- 1413 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
0010 - PASLI ÇİVİ - PASLI HANÇER
PASLI ÇİVİ
"Eski, çivit mavisi, solgun duvarlar,
Kuytu bir köşede, mahzun bakıyor,
Gözlerinden damla damla yaş akar gibi…
Dökülmüş kireçleri, soyulmuş yer yer,
Paslı büyük bir çivi, saplı kalbine…"
Halenur KOR
(Bazı karalamalar var şiir adı altında GÜNÜN ŞİİRİ olarak vitrine konan… Dikkat edilirse, şiirden anlayanlar onların altlarına tek sözcük dahi yazma gereği duymuyorlar. Haklının hakkının teslim edilmesi gerekir. Bu şiir, şiir gibi şiirdir!
Bana ters gelen bir şey var sadece... Onu belirteyim:
"Sımsıkı tutunmuş hüzün duvara,
Yılların anıları sanki bu çivi,
İç içe geçmiş duvarlarla…"
Bir çivi nasıl iç içe geçer, duvarlarla? Buradaki resimde görülen, bahsi geçen çivi tek duvara saplı ve konu onun etrafında dönmekte... Duvarlar sözcüğü bilhassa yazılmışsa, bir diyeceğim yok eğer yanlışlıkla yazılmışsa ki bana göre öyle olmuş, tekil halde kullanılması daha uygundur. Onun dışında bariz bir hatası yok.
Şiirselliği, sesi, ahengi tartışılabilir. İyi olmuş ama çok daha iyi olabilir miydi? Olabilirdi. Şiir önemi değil, ayaklarının üstünde... Podyumda boy göstermekte, salına salına yürümekte ve onu seyredenler yeteri kadar zevk almakta... Şairi Hamdolsun sağ ya... Potluk falan varsa, zaman içinde gereken düzeltmeleri yapabilir.
İçtenlikle tebrik ediyorum.)
PASLI HANÇER
Akşamüstü Kaleiçi’nin daracık karmaşık sokaklarında dolaştım bir süre… İki katlı, cumbalı asırlık ahşap Rum evlerinin arasında… Kimisi çıkık kamburu, bükük beli, titrek dizleriyle kıyamda durmaya çalışıyordu, tüm gayretiyle hâlâ, kimisi rükûdaydı, doksan derece… Secdeye varanlar, orada öylece ölüp kalanlar da vardı ne yazık ki!
Kırmızı çamurla birbirlerine tutturulmuş, nesli tükenmiş bahçe duvarlarıyla çevrili yoğun rutubet kokan sarnıçlı avlularda çiçekler, palmiyeler, meyve ve çam ağaçları sarmaş dolaş olmuş, tamamı hasta ya da ölü olan evleriyle bu en eski semti sağlıklıymışlar gibi göstermeye çalışıyorlardı. Oysa Kaleiçi’nin artık daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı. Çünkü Akdeniz’e olan gizli sevdasıyla onun kıyısında asırlardır diz çöküp gözyaşları dökmekten harap olmuş vaziyette, ince hastalıktan içten içe çürüyor, yavaş yavaş yok oluyordu…
Dalgınlıkla başka bir ara sokağa sapmışım. Sağ tarafta, yükseklerden düşmüş bir ev çıktı karşıma. Çatısı çökmüş, duvarları göçmüş, taban tahtaları enkazla kaplanmış bir harabe şeklinde… Tüm duvarlarından soyunmuş, mahremiyeti kalmamış bir yıkıntı halinde…
Kat kat badanalanan, badanalandıkça derisi kalınlaşan, kabaran yerleri sıvana sıvana sıvana engebeli hale gelen, ağartılmaktan yılındığı için kireci çivit katkısıyla mavileştirilen epeyce geçkin, oldukça çirkin, soluk benizli, kanı çekilmiş hasta ve yaşlı duvarlar birbirlerine bakakalmış vaziyette… İnşa edilirken görüp de âşık oldukları benzerleriyle yıllar sonra nihayet yüz yüze gelmişler ama ne çare ki bu yüzleşme yüzlerce yıl sonra gerçekleşmiş ve hiçbiri o zamanın gençliğini, güzelliğini ve sıhhatini muhafaza edememiş, dişleri dökük, belleri bükük birer pir-ü faniye dönmüş halde...
Kurtuluş Savaşı sırasında iman eden, o günden beri Kaleiçi’nin bu kuytu köşesinde, sallana sallana Hu çeken eski bir Rum evi kırmızı toprak seccadesinin üzerinde huşu içinde… Ancak yarı yeri küudta kalmış, ne yazık ki yarı yeri secdede… Bir iken iki beden olmuş halde...
Secdede olanın iler tutar yeri yok, yüz ifadesi meçhul… Kaidede olanın gözleri mahzun mahzun secde mahalline bakıyor. Yeryüzündeki her yaratılan gibi toprağa… Sanki akıbetini biliyor, hiçbir şeyin kalıcı olmadığını… Derin hudu ve huşu içinde diz çökmüş vaziyette put gibi duruyor. Mahzun bakışları sisli, buğulu, gözleri dolu dolu… Hafif bir meltem şefkatle okşasa saçlarını, yüreği ürperecek… Yanağına sevgiyle dokunsa, ağlayacak!
