- 761 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DELİ Mİ VELİ Mİ
DELİ Mİ VELİ Mİ
Delinin olduğu yerde veli de çok olurmuş. Bu, aradaki o ince çizgiyi ayıramadığımız içindir.
Evimizin iki sokak arkasında oturan, biz çocukların korkulu rüyası bir Halil ağabeyimiz vardı. Halil ağabey korkusu annelerimizin bizleri dizginlemek için kullandıkları polis amca korkusundan daha etkili bir korkuydu.
Halil ağabey bizlerden belki üç beş yaş daha büyüktü ama dev gibi kocaman cüssesi, kendine özgü konuşması ve davranışlarıyla gözümüzde olduğundan da fazla büyürdü. Onunla aramıza korkumuz kadar büyük mesafeler koyar, yanına yaklaşmaya çekinirdik.
Halil ağabey her gün kapımızın önünden geçerdi. Bazen biz bahçede oynarken iri cüssesiyle kaldırımın kenarına oturur, kırmızı suratının ortasında ayaza tutulmuş baharı andıran yeşil gözleriyle bizleri izlerdi. Zaman zaman da akordu bozuk gülüşleriyle gülüşlerimize tuz biber katarak ortak olurdu.
Vermemiş mabut
Neylesin Mahmut… Misali
Buymuş kısmeti
Yaratılırken adamın
Seyrek dokunmuş sepeti
Süzülerek dökülmüş
Akıl denen nimeti
Ondandır
Tavırlarının sözlerinin
Yanlış isabeti
Bizlere hiçbir kötü davranışı olmasa da Halil ağabeyden çok korkardık. Korkumuzu biraz da ailelerimiz körükleyerek büyütüyordu. En ufak bir hatamızda can kurtarıcı melek gibi ona sarılıp, “Bak Halil’e söylerim” diyerek bizi frenliyorlardı.
İlkokula başladıktan sonra, özellikle dokuz on yaşlarında, akıl sandallarımızla mantık koylarında gezintilere çıkmaya başlamıştık. Arkadaşlarla aramızda Halil ağabeyin bize zarar verecek biri olmadığını, bu güne kadar kimsenin ondan bir kötülük görmediğini, ondan korkmamızın anlamsız olduğunu tartışmaya başlamıştık. Tertemiz giyimli kendi halinde bir insandı. Hiçbir taşkınlığını da görmemiştik. Hatta çarşı pazardaki çirkin amcaların çirkin davranışlarına bile ses çıkarmazdı. İncinen gururuyla utanır başını öne eğer, bazen de yüreğinin acısıyla gözleri bulutlanır, çocuklar gibi ağlayarak oradan uzaklaşırdı. O halde ne diye ondan bu kadar çok korkuyorduk ki?
Bu düşüncelerle korkumuzu yeniyor, Halil ağabeyle aramızdaki mesafeyi her gün biraz daha daraltarak ona yaklaşıyorduk. Karşılaştığımızda “Merhaba”, “Nasılsın?” gibi küçük konuşmalar yapıyor, cevabını anlamasak da yüzündeki gülücükler ve gözlerindeki sevecen ifadeyle yetinip mutlu oluyorduk. Zaten ona erişmenin , korkumuzu yenmenin mutluluğu bize yetiyordu.
Halil ağabey artık tüm mahalle çocuklarının arkadaşı olmuştu. Her ne kadar konuşarak anlaşamıyorsak da onu seviyorduk. Ve bir gün bu sevgiyle bütün mahalle çocukları toplanıp karar aldık. Halil ağabeyi çarşı pazardaki amca ve ağabeylerin çirkin davranışlarından koruyacak, onunla alay etmelerine, dalga geçmelerine izin vermeyecektik. Terbiyesizlikle suçlanarak ailelerimize şikayet edilsek de bu karardan dönmeyecektik. Ve dönmedik de… Halil ağabeyi koruma görevini yıllarca üstün bir başarıyla yürüttük.
Artık ortaokula başlamış, genç kızlığa adım atıyordum. Ailemin uyarılarıyla davranışlarım belli bir disiplin içerisinde değişiyordu. Tepkilerimi uygun bir biçimde belirtmeye çalışıyor, kişilerle yüzgöz olmadan sorunu aileme taşıyarak çözüm arıyordum.
Okul dönüşü veya çarşıya çıktığımda Halil ağabeye yapılan çirkin davranışları içim ezilerek izliyor, akşam babam eve geldiğinde babama bunun haksızlık olduğunu, buna bir çözüm bulunması gerektiğini, bu adamların neden cezalandırılmadığını yakınıp duruyordum. Her defasında da hiçbir suçun cezasız kalmayacağını, suçluların er ya da geç cezalandırılacağını anlatan örneklerle teselli ediliyordum.
Başkalarının sırtına basarak yücelmeye, zayıfı ezerek gücünü ispata çalışan kişilere daima acımayla karışık bir tiksinti duymuşumdur. Yürekleri bencillik tabakalarında yosun bağlayarak körelen bu insanlar, çürümeye yüz tutmuş ruhsuz bedenlerini ayakta tutabilmek için başkalarının zayıf noktalarından yararlanmaya çalışırlar. Duyarsızlığın foseptiğinde yüzen, kendi kendileriyle yüz yüze gelmekten korkan bu insanlar gri bir sis perdesinin ardında korku ve acizliklerini gizlemeye çalışır, bunu yaparken de gurur kisvesine bürünerek kendilerince ayrıcalığı yakaladıklarını sanırlar.
Objektif bir bakışla kendine ve çevresine bakabilmeyi başaramayan bu zavallılar aslında acınacak durumdadırlar.Bu insanları örnek alanlar da kendilerini çıplak ayakla buz üzerinde yürümeye hazırlamalıdırlar.
Yıllar yılları kovalıyordu… Hayatın yaralı çirkin yüzüyle de tanışarak büyüyordum.
Bir devlet dairesinde açılan sınavı kazanmış, devlet memuru olmuştum. Artık devletin koruyucu bir neferiydim. Zaten başıma ne geliyorsa bu koruma ve doğrularda yürüme isteğimden geliyordu.
Yaşam sürecinde doğru veya yanlış her davranışın ödenecek bir bedeli vardı. Yeter ki bu bedel güzellikler adına ödenmiş olsun.
O sabah da daireye gitmek üzere evden çıkmıştım. Evimizin önündeki caddeden sola döndüğümde yolun sonundaki köşede postane binasının yan duvarının dibinde biriken kalabalığı gördüm. Kalabalıktan acılı sesler yükseliyordu. Cenaze var galiba diyerek karşı kaldırıma yöneldim. Çünkü cenazeler her zaman postanenin o köşesinden yolcu edilirdi. Cenaze camiden çıkarılana kadar arabalar ve cenaze sahipleri postanenin o köşesinde bekler, cenaze eller üzerinde taşınarak oraya kadar getirilir, oradan da arabalarla mezarlığa götürülürdü.
Tam karşı kaldırıma geçiyordum ki kalabalıktan Halil ağabeyin o kendine has tarzıyla bağrışını duydum. Kaldırım değiştirmekten vazgeçerek merakla kalabalığa doğru yürüdüm. Cenaze falan yoktu. Halil ağabey avazı çıktığı kadar bağırıyor, oğlu bakkal olan bir kadının satmak üzere aldığı bir kazan yoğurdu dökmesini istiyordu. Kadıncağız “Sabah sabah git başımdan oğlum” diyerek dertleniyor, “Bu yoğurdu dökersem yenisini nasıl alacağım? Gel şeytana lanet et oğlum” diye Halil ağabeye yalvarıyordu. Halil ağabey kesinlikle ikna olmuyor, ayaklarını yerküreyi sarsacak şekilde kaldırıma vuruyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. İllaki yoğurdun dökülmesini istiyordu.
Eli yüzü tertemiz orta yaşlı bir adam kalabalığı yararak kadına yaklaştı. “Bacım bu yoğurdun parası ne kadar? Ben sana vereceğim. Dök şu yoğurdu” dedi.Hemen o an Halil ağabeyin yüzünde gülücükler açtı ve sakinleşti.
Koca bir kazan yoğurt hamalın başından indirilerek kaldırımın yanındaki kanalizasyon mazgalının deliklerine “Vah vah… Günah vallahi”, “Deli işte onun aklına uyulur mu?” sesleri arasında tersyüz edildi. Yoğurt şaşkın bakışların gözetiminde mazgalın deliklerinden aşağıya doğru süzülmeye başladı. Yoğurt süzüldükçe mazgalın üzerinde siyah bir cisim parladı. Bu cisim tahminen elli altmış santim uzunluğunda çöreklenmiş bir yılan ölüsüydü. Bu defa kalabalıktan “Allah Allah… Bu nasıl iş!”, “Hayret doğrusu”, “Bu çocuk deli değil veli” gibi sözler yükselmeye başlamıştı.
Halil ağabeyin sevinç çığlıklarıysa hepsini bastırıyordu.
Ne akıllılar gördüm
Yürekleri hastaydı
Deli denen Veliler
Sevmekte pek ustaydı
Nadiren de olsa Halil ağabeyin annesine uğrar, hatırını sorar gönlünü alırdım. Geçtiğimiz Ramazanda da uğramış onu bulamamıştım. Komşularından öğrendiğime göre Halil ağabeyi bir sene önce Adana’da bir hastaneye yatırmışlar. Hastane ortamına ancak üç ay dayanabilen Halil ağabey oradan da ebedi mekanına göçmüştü.
Koca bir topluluğu, hem de akıllı olduklarını savunan bir toplumu karşısına alarak kendi doğrularında yürümüştü Halil ağabey. Bencil ve duyarsız toplumsa cahil egolarını tatmin etmek, biraz eğlenebilmek uğruna Veli’mize deli gömleği giydirmeyi başarmış, amacına ulaşmıştı.
Şimdi soralım: İnsanı cismen öldürenlere katil diyoruz da, duyguları öldürenlere neden hiçbir şey demiyoruz?