Hiç görmeden
Belki de duymadan
Sadece hissettik eskiden
Bir şeye inandık
Ne olduğunu bilmeden
Düştük kalktık önümüzü hiç görmeden
Tek görülmeyen bir şey kaldı bilinen
Alınan nefes ödünç imiş geç anlaşıldı
Vermek başka seneye
Hayaller, umutlar çoktan satıldı.
Günler günleri kovalıyor, Arif pencere kenarından bir an olsun ayrılmıyordu. Ne yapmalıydı şimdi? Yaprağı alıp taksaydı tekrar yerine gelir miydi annesi?
Perde ardında acı döküntüler
Sessizce
Ne keder, ne tasa gerek
Ölmek yeni bir şey değil bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.
Birazdan iner perde
Hırıltısı başlar göklerin
Şırıl şırıl akar
Gizler sendekileri
Anlamaz kimseler Ve sen Anne!
Kapama gözlerini; Yalnızlık hiç bu kadar karanlık olmamıştı.
Kitaplardan bihaber geçirdiği sayısız günler. Yanılıyor olamazdı yaşlı amca. Hızla kapıya yöneldi, bir şeyler gelmişti aklına, kendini atıvermişti sokağa, kafasındaki projeyi unutmamak için kapıyı bile çekmemişti. Soluk soluğa yetişiverdiği gezici kütüphanesine uzaktan bağırarak ‘’Hastamı… Hastamı seviyorum, ışığını veriyorum. Hastamı seviyorum, ışığını veriyorum’’ diyordu. İhtiyar adam ne demek istediğini anlamamıştı Arifin. Günlerce görmemişti kendisini; annesinin ölümü baya bir değiştirmişti onu. Yüzünde bir burukluk, gözlerinde morluklar… Ve zayıf kalmış bedeni. Oturtuverdi amca tabureye. Soluklandı, bir yudum sudan sonra tekrar o cümle dudaklarında ‘’Hastamı seviyorum, ışığını veriyorum’’.
-Ne oldu evladım anlat hele nedir bu telaşın?
-Buldum amca buldum
-Neyi buldun oğlum telaşlandırmada anlat
Amca sakin ve anlamlı gözlerle arifin gözlerinin içindeki parlaklığa bakıyor ve heyecanla söyleyeceklerini bekliyordu. Arif hırçın bir at gibi ne diyeceğini, nasıl anlatacağını, hangi kelimeleri kullanacağını seçmek için çaba sarf ediyordu. Koştuğu için baya yorulmuş, daha yeni yeni çıkıveren sarı bıyıklarını ter basmıştı.
-Proje dede proje... Anneme yardımcı olamadım, hep okudum çabaladım bir yolunu bulamadım. Fakat biliyorum ki son günlerinde rahat etmişti annem; daha fazla gülümsüyor, daha az ağrıyordu bedeni ama takdir işte, kaybettim annemi, gözümden gönlümden sakındığım incimi.
-Anneni çok seviyorsun biliyorum. Eminim annende seni çok seviyordur. Unutma! Anneler terk etmez yavrularını. O yukardan seni izliyor ve başarılı olmanı çok istiyordur. Okuyup büyük adam ol, belki annene derman bulamadın ama nice annelere bir umut ışığı olmak istemez misin?
Ve mahallenin dört bir yanında çocuklar, ellerinde kütüphaneden aldığı kitapları, yaşlı dedelere, ninelere okuyor onları belki son günlerinde mutlu ediyorlardı. Küçük çocuklar, ağabeylerinin okuduğu coşkulu hikâyeleri dinliyor, mutluluk çığlıkları atıyorlardı adeta. Onlarda ağabeyleri gibi büyüyüp kitap okumak istiyor, büyük adam olmak istiyorlardı.
Ve bir gün daha sona ermişti. Çocuklar günün bitmesine üzülmüşler, daha çok dinlemek eğlenmek istiyorlardı. Ertesi günü iple çekiyorlardı.
Son sayfaları kitapların mesela Öldürmek gibi bir insanı Nokta çok kaba geliyor bazen…
Arifin ‘’hastamı seviyorum, ışığımı veriyorum ‘’ projesi için tam uygun bir ortamdı ama bu sadece mahalleyle sınırlı kalmamalıydı. Gezici kütüphanenin katkılarıyla, kütüphaneye üye olan tüm yaşlısı, genci ve tüm çocuklar çağırıldı ve tüm kasabayı çalkalayan sloganlar atıldı. Kaymakam huzuruna çağrılan küçük Arif’e projesi için gerekli her şey gezici kütüphane ışığında sunuldu. Tüm çocuklar kasabanın her tarafına akın etti. Hastaneler ve huzurevleri çocukların kitap okuma sesiyle yankılanıp durdu.
-Dede kitap okumamı ister misin?
-Tabi evladım, çok sevinirim
Dede sulu gözlerle yanında kitap okuyan çocuğa bakıyor, sessizce dinliyordu. Bir ara homurdandı, bir şey diyecekmiş gibi oldu. Süleyman başını kaldırıp ‘ buyur dede, bir şey mi diyecektin? ‘ dedi.
- Evladım, ben okuma yazma bilmem. Bizim zamanımızda okul yoktu, bizi böyle teşvik eden kütüphaneler de yoktu, kitap bulmak çok güçtü, bu yüzden bir türlü elime fırsat geçmedi okuma yazmayı öğrenmem için. Rica etsem bana da öğretir misin okumayı yazmayı, harfler üstünde uçmayı.
Süleyman, Arif’in başlattığı projeye yeni bir hava getirmişti. Artık çocuklar okumakla kalmıyor, elinde kalem defterlerle dileyen herkese okumayı yazmayı öğretiyorlardı.
Melike evin bahçesinde, ağacın gölgesinde yüzünde hafif tebessüm, kitap okuyordu. Hasan beliriverdi kapıda ansızın. Ayağını yere sürterek melikeye yaklaştı.
-Ayşe nerede?
-Evde yok, annemle çarşıdalar, kitap alacaklarmış.
Hasan, eğik, ince dal gibi boyuyla duruyordu; yüzündeki saf gülüş hiç eksilmezdi;
- Geçen gün, Mehmet sana kitap mı verdi?’
-Evet, çok güzel bir şiir kitabı, dedeme okurum.
-Bırak onu, gel oyun oynayalım, neden okuyorsun ki?
Hasan, elinde tuttuğu kutunun içinden bir oyuncak araba çıkardı,
-Bak bunu yeni aldım ve bunun gibi bir sürü oyuncağım var beraber oynarız; okuyup da ne olacaksın sanki, daha yaşımız küçük büyüyünce okuruz.
Ayşe böyle bir düşüncede olan arkadaşına üzülmüş, onu gezici kütüphanesine davet etmişti. Bu davetine önce burun kıvırsa da merak etmiyor da değildi Hasan. Okumanın önemini yaşlı amcadan dinleyen hasan bundan çok etkilenmişti. Hasan artık kitap okumaya başlamış, kutusunda oyuncaklar değil de kitaplar taşıyor, herkesi kitap okumak için çağırıyordu. Böylelikle artık çocuklar oyun oynamak için değil kitap okumak için buluşuyorlardı.
Hislerim Sonsuza kadar Çiselese yağmur gece boyunca Düşlerimdeki hoşnutsuzluk Gözlerimi maziye diken
Yandım Yılmadım kalktım Her adımda yitiverdi tüm anlarım Esiri olmak köşe yanların Kitap oldu ellerimden tutan Yalnızlığımla, kelimelerimle kaldım
Sardım Eskiden kalma sandığa dizildi tüm yıllarım Mazi bir yorgan altında el/lerde Ölüm bir hatıra gibi düşlerde Yaşamış gibiyim Çığlıklar kulaklarımda hala Ucunda kıyının Bir avuç kumda hüzünlü kaldım
Med cezir bozdu İki odalı evimizi Çatısı sular altında
Bitti Yaprağın düşüşü gibi ayrılışın En ince noktasından Bir meltem aldı götürdü toprağa Yağmurlar yağdı ardından Yeni yeni tomurcuklar Kitaplarla büyüyen bir gençlik…
Kısacası Anneciğim; Mutluluğa yelken açmış yarınlar Bunu kesip biçsinler aydınlar Ay tutulması ardından Sağır edici bir nida Geride kaldı…
Beyaza boyanmış dört duvar, masa önünde birkaç sandalye ve sandalyeler arasında büyükçe bir sehpa. Arkası pencereye dönük geniş bir dolap… Hafta içine oranla hafta sonları tıklım tıklım olan bu yerde, mesaiye birkaç dakika kalmıştı, onlar gelmeden, onların yerini başıbozuk bir rüzgâr, içleri ürperten bir inleyiş sarıyordu. Tam yirmi yıl önceki soğuk bir eylül akşamını tekrar yaşıyor gibiydi Arif. Perdenin bir ucu dışarı sarkmış rüzgârla dans ediyor özgürlük savaşı veriyor gibiydi. Çıldırtıcı bu sessizliği kapının tıkırtısı bozmuştu.
Ve hafiften nazikçe bir ses,
Hastanız var, içeri alayım mı Doktor bey ?...
Vahdeddin ARPAG
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.