- 1015 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
ANNENİN SANDIĞI…
Şehmus bey, dış kapıyı anahtarla açıp girdiğinde uzun zamandır havalandırılmayan eve sinmiş ağır kokuyla karşılaştı. Hemen en yakınındaki pencereye gitti, koyu renkli kalın perdeleri ve tülü yanlara çekip pencereyi açtı. Pencerenin eşiğinde annesinin çiçek saksıları diziliydi, tabii içlerindeki çiçekler çoktan kurumuşlardı. Evin ağır kokusuyla dışarının soğuk havası hızla yer değiştirmeye başladı. Şehmus bey evin içini dolaşmaya başladı.
“Şuraya bak! Her yeri toz ve örümcek ağları kaplamış. Bir korku filmi mekanı gibi,” diye söylendi.
Babası öğretmen Yusuf bey Eskişehir’deki bu evi o doğmadan önce bir kooperatif ortaklığı ile satın almıştı. Dolayısıyla Şehmus bey de bu evde doğup büyümüştü. Bu eve aidiyeti İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okurken aşık olup evlendiği Gülten hanımla bir ev tutup İstanbul’a yerleşinceye kadar sürmüştü.
İki bin dokuzda baba Yusuf bey ansızın vefat edince annesi Şehnaz hanım Şehmus beyin yanına taşınmıştı, o zamandan beri evle hiç ilgilenmemişlerdi.
Şehmus bey okulu bitirdikten sonra yüksek lisansını yapmaya başlamıştı. Gülten ise bir avukatlık bürosunda stajını yapıp aynı yerde çalışmayı sürdürmüştü. Şehnaz hanım tam da o dönemde gelmişti yanlarına. Gülten ilk günden itibaren kaynanayla aynı evi paylaşmayı içine sindirememişti. Hele hele kaynanası hastalanıp da çekilmez bir hal almaya başladığında hoşnutsuzluğunu yüksek sesle dillendirmeye de başlamıştı. Kadının dişsiz ağzının şapırtıları, ani öfke patlamaları, öfkeyle söylenirken adeta kendi içinde olan bir kitabı tersine okuyormuş gibi kelimeleri birbirine yapıştırarak anlaşılmaz laflar etmesi sinirlerini çok bozuyordu. Şehmus bey, Şehnaz hanımın kocasından aldığı dul maaşıyla bir bakıcı kadın tutarak onun ihtiyaçlarını gördürüyordu. Fakat kaç tane kadın tuttuysa hepsi annesinin huysuzluğuna sonuna kadar tahammül gösteremeyerek kaçıp gitmişlerdi. Sonun da Gülten de “yeter artık! Ya annen ya da ben,” diye resti çekmişti. İlk kez karısının ufak, hafifçe içeriye doğru eğik dişlerinden ötürü yüzünün bir köpekbalığını andırdığı o an fark etmişti. Şehmus bey, “annemi bırakamam,” deyince de o Şehmus beyi bırakıp gitmişti. Karısının o gidişinde garip olan şey ise, Gülten daha gittiği gün çalıştığı avukatlık bürosunun avukatlarından bir oğlanın evine yerleşmişti. Şehmuz bey bu olayı evvelden beri o oğlanla karısının kendisini boynuzladıklarının bir göstergesi olarak algıladı. Ondan hemen boşandı.
Annesinin hasta hali iki yıl devam etti. İki bin on iki yılının sonlarında artık bir şey yiyemez hale gelmişti. Küçük bir çocuğa mama yedirir gibi tatlı kaşığıyla ağzından zorla akıtılan ne olursa aynen geri çıkarıyor, çıkanlar çenesine bulaşıyordu. Eskaza yutabildikleri ise boğazından alt tarafına uzanan uzun boruyu hızla katederek altından çıkıyordu. Helaya taşınmaz halinden ötürü zorunlu olarak altına bez bağlıyordu. Her gün birkaç defa annesinin alt bezini değiştiriyordu. Eskiden erkek evlatlar, artık kontrol edemedikleri kakalarını temizlerken bile annelerinin namahrem yerlerini görmemeli diye düşünürdü. Artık öyle düşünmüyordu, bunun bir bebeğin altını değiştirmekten hiçbir farkı yoktu.
Üniversitede yardımcı doçent olarak çalışmaya başlamıştı. Doktora hocası da olan Prof. Dr. Nezih Özgür’ün asistanlığını yapıyordu. Derslere hocasının yanında ya da zaman zaman hocasının talimatıyla -özellikle yazılı sınavlara- tek başına giriyordu. Fakültedeki işinden ayrı olarak hukuk kitapları basan bir yayınevinde editörlük de yapıyordu. İşte geçirdiği zamanlarda annesinin başında duran paralı hemşireye avuç dolusu para ödüyordu, ek işte çalışmak zorundaydı.
Cep telefonu çaldığında hocasının ofisindeki masasında sınav kağıtlarını okuyordu. Telefonu önce açmak istemedi sonra açtı. Hemşire, “öldü” dedi. Önünde duran sınav kağıdı okul numarası 1313 olan öğrenciye aitti. Bu günün tarihi de Şubat 2013’ün 13. günüydü. “On üç uğursuz rakamımdır,” diye düşündü. Elbette ki on üç sayısının bir uğursuzluğu olamaz, bunu biliyoruz. Hep böyledir, insanoğlu olumsuzluklarda rakamların mistiğine kapılmaya meyleder, aradaki bağlantıları sorgular, bu gün ayın on üçü olmasaydı, yıl iki bin on üç olmasaydı, bu öğrencinin okul numarası on üç ve on üç olmasaydı belki de bu kötü haber gelmezdi diye. Yok öyle bir şey, olanın olacağı varmış, olmuştu. Eğer hocası, “oku şu sınav kağıtlarını,” diyerek önüne bir tomar kağıt atmasaydı, o yayınevine gidecekti ve ‘Vergi Kanunları ve Vergilendirmeye Dair Temel Mevzuat’ isimli altı yüz sayfalık bir dökümanı okuyacak, düzeltmeler yapacaktı. Ama o haber yine gelmiş olacaktı. İzin alıp eve ulaştığında bembeyaz, çökmüş bir yüzle karşılaştı. Annecik gitmişti işte, nurlar içinde uyusun… Cenazenin kaldırılması zor olmadı. Pek çok dostu yardımcı olmak için yanında bulundular. Gülten ve yeni kocası genç oğlan bile baş sağlığına geldiler.
Banka kredisiyle İstanbul’da bir ev satın alarak kiracılıktan kurtulmaya karar verdiğinde, satın alacağı evin peşinatını ödemek için annesinden kalan Eskişehir’deki evi satmaya karar verdi. Kırk beş yıllık bir evin satışı kolay olmayabilirdi, yine de denemeliydi, Eskişehir’e gitti.
Eskişehir’e geldiğinde site içindeki evlerin bazılarının pencerelerine “satılık ev” yazılı kağıtlar yapıştırıldığını gördü. O evlerin hepsi içinde oturulan evlerdi, dolayısıyla bakımlıydılar. Burayı ise satılığa çıkarmadan önce bir elden geçirmek gerekecekti. En azından bu eski eşyaların boşaltılarak ortalığın temizlenmesi ve yıllardır badana görmemiş duvarların boyanması gerekecekti. Boya işlerini ve ardından temizliği fazla bir parası olmadığı için tek başına yapmak zorunda kalacaktı. Evin eşyalarını boşaltmak gözünde büyüdükçe eskimiş, çürümüş eşyalara tiksinti duymaya başladı. Evin satışından eline geçecek paraya çok ihtiyacı olmasa bunca işi yapmayı katiyyen göze almazdı. Eskiciye satılabilecek eşyaları satıp boya malzemesi alabilmeyi hesaplıyordu. Bir an önce satılabilecek eşyalarla atılacak eşyaları birbirinden ayırmaya başlamalıydı.
Banyoya gitti, klozette küçük su ihtiyacını giderdi. Banyo dolaplarının kapaklarını açtı. Havluları indirdi. Çoğu tanıdıktı havluların, bu evde geçirdiği günlerden kalmaydılar. Örneğin şu yeşil beyaz olanı hatırlıyordu, lisedeyken sınıftan bir kızı eve gelmeye ikna ettiği o gün kullanmıştı. Kanepeye bir şey olmasın diye altlarına sermişlerdi. Havluları bir çöp poşetine doldurdu. Mutfağa geçti mutfak bezleri, sünger, ne varsa poşetin içine ekledi.Annesiyle babasının yatak odasına girdi, karyolanın üzerine oturdu.
Gardrobun kapakları açık kalmıştı. Şehnaz hanım İstanbul’a gelirken içindeki giysilerden bir kaçını aldıktan sonra kapakları kapatmayı ihmal etmiş olmalıydı. Raflar ve kalan diğer giysiler toz içindeydi. Kalan elbise, manto, pardesü gibi her şeyi büyük çöğ poşeti içine tıkıştırdı. Dolu iki poşeti kucakladı, annesinin astral bedeniymiş gibi birinci kattan aşağıya, sokaktaki çöp bidonunun olduğu yere götürdü. Eskiden evden biri vefat ettiği zaman eski giysiler fakirlere verilirdi, böyle bir geleneğin içinde büyümüştü. Babasına ait her giysi öyle dağıtılmıştı. Ama şimdi şu sıkışık zamanda neyi kime verecekti? Zaten çöp kamyonlarınca çöplüğe götürülmeden önce de büyük bir ihtimalle erken saatlerde dolaşmaya başlayacak çöp toplayıcılarının eline geçeceklerdi. Geri döndü. Bir şey kaldı mı diye gardırobun önüne gitti, tiksinerek dolabı aramaya devam etti, dolabın altındaki bir bölmede eline bir şey takıldı. Dışarı çekti. İyice aşınmış, küçük, kadife kaplı bir sandıktı, muhtemelen içinde hatıra türü bir şeyler saklanıyordu. Açtı baktı. Sandık içinde kutular, küçük küçük…
Kalem kutusunu andıran bir kutuyu alıp açtı. İçinde bir tutam saç duruyordu. İnce bir iplikle bağlanmış sarışın, ince telli bir tutam saç. Saçık kendisine ait olduğunu anımsadı. Bir zamanlar kendisinin de sarışın olduğunu biliyordu. Son zamanlarda annesi onu artık hiç tanımıyordu, elbet bunun nedeni saçlarının dökülmüş olması değildi. İhtiyar kadıncağız bazen ona, bir yabancıya anlatır gibi, o güzel, kıvırcık sarı saçlı oğlunu anlatırdı. Saçını güve yemişti, kutunun dibinde bir-iki larva da vardı. Kuvvetli naftalin kokusuna rağmen ev güve larvasıyla doluydu; tabloların camları arkasında bile ezilmiş, toz gibi olmuş larvalara rastlamıştı. Saç tutamını tiksinerek tuttu. Lisedeki sevgilisinin saçından kestiği bir tutamı ona hatıra olsun diye verdiği geldi aklına, ne irkiltici, ne uğursuz bir hediyeydi o. Hayatı boyunca insana ait parçaların o şekilde hediye edilmesini ve saklanmasını yadırgamıştı. Kutuyu kapattı, küçük sandığın içine geri bıraktı.
Başka bir kutuyu aldı eline, onun içinde de yeni doğmuş bir bebekken koparılan göbek kordonunu buldu. Kuruyup büzülmüş deri parçasını ince bir ambalaj kâğıdına sarıp saklamıştı annesi. Onuda eski yerine bıraktı.
Bu defa da eline küçük bir metal kutuyu aldı, vaktiyle şeker vardı herhalde içinde. Belki de hâlâ vardır, kurumuştur. Ne kadar uğraştıysa da bir türlü kapağını açamadı. En iyisi atmalıydı ama içinde sallanan bir şey olması onu rahatsız etmişti. Bir mücevher falan olmasın. Olur mu, olur. Bir bıçak almaya mutfağa gitti. Altı iyice paslanmış kutunun kapağını bıçakla açmak da kolay olmadı. Kutuda ufacık, bazıları delik, sararmış süt dişleri vardı. Onun dişleri.
Kalınca bir paket vardı, onu alıp açtı. İçinden liseyi bitirdiği yıla kadarki tüm karneleri, aldığı tüm taktirname belgeleri çıktı. Birkaçını eline alıp baktı. Notlarının tamamı pekiyi idi. “Baya çalışkanmışım,” diye düşünerek gülümsedi.
İlk okulda takındığı beyaz yaka, kalem, fiş, fotoğraflar… Neler yoktu ki sandığın içinde. Annesi ona ait ne bulduysa saklamıştı. Fotoğraflara baktı biraz, hepsi onun küçüklük fotoğraflarıydı.
Sandığı kapattı. Önce onu da poşete atmayı düşündü, sonra vaz geçti. Anesinin ona ait olup da değer verdiği her şey o sandıkdaydı. Atamazdı.