Sonunda, canları pahasına hasreti bitirmiş, kavuştukları andan beri birbirlerinin yaşlı ve yorgun, feri sönmüş, çukuruna kaçmış gözlerinin içlerinde kendilerini yitirmiş olan yıkık duvarların yüzleri yıpranmış, derileri kavlamış, kabuk kabuk soyulup kalkmış. Ah o asırlardır birbirlerine hasret kalan duvarlar! Kim bilir her birinin bağrında birer hançer gibi saplı duran ne aşklar, içlerini deşsen ne çok acı tatlı anılar var!..
Aşk, bir ıstıraptır, ne yandan baksan. Ya karasevdadır ya da sonu ayrılık ki acısının sökülüp atılması imkânsızdır! Hüzün mayalanır gönüllerde, yürekleri kaplar, iyice yer eder, paslı bir hançer gibi çekilip çıkarılamamacasına! Yılların acısı, kederi kemikleri deler geçer, ta iliklere işler! Gözyaşlarıyla çürüyen mendiller gibi çürütür insanı, mahveder!
Duvarlar da işte öyleydiler. Üstlerinden atamamışlar yıllar yılı akıttıkları gözyaşlarının oluşturduğu kesif rutubet kokusunu. O koku Kaleiçi evlerinin duvarlarının özüne sinmiş bir kere, ciğerlerine işlemiş!
Öyle yer etmiş ki çektikleri ıstırapların hançerleri yüreklerinde, öyle derine işlemiş ki hem de, bağırlarından sökülüp çıkarılırsa, kalpleriyle birlikte ciğerleri de sökülüp çıkacak, onlarla birlikte ne dertleri varsa ağızlarından kan gibi oluk oluk akacak, ortalığa dökülüverecek sanki… Sanki dökülüverecek tüm gizli sırlar, ipi kopan kehribar tespih taneleri gibi takır takır…
Bir dokun, bin ah işit, Kâse-i Fağfur’dan… Bırakın, dokunmayın! Deşmeyin yaralarını! Aşklarını, hasretlerini, acı tatlı bütün yaşanmışlıklarını içlerine gömmüşler, o hançerlerle beraber. Gizemli halleriyle, gizli dertleriyle birlikte gömülmeyi beklemekteler…
Hayatın çoğu sıkıntı, acı, keder, hasret, gam kasavet… Mutlu ömür yok, ömürde mutlu kareler var nihayet… Ayrılıklar, ölümler… Nedense mutlu günlere ait tablolar kalmaz da yıkıntılara dönmüş, dibe vurmuş hayatların duvarlarında, hep acıklı anılara ait resimler ve çoktan başlarındaki taşlara yazılmış ya da yüreklere kazınmış isimler kalır. Hani o bazen torunların aldığı ya da vird edindiğimiz isimler… Ah, o yoğun hüzünlü resimler ve o unutulmayan, unutulamayan isimler!...
İsimler… Ünlü ünsüz isimler… O isimler, ne resimler basmışlardır hasretle bağırlarına: “Can!..” diye diye! Ne yadigârlar saklamışlardır, zaman zaman açıp havalandırdıkları naftalin kokulu ceviz çeyiz sandıklarında… Bohçalara sarılı giysiler, örtüler, çevreler, mendiller, yazmalar, takkeler, tespihler, çerçeveler... En çok da çerçeveler… Çerçevelerdeki resimler ne kadar da önemlidirler! Resimler ve nameler… Ne denli nemlidirler!
Duvarlar… Artık nicedir geçit vermez ayrılıkların insafa gelip aradan çekilivermesiyle birbirlerine kavuşan, gözlerini kırpmamacasına hasretle bakışan karasevdalı duvarlar… Ne acıdır ki asırlarca vuslat ateşiyle yandıktan sonra belleri büküldüğünde, dizleri tutmaz olduğunda kavuşmuşlar. Gençlik, güzellik elden gitmiş, derileri buruşmuş, yüzleri kırışmış, gözlerinin feri bile kalmamış!
Duvarlar… Bağırmış çağırmış, yanmış yakılmış da artık feryat edecek güçleri kalmamış, sesleri kısılmış duvarlar… Yüreklerine gömmüşler dertlerini, üstlerine birer taş basmışlar! Nicedir suspus olmuş, durulmuşlar. Süklüm püklümler... Hiçbir şey söylemezler, ser verir de sır vermezler!
Hele bir çözülse dilleri! Dillerinde ne varsa döküverseler birer birer… Yaşadıklarını, yaşatılanları, gördüklerini bildiklerini, hele hele çektiklerini bir deyiverseler! Bir kez olsun açıverseler sırlarını, havalandırıverseler içlerine attıkları naftalin kokulu anılarını! Birer birer çıkarsalar dışarıya hayallerini, hayal kırıklıklarını… Aşklarını ıstıraplarını… Ölümleri zulümleri… Açsalar ipek bohçaları… Birer birer dökseler ortaya ne varsa… Koklayıp koklayıp öpseler, tane tane bizlere gösterseler!
Ne kadar yaşlanırsa yaşlansın insanlar, bazı duygular vardır aşk gibi hasret gibi… Bazı acılar vardır, ölüm gibi iliklere işlemiş… Öylesine yer etmiştirler ki vaktiyle, asla sökülüp çıkarılamazlar!
Hele aşk! O öyle bir hançerdir ki kalbe saplanır, gönle yaslanır, orada paslanır kalır da can bedenden çıkmadıkça yerinden çıkmaz!
Yer yerinden oynasa, bir milim oynamaz! Kıyamet kopsa kılını kıpırdatmaz! Alaşım olmuştur yürekle. Can bedenden çıksa da… Asla çıkmaz o paslı hançer!
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI - 0010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.