- 1502 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'kocakarı imanı'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bir gün eğilip baktım ki, oradasın. Hakikat dediklerinden uzaklarda. Oysa toprağa ve ellerime yakındın. Gergin saç tellerimden çıkardığım bağışıklıklar çok kesirliydi. Sonra hiç bırakmamıştı onlar beni. Ellerim büyük istikrarsızlık sonrası bile benimle kalmıştı. Hani sen diyorsun ya ‘duygular ve aşk geçer de hemen’, oturup konuştuğumuz o ilk gece içini boşaltıp gözlerimi sana sunmuştum. Bana kalanıyla ağlamışım, üzülmüşüm, sevmişim... Şuna az üzülme der misin lütfen?
‘Benim okuduğum bana kalır’ da ne demek? Hoyratça şu sözlerin, beni üzüyorsun. Çok üzüyorsun. Hem öyle üzüyorsun ki, bir daha hiç üzülmeyecekmiş gibi hissediyorum. Bir film açıverip, çayımı yudumluyordum. Tütünümü de sarmışım, ne zevk ama! Püfür püfür dumanı, odayı dolduruyor. Kokuyor perde, dolaplar, halı, hırkam, elimde tuttuğum cam bardak, çayım, dudaklarım, bıyığım. Sevmiyorsun demek bıyıklarımı. Olsun. Ben seviyorum bıyığımı. Ara ara ön dudağımı dişlerimle ağzımın içine çekip, dilimi çıkarıp bıyıklarımı yalıyorum. Ne zevk ama! Bilemezsin insan yalnızlığa alıştığında ne türlü zevkler üretebildiğini! Fakat neye üzüldüm biliyor musun? Ben kendimi geliştirmek için bazı geceler sabaha kadar uyumayıp okuyorum. Sen bunları hor mu görüyorsun şimdi? Kendimi öne sürmüyorum burada, bilgiden bahsediyorum; hor mu görüyorsun bilgiyi? Hangi akıl senin için daha önemli? Şuradakiler; şu siyasi yolda ilerleyenler. Şunlar. Evet, biraz da öte de bunlar. Biraz da şuradan. Çok satanlar. Neden? Bu kadar insan değer verip, okuyorsa ve çok satıyorsa demek ki değerlidir! Kuzum, senin gibiler hala yaşıyor mu? Oysa benim eşekliğim, senden çok var. Senin gibi o kadar çok ki, ah canım, güzel yüzlüm, dudağının üzerinde duran benine elmaslar değişmem de bu ne demek şimdi? Az akıl fikir ver Allah’ım! Ne olur! Ne olur Allah’ım!
Hayır, hayır bir saniye durmalıyım. Çöp tenekesinde inleyen kedinin bakışları beni ilgilendirir. Bu ara daha yalnızım. O kadar yalnızım ki, her geçen gün beni gözleyen kedilerin sayısı artıyor. Bazıları uzaktan hayran hayran bana bakıyor, bazıları kucağımdan inmek istemiyor. Varsın pisletsin patileri pantolonumu. Nefret ediyorum şu pantolondan. ‘İyi giyinin, ütülü olsun kıyafetleriniz, gömleğiniz beyaz ve şık olun!’ Ne için, kim için? Pespaye bir adam olmayı tercih ederim. Sizin bakışlarınız, sizin güzelliğiniz yerin dibine girsin. Girsin ve siz de onunla beraber toprağın içine girin.
Demek bunlar seni sıkıyor. Şiirler, öyküler ve romanlar çocuklar için öyle mi? Yok, hayır tam olarak böyle söylememiştin. Ne demiştin, süslü cümleler beni sıkıyor. Ben direkt kurgunun içinde olmak istiyorum. İşte ihanet, bana ihanet, şahadetime ihanet! Ben süslü cümlelerle yalvarıyorum Allah’a! Her ne dersen de, bir zahmet sana göre olmuyorlar. Beni incitiyorsun. Aşk, sıska bir güreşçi gibi yoğuruyor boşlukta zamanı. Yaprağın kaçıncı düşüşü yokluğa. Olmuyor, geçmiyor yazgı isteyebildiğinden daha şehvetle.
Bana katıl. İyi biliyorsun omuzda ağlamayı. Bunlar bir pembe diziden aşırılmış renkler. Kendinde çalarken nasıl da ana dolusun, sıradan, kocakarı. Sana ne demiştim ben, bizim en büyük eksikliğimiz insanların hayatlarının her anında sahip olabilecekleri akla sahip olmamaları. Çağ olarak öyle bir çağdayız ki, bir çöpçü, bir işportacı filozof olabilir. Bunu dediğim zaman manasızca bana bakıp, gülmüştün. İçinden ‘ne diyorsun be adam’ dediğini iyi biliyorum. Sonra sana eski zamanlardan bahsetmiştim. Sonra kocakarı aklından/ imanından bahsetmiştim. Anlamsız bakışların açık sulara açılmıştı. Basit haliyle Kant’ı günümüze uyarlamak isteğim karşısında, ‘evet duymuştum ben o adamı, filozoftu değil mi’ demiştin. Kant ‘a priori’ derken, benim onu Anadolu’daki kocakarı aklına, saflığına benzetmem karşısında ‘iyice delirdi bu adam’ diye bakınmıştın. Ampirik olan bilgiyle, a posteriori olanıyla bazı açıklamalarda bulunmuştum. Kant’ın mutlağından matematikteki mutlak değer problemlerine gelmiştim. En son peçetenin üzerine mutlak değerli bir dört işlem sorusu yazmıştım. İşte karşımdaki güzel bayan, zamanın skeptisizmi üzerine tezler yazdıracak bayan bana hayret ediyordu. İşlemi çözüp, sana gösterirken; be hey kocakarı, daha yirmi biri yaşların, kaç uçluydu dilin? Bana yarın ne yapacağımı sordun. Eğer müsait olursam, bankada işinin olduğunu ve benim için sıra alıp alamayacağımı sormuştun.
Su aynı ama şişesi, peti zamlandı. Peki, öyle olsun. Her şeye zam gelebilir. Kimin umurunda? Ha, gün gelir işin içinden çıkılmaz bir duruma gelinirse o zaman ahlar yükselir, sonra kafalar duvara vurulmaya başlar. Böyle böyle kaç ahlakı ölesiye temennileriyle katlettiler? Gitgide her cinayet sonrası yalnızlığı evlat edinince ben geçmişimi özlüyorum. Bana bu duvarlar ağır geliyor. Kitap gelmiyor; kitap yok. Duvarlar da kaç çeltik atılmış, sayamıyorum. Bir adam, gardiyana benziyor, ‘duvara dokunmayın’ diye bağırıyor. Herkes birleşse, o gardiyan kılıklı adamı alaşağı edemez mi? Sarılıyorum, sıcak suyun geçtiği boruya sarılıyorum. Kazandan gelen sıcak su borusuna yüzümü sürüyorum. Saçlarımla boruyu okşuyorum. Burnum, dudaklarım değiyor. Ellerimle iyice sıkıyorum. Kırmızı kitapların arasında kaybolmuş gençliğimi anımsıyorum. Orada kalmışım. Arkadaşların evinde kireçli bir balkon duvarına uhrevi duygular saklamıştım. Onları kimse sevmiyormuş. Neden? Namaz kılıyorlarmış. Toplanın arkadaşlar, akşamı kılıyoruz. Herkes meleğe benziyor diye düşünüyorum. Bembeyaz cübbeler üzerlerinde. Safın arasında bir ben yabancıyım. Kargo pantolonumun yan cebinde cüzdanım kabarık. İçinde atmaktan üşendiğim kağıtlar var. Para çok az. Sıkıntı büyük. Borç kapanmazsa başım daha çok ağrıyacak. Ne takıyorsun şimdi borcu kafaya, namaza odaklan. Allahu ekber! Zulüm zinciri eskimemiş, taptaze, şuracıkta duruyor. Allahu ekber! Zafer, zafer diye bağıran Müslümanlar, sizin özlediğiniz günler hangi zamanın? Ne Ebubekir’i, ne Ömer’i bilirsiniz siz. İçmek üzere iken bir bardak soğuk suyu, hıçkıra hıçkıra ağlayan Ebubekir sizin için ne zaman idol oldu? Allahu ekber! ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku!’ Gelin okuyalım. Hem kitabı hem de tabiatı. Okuyalım. ‘Allah’ın birliğine ve senin O’nun resulü olduğuna iman ettim’ diyen Ebubekir gibi okuyalım. Allahu ekber! Sizin âlimleriniz, hocalarınız kırk yıl çileye çekilseler, yine de o Ebubekir’in bir günlük imanına denk iman ortaya koyamazlar. Allahu ekber! Kimseyi yok yere yüceltmiyorum. Beni tanımıyorsun. Sen de tanımıyorsun. Bana adaletten bahsetme! Kahretsin, parmaklarımı kırın diyorum. Kırın şu işe yaramaz parmaklarımı. Sizin âlim diye prim verdikleriniz zevk ile temaşa ettikleri şu dünya hayatından geriye eşek gibi ahrete ne taşıdılar? Varsa gerçek hoca, onu da siz taşladınız. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Zeynel, Sa’d, Musab, Abdurrahman, Talha, Zübeyir aşkına! Şimdi iman tazeleyin. Geç değil. ‘Üzülme, Allah bizimledir.’ Allah’ım sen kiminlesin? Senin izini sürenlerle değil misin? Sabrımı sınadıkları yetmiyor gibi beni değil hakikati incittiklerini düşünüyorum. Öyle söylememeliymişim. İşte, bu zaman sizin mağaranız. Yedi uyurun uykusunun hikmetinden sual olmasın, şu uyuyanlar Allah’ım, ne çare, nasıl, metot nerede? İrşat kimin ihlâsında şimdi? Ben niye böyle konuşuyorum. Sustur beni kocakarı. Sustur. Dünyaya dönelim. Mürted olmaktan bile çekinmeyiz ki, yediğimiz haram, içtiğimiz haram. İşte Müseylemetü’l-Kezzab bizim içimizde yaşıyor. Gözü yaşlı, gönlü hüzünlü, sesi kısık, es Sıddık; senin dediğin gibi değiliz. Ne emirül mü’minine yakışır tarzımız, ne de bir başka türlü. İbadeti sakat, mahvolmanın eşiğinde debelenip duran biçareleriz. Herhