- 566 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
0018 – ORTADOĞU IV - GÜNEYDOĞU
ORTADOĞU IV
"Zaman mı? değil zaman.
Akan zaman değil mesafelerdir.
Güneşin çekici yukarda
Suyun bıçağı aşağıda
Krom alçakgönüllü, bakır utangaç,
Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında.
Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini
Sınırlar kesik,
Yerleşme yerlerinde balkıma..."
(1966)
Cemal SÜREYYA
GÜNEYDOĞU
Burada uzadıkça uzar zaman, hayat zorlaştıkça zorlaşır! Yollar uzun, vasıta az, ulaşım güçtür. Aktıkça akar yollar, kaydıkça kayar, insanlar adeta yerlerinde sayar. Çoğu köyünden, kasabasından başka bir yer bilmez. Kendi kökenlerinde yaşar ve ölürler.
Köylülerin şehirle irtibatları çok azdır. Şehre gidenler belli kişilerdir, gidilme sebepleri de bellidir. Ya düğün bayram için alışveriş yapılması gerekmektedir, ya hastaneye götürülecek hasta vardır, ya da devlet dairelerine gitme lüzumu…
Bu coğrafyada, kurak çöl iklimine benzer bir iklim hüküm sürer. Onun kadar olmasa da güneş, balyoz gibi tepededir, yaz günlerinde… Her yere hayat dağıtırken burada azap olmaktadır. Tarlada bahçede çalışılması gereken zamanlarda, sabahtan akşama kadar insanların enselerinde boza pişirir! Onun için erkek kadın, çoluk çocuk başlarını örterler. Enselerine de terlik denen, başlarından akan teri alan büyücek bir mendil vardır. Genelde bir köşesi nakışlı olan, dört tarafı dikişli, kare şeklindeki o kumaş parçasına çevre de derler. Karşı köşelerini bir araya getirerek katlar, işli köşeyi üste getirirler. Arada sırada ucundan çekip, alınlarında biriken, gözlerine inen teri silerler. O ter, tuz zehridir. Gözleri biber gibi yakar!
Susuzluk, kuraklık ayrı bir derttir. Çatır çatır çatırdatır toprağı, elleri ayakları… Onun için dudakları çatlak, topukları yarıktır köylümüzün. Kuraklık keskin bıçak! Toprağı dilik dilik diler, kesek eder.
Yöre, maden yönünden pek zengin sayılmaz. Gaziantep, İslahiye ve Kilis’te krom ve bakır yatakları vardır. Kilis Gölbaşı’nda fosfat bulunur. Toroslarda da krom ve çinko yatakları… Krom nazlanmaz ama işlemesi ve nakledilmesi meseledir. Bakır insanımız gibi yanık tenlidir. Mahcuptur. Yanakları kızarıverir. Kolay kolay el içine çıkmayan kızlarımız gelinlerimiz gibidir. Zor elde edilir.
Zaten orman namına bir şey yoktur. O az miktardaki ağaç da iki ateş arasında kalmış, hayatını zar zor koruyabilmektedir. İki kıvılcımın arsındaki bir damla su gibidir. Yukarıdan güneş yakıp kavurmakta, aşağıda su, semtine uğramamaktadır. Başını güneşin yalımları yalamakta, kökünü toprak emip kurutmakta… Sert kayalıklar dahi güneş altında susuzluktan parçalanır dağılır. Rüzgârsa bazen ovadan bazen dağlardan… Nerden eseceği bilinmez. Taarruzun da hangi taraftan geleceği belli değildir. Ah o sam yelleri!..
Yerleşim bölgelerinde bir dalgalanma… Geri taraf bomboş, terk edilmiş gibi, ıssız, donuk… Sınırlarsa geçit vermez kaçakçılığa…
Bu toprakların alın yazısıdır savaş… İki taraftan sıkıştırılmış, pusuya düşürülmüş gibi bir konumdadır. Kırılmak, nasıl aynanın kaderiyse, yok edilmek de bizim kaderimizdir. Kanıksadık artık, alıştık buna ama işin ilginç tarafı, bizi öldüren de öldürdüğünden habersiz… Emeğimizi sömürülüyorlar, sömürdüklerini bilmiyorlar. Soyup soğana döndürüyorlar, soyduklarından gafiller…
Biz bu hayata ayak uyduramadık. Çok gerilerde kaldık. Onlar koşarken biz değil sıralamak, emeklemeğe çalışmaktayız. Kendi ayaklarımızın üstünde durmayı hayal etmekteyiz. Her şey değişti, modernleşti… Bizim bildiklerimiz bir işe yaramaz oldu. Onlar traktör tepesinde, biz kara sabanla… Çapayla belle… Eller makinelerle, biz elle…
Her şey başkalaştı. Yeniden şekillendi. Bizler eskide kaldık. Şarkımız, türkümüz, şiirimiz eskide kaldı. Asırlar ötesinden gelen bir edebiyatımız vardır. Karacaoğlan’ın söylediği gibi doğaçlama şiirlerimiz, manilerimiz… Onlar da değişti.
Aşklarımız bile değişti. Nerde şimdi Ferhatlar Şirinler, Tahirler Zühreler, Keremler Asılar… Bizim aşklarımız taparcasınadır, ölümünedir!
Belki bu günler kısa süre sonra mazide kalacak. Aydınlık sabahlara çıkacağız, İnşallah! Huzur ve mutluluğun ilk günleri yakındır... Buruk bir yas ıssızlığı var bu bölgede… Tarihle modernleşen hayat arasında kalmış gibi… Maziyle ati arasında… Kederle neşe… Kızgınlık ve af arasında…
Savaş, bu coğrafyanın gerçeğidir. Tarihte defalarca savaş görmüş, zarara uğramış… Yakılmış yıkılmış, harap edilmiş! Öyle bir konumda ki kaçarı yok! Rüzgârının ne taraftan eseceği bilinmez. Nasıl bir serseri kurşunun, hangi hedefe isabet edeceği belli değil!
İnsanı çileli ve acılıdır. Istırapları yüzlerindeki çizgilerden bellidir. Ağaçlarda, yapraklarda, dallarında buruşan çiçeklerde de aynı azabın izleri vardır. Sarp kayalıkların asık suratlarında, dağların bakışlarında, güllerin kokuşlarında… O yüzden acılı yiyecekleri severler. Acı çekmekten ya da acılı yemektendir belki de seslerinin yanıklığı… Mazlumlukları, masumlukları, duygusallıkları da ondandır.
Yok ede yok ede, kökümüzü kazıyamadılar, yüzyıllardır! Alıştık artık, sineye çektik bu durumu. Yeryüzünde, kardeşin kardeşi vurmasından daha kötü bir şey olamaz! Bağırlarına saplamaya çalıştıkları hançer, onları ayırmaz, daha güçlü bir biçimde birbirlerine bağlar. Aynı kişiye ait akciğerler gibidirler. Kesilen yerin, daha güçlü bir epitel dokuyla kaplandığı gibi güçlenir oradaki kesik de. Bu da bir çeşit zenginliktir. Artıdır bizim için.
Hazreti Hasan’a zehir içirilmemiş olsaydı, Hazreti Ali bu denli yaşatılamayacaktı. Hazreti Hüseyin, su meselesi yüzünden şehit edildi. O yürekler acısı olay vuku bulmuş olmasaydı, Hazreti Ali bu kadar sevilmeyecek, yolu bu kadar rağbet görmeyecekti.
Allah büyüktür! Bir gün bu sarp kayalıklarla kaplı yamaçlar da yeşerir, savaşlar son bulur, halkımız dirlik ve düzenliğe kavuşur! Nehirlerin bile öfkesi diner. Ortalık yatışır, yöre huzura erer.
Çiçeğin açması, kuşun uçması nasıl doğasında varsa, insanın doğasında da sevgi vardır. Allah onu, en acımasızımızın yüreğine dahi koymuştur. Kimimiz çoğaltır yayarız, kimimiz de köreltir, dumura uğratırız. İçimizde, çalışma çabalama, kazanma arzusu da vardır. Gün gelir severiz birbirimizi, çalışır çabalar belli bir düzeye geliriz. Kıraç toprak rüzgârla havalandıkça, savruldukça dağlara, güller açar yamaçlarında.
Hep böyle karanlıklarda kalacak değil ya… Gün olur bir gün doğar… Kızıl güller açıyormuş gibi… Pembe güller dökülüyormuş gibi tan yerinden… Doğanın, halkımızın ve tarihin en değerli seheri olur o gün doğumu.
Sabır sabır ya sabır! Bu zamana kadar o kadar çok kırıldık ki! Savaşlar, hastalıklar, yoksulluk, maddi manevi güçsüzlük nedeniyle… Gerçekten gücendik. Kırıldık… Çok kırıldık. Daha da kıracaklar, kırılacağız…
Biz kanıksadık artık, alıştık kırılmaya… Siz vurdunuz da biz ölmedik mi! Kırılırız… Biz ayna gibi kırılganız.
Şartlar böyle! Coğrafi konum, tarih, kültür…
Kimse suçlayamaz bizi!
Suç bizim değil ki!
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI -0018
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.