- 610 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ERGENEKONDAN ÇIKMAK
Türk ilinde Türk oku ötmeyen, Türk eli ermeyen, Türk’e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Başkaları bu durumu çok kıskanıyordu. Türk’ü tek başına yenmeye de kimsenin gücü yetmiyordu...
Bir gün birleştiler ve üstlerine yürüdüler. Türkler, çadırlarını ve sürülerini bir yerde topladı, etrafına hendek kazdılar ve beklemeye başladılar...
Düşman gelince vuruşma başladı. Tam on gün savaştılar. Sonunda Türkler üstün geldi. Sonuç böyle olunca düşman han ve beyleri toplanıp konuştular:
“Hile yapmazsak onları yenemeyiz…”
Ve karar aldılar. Bir sabahın tan vakti baskına uğramış gibi arkalarına bakmadan, korku içinde kaçtılar.
O zaman Türkler:
“Bunların gücü kalmadı, bu yüzden kaçıyorlar.” deyip düşmanı kovalamaya başladı. Fakat düşman kalleşti ve hain bir plan içindeydi. İleri bir yerde durdular ve pusu kurdular. Türklerin bundan haberi yoktu...
İki gurup karşılaşınca dövüş başladı ve gafil avlanan Türkler savaşı kaybetti. Kaçan düşmanlar geri döndüler ve yenik Türk’ün obasına yürüdüler. Oradaki malları, çadırları ne varsa her şeyi yağma ve talan ettiler. Büyükleri kılıçtan geçirdiler, küçükleri esir ettiler...
Türklerin hakanı İl Kağan’ın bütün çocukları öldürüldü. Tek bir oğlu yeni evli olan Kayı, bir de yeğen Dokuz ve karısı sağ kalmış, onlar da tutsaktı. Bir yolunu bulup kaçtılar ve tutsaklıktan kurtuldular. Bir de kaçınca kendileri gibi kaçmış olan hayvanlarını buldular. Ama onlar azdı ve dört bir yan düşmandı.
Dediler ki:
“İnsan elinin değmeyeceği bir yere gidelim.”
Ve dağlara doğru gittiler. Keskin yamaçlardan, dar ve zor yollardan geçip sarp dağları aştılar.
Dağların ardında girişi olan, başka da çıkışı olmayan saklı bir yer buldular. Orası güzel ve verimli bir yerdi. Dereleri vardı, çayırları, meyve ağaçları; orada kaldılar. Oraya Ergenekon adını taktılar ve orayı kendilerine yurt yaptılar.
Hayvan beslediler. Etini yediler, sütünü içtiler, derisini giydiler. Hem Kayı’nın, hem de Dokuz’un çocukları oldu. Kayı’nın çok, Dokuz’un az olsa da çoğaldılar.
O yerde çok yaşadılar. Onlar çok olunca, Ergenekon da dar kalınca, geleli dört yüz yıl olmuş ve geldikleri yolu unutmuş olsalar bile bir yol bulup oradan çıktılar ve eski yurtlarına vardılar...
Ve dört bir yana haber saldılar. Eskisi gibi Türk illerinde at koşturdular. Gene Türk oku ötmeyen, Türkeli ermeyen ve gene Türk’e boyun eğmeyen yer kalmadı…
(Ergenekon Destanından…)
Bu destan Göktürklerin Ergenekon’dan çıkıp kurtuluşunu ve yeniden var oluşunu anlatır. Geriye dönüp baktığımız zaman tarihlere sığmamış bir Türk varlığını görürüz. Kültürü, kendine has biçimi, özü, sözü, sanatı, edebiyatı, her şeyi; özellikle de atlı göçebeliği ile tarih boyunca birçok devlet kurmuş, birçok kez yıkılmış ama gene kalkmış ve hep var olmuş, varlığını bugünlere taşımış, dünya var olduğu sürece de geleceğe taşıyacak…
Bilindiği kadarıyla ilk Türk devleti Asya Hun devletidir. M.Ö. 209 yılında Mete Han tarafından kurulmuştur.
Genel anlamda Türklerin küçükbaş hayvancılığa dayanan yaylak ve kışlak arasında yaşanan göçebe bir hayatları vardı. Yaşamları daima somut olmuştur. Bunun sebebi de yaşamlarını doğa koşullarının belirlemiş olmasıdır. Koşullar iyi olursa karınları doymuş, kötü olunca aç kalmışlar. Doğa onlara böyle bir yaşam sununca onlar da kendilerine böyle bir kültür oluşturmuşlardır. Her ne kadar başka kültürlerden etkilenmiş olsalar da kendi kültürlerini genel anlamda bugünlere taşımış; edebiyatta olsun, sanatta, birçok alanda bunun yansımaları vardır.
Devlet yönetimleri de böyleydi. Anlayışlarına göre; eğer ki yaşamlarında refah varsa, tanrı Kut’u, yani kutsal yönetme yetkisini hakana vermiş, açlık ve kıtlık varsa o vakit tanrı Kut’u geri almıştır. İşte o zaman, yani kıtlık olup açlık yaşanınca kutsal yönetim yetkisi elinden alınan hakana itaat edilmezdi. Hakana itaatsizlik, başıbozukluk, kopukluk ve içten zayıflık fırsatçı düşman karşısında acizlikti ki, birçok Türk devletinin yıkılma sebebi budur…
Eski Türklerin yaşamı küçükbaş hayvancılığa dayanan atlı göçebe hayattı. Kültürleri, yerleşik düzen kültürünün özelliklerini taşımıyordu. Mesela çok tanrı yerine tek tanrılı din inançları vardı. Onlarda mitoloji yoktu, çünkü tanrılar arasındaki ilişkileri düşünecek zamanları yoktu. Kölelik yok, özgür bir yaşam anlayışları vardı. Bu kültürde kadını dışlamak yok, tam aksine önemi çok fazlaydı. Kadın hem ana, hem ev işlerinde yönlendirici, genel manada yaşamın içinde etkin bir kişiydi. Fiziki değilse de genelde bir eşitlik vardı. Kadın erkek ayrımcılığı ruh olarak da, mantık olarak da, ahlaki anlamda da yoktu. Çünkü yaşadıkları göçebe bir hayattı ve hayatları doğa koşullarına bağlıydı ve doğanın özünde de doğal olarak bu vardı…
İslamiyet’in doğması ve yayılması ile ilk olarak Araplar, Türklerle bugünkü Türkmenistan topraklarında karşılaşmış.
Araplar o zaman yerleşik düzendeler ve bir dinleri, dine dayalı yaşam biçimleri var. Ve dinlerini yayma istekleri, onun gereği öyle bir gerçekleri var.
İlk zamanda Araplarla Türkler aralarında kanlı bıçaklı bir sürü sorunlar yaşanmış. Sonra asgari müşterekte analaşabilmişler. İslamiyet’i Araplardan öğrenen Türkler, bakmışlar ki kendi dinleriyle onların dini arasında bir benzerlik var; zaman içersinde yavaş yavaş kaynaşmışlar. Ancak Araplar, dinle birlikte kendi kültürlerini de dikte etmeye başlayınca çatışmalar başlamış. Daha o zamanlarda başlamış olan bu çatışma yüzyıllarca sürmüş ve günümüzde de hala sürmektedir.
Mesela bu çatışmaya en belirgin örnek, kadın erkek ayrımcılığıydı. Arap kadını, yabancı bir erkek misafirin yanına çıkmaz, onunla aynı sofrada yemek yemez. Türk kadını ise kendi kültüründen gelen örfüyle, misafir saygın bir kimse ise onunla aynı sofrada yemek yer, bir anlamda ona değer verir ve manen ödüllendirirdi. Eğer misafir namussuz ve iffetsiz ise, işte o zaman onun yanına çıkmaz, onunla aynı odada bulunmaz ve aynı sofraya oturmazdı.
Türkler, değişik sebeplerden ötürü Orta Asya’daki yurtlarını bırakıp batıya doğru göç edince yerleşik kültür olan Arap ve Fars kültürünü tanıdı ve ondan etkilendi. Yalın ve sade, doğal bir yaşamın geliştirdiği göçebe Türk kültürü, kapsamlı ve çok geniş Arap kültürü karşısında tabii olarak gerilemeye başladı. Bir de yerleşik düzene geçmeye, onu benimsemeye başlayınca bu değişim daha da belirginleşmeye başladı. Bu Arap ve Fars kültürünün etkisi zaman içinde o kadar çok artmaya başladı ki, iki Selçuklu devletinin resmi dili türk değil Farsça olmuştu. Hatta o güne kadar Türk isimleri kullanan Türk hükümdarlar; biri Arap, biri de Farsça olan iki isim kullanmaya başladılar. (Mesela Alaaddin Keykubat gibi) Ve bu dönemde Arap ve Fars kültürü iyiden iyiye benimsenmiş, göçebe Türk kültürü utanılır hale gelmiş, halkı yerleşik düzene geçirmek için büyük baskılar uygulanmış ve zorlamalar sonucu kimlik bunalımı, değişim, bir nevi kendi özüne yabancılaşma yaşanmıştır. Bu yüzden o dönemlerde kimlik koruma mücadeleleri yapılmış ve bir sürü de isyanlar olmuştur. (Baba İshak isyanı gibi)
Aynı yabancılaşma Osmanlı devletinde de sürüp gitmiştir. Önce Osmanlı bir beylikken ve yönetim siyasetini göçebe kültürüne göre belirlerken; devletleşme, sonra imparatorluk sürecinde yönetim şekli değişmiş, Selçuklularca geliştirilmiş olan Arap etkili sistem kullanılmaya başlanmıştır.
Hele Yavuz Selim bir Mısır seferi sonucu halifeliği alıp Osmanlı hanedanlığına getirince bu değişim iyice ivme kazanmış, yol o şekilde çizilmiş.
Halk bu değişime direnmiş, zaman zaman isyan etmiştir. Bu direnç, bu isyan; Türk insanının kendi toplumsal dokusunu bozmaya yönelik yapılan baskılara, zorlamalara karşıdır. Özüne karşı yabancılılaştırılmak isteğine karşıdır. Kendi kültürüne, benliğine, var olma sebebine, yaşamının anlamına karşı, gözü, kulağı, özü, sözü, yüreği için.
Aslında değişimin temel felsefesi, İslam’ın ümmet anlayışıdır. Yani bütün Müslümanları tek çatı altında toplamak...
Bu anlayışa tarihte hiçbir Arap uymamış, bunu hiçbir Arap uygulamamış. İlk kez Emeviler, Arap olmayan Müslüman toplulukları (mesela Türkler, İranlılar…) egemenlikleri altına aldıkları zaman İslam olmalarına rağmen onlara ikinci sınıf muamelesi yapmışlardır.
Hani İslam’ı yayan Arap’ın ümmet anlayışına ne oldu? Ama koca Osmanlı, hele hele halifelik getirilip hanedanlığa teslim edilince tam tekmil İslam’a hizmeti bir görev edinen yüce padişahlar büyük bir çaba içinde, belki de saf ve temiz yürekle, yani Osmanlının bütün çabalarına rağmen (Ümmet anlayışı için) Arap hep Arap kalmış, Türk ise kendi kimliğini kaybetmiş.
Bu çerçeveden bakıldığında, yani tarihin bugüne yansıması; Araplardan alınan bir kültür, onlardan bir din ve belki de Osmanlı padişahlarının (din adına) ümmetçilik uğruna iyi niyet ve temiz yürekle yaptıkları mücadele ve sonuç olarak müslim Arapların (1.Dünya Savaşı sırasında) Osmanlıya yaptıkları ihanet, arkadan vurma, yüzlerce yıl uygulanmaya çalışılan sistemi çökertmiş. Bu başarısızlık sonucunda koca imparatorluk çökmüş ve sonuç olarak da ne yazık ki enkaz altında Türk insanı kalmış…
1.Dünya savaşından sonra son Türk devleti olan Osmanlı devleti; kendisini bu devletin (imparatorluğun) bir parçası olarak görmeyen bütün topluluklar imparatorluktan ayrılmış, devletin asli unsuru Türkler, şartları çok ağır bir anlaşmayla yaşamak, ona katlanmak zorunda bırakılmıştır…
Koca imparatorluk küçülmüş de küçülmüş zaten. Sadece Anadolu içinde kalmış bir karış toprak da çeşitli bahanelerle işgal edilmiş. işgalcilerden yüz bulan içerdeki ayrımcılar şımarmış ve ayaklanmış.
Türk insanı aç, susuz, bir de esir gibi sefil, tek umutları yüzlerce yıllık geçmişlerinden gelen gelenekleri gereği hanları, padişahları ama o da İstanbul’da kendi çıkarı için korkmuş, tırsmış ve bu sayede düşmanla işbirliği içinde…
Ve özgür Türk insanı çaresizlik içinde!
İşte bu şartlar altında ve bu koşullar çerçevesinde Mustafa Kemal, 1919 senesinin Mayıs’ında milli mücadeleyi başlatınca; tabii ki o, tartışmasız büyük bir askerdi ve sayısız savaş deneyimi ve bir Afrika ülkesinde yaptığı mücadele deneyimi vardı.m Ve akıllı arkadaşları, çok değerli dostları vardı.
Gezmiş, görmüş, okumuş, dinlemiş. Dünyada yaşanmış devrimleri incelemiş, değerlendirmiş. Öyle engin bilgisi, geniş ufuklu bir dünya görüşü vardı.
1776 da yapılan ABD devrimindeki cumhuriyetçilik, 1789 Fransız devrimindeki özgürlük ve eşitlik, 1917 Sovyetindeki insani devrimcilik. Bu ve var olan yaşanmışlıklarda geliştirilmiş olan gerçekler…
Osmanlının güçlü olduğu dönemde Avrupa devletlerine yaşattığı kapitülasyon ve sonra kendisinin yaşadığı kapitülasyonlar. Ta ki 93 yılında yaşanan Köktürk olayı ve Ergenekon. Ve vatan ve millet sevgisiyle dolu mangal gibi bir yürek. Akıl, zekâ, çalışkan bir dimağ. Velhasıl kendine has bir sürü üstün yetenekler…
Türk insanı Anadolu’da, yani yeni bir Ergenekon’da birlik olmuş hile yapan düşmanlarca sıkıştırılmıştı. Lakin elbet bir çıkış yolu vardı. Kaç bin yıl önce bu insanlar Ergenekon denilen yerde sıkıştırılmış, tek çıkış yolu da kapatılmış ama bir demir dağını ateşler yakıp eriterek kendilerine bir çıkış yolu yaratmış ve dört yüz yıl sonra oradan kurtulmuşsa, bu muhasaradan kurtulmanın da bir yolu vardı…
Bir devrim yapmak şarttı. Ve o, bunu yaptı. Belki parası, altını, belki ak akçesi, belki uçağı, gemisi, topu, tüfeği yoktu ama inandığı milleti, onların demir bileği, yüreği, tarihten gelen geleneği, göreneği, düşmana boyun eğmeme özelliği vardı. Önce onlara, sonra kendine güvenerek bu mücadeleyi başlattı.
Başlattığı bu savaşı da askeri bir zafer ve toplumsal bir dönüşümle noktaladı. Türk insanı bu savaşa ümmet olarak girdi, millet olarak çıktı. Kendisine yepyeni, modern bir devlet kurdu. Modası geçmiş ne varsa hepsini sildi, süpürdü. Yeni devletin içini her alanda yaptığı bir sürü devrimlerle süsledi.
İşte Atatürk devriminin özelliği buydu ve dışarıdan yapıla değerlendirmeye göre yapılanın dünyada bir benzeri yoktu. Onlar buna Kemalizm adını koydu.
Neydi Kemalizm?
Neydi Kemalist devrim?
Gerçeklere dayanan, evrensel ağırlıklı, geleceğe yönelik, birbiriyle uyumlu amaçlar, uygulamalar ve ilkeler bütünü; bu içeriği ile yeniliğe açık devrimsel özelliği ve bütünlüğü olan, birbirini tamamlayan bir düşünce dengesi ya da bağımsız ulusal devleti, ulusal egemenliği, kişi özgürlüğünü, her çağda çağdaş olmayı amaçlayan, usa ve bilime dayalı öğreti…
Kemalizm özgün siyasi bir öğretidir. Din aldatmacılığına karşı, ırkçılığa, sınıflara, barışçı ve insancı, saldırı ve sömürüye karşı, milletler eşitliği prensibi ile eşitlikçilik… Millet deyince birçok konuda birliktelik ama alt unsurda din ve ırk birlikteliğine hayır…
Geçmişe şöyle bir yolculuk yaptığımızda görürüz ki, Türk varlığı kendi kimliği ile ne kadar başka kültürlerden etkilenmiş olsa da kendine hası ile asla hainden ürkmez, kimseye boyun eğmez, göğsü hep ilerde, dimdik duruşu, sarsılsa bile yıkılmaz, asla ayaklar altında kalmaz.
O şahane heybetiyle kaç kere devlet kurmuş, kaç kere acz içine düşüp yıkılmışsa da (aslında yıkılmamış, sendelemiş) gene ayağa kalkmış, yılmamış, gene devlet olmuş ve tarihler boyu hep var olmuş ve hiç kuşku yok ki, dünya var oldukça var olacaktır…
Düşmanları hep olmuş, gene olacaktır. Pusular hep kurulmuş, gene kurulacaktır. İçte ve dışta, savaşta ve barışta hainler hep olmuş, gene olacaktır. Ama Atatürkler de hep var olacaktır!
Hainlerin, teke tek değil de birleşip saldıran kalleş düşmanların sonu tarihteki atalarının sonu gibi olacaktır…
Türk illeri geçmiş zamanlardaki gibi gene baskınlara uğrasa, hile ile yenilmeye, yok edilmeye çalışılsa, bir gün gene, Ergenekon gibi dar bir yere hapsolunsa, orada bilmem kaç yüz yıl kalacak olsa da gene demir dağının yedi yerine yedi ateş yakacak, ateşi yedi körükle üfleyerek demir dağı eritilecek ve bir yol açıp oradan çıkacak...
Buradayım diyecek gene. Ve gene Türk ilinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen ve Türk’e boyun eğmeyen tek bir hain kalmayacak…
19/Temmuz/2008 Lüleburgaz
"milliyetçilik ve ülkücülük bu günün devlet bahçelisi değildir. milliyetçilik de salt sağcılık değildir. size düşman gibi gösterilen solculuk da aslını inkar etmek değildir. gerçek ülkücü kardeşlerime sevgiler..."
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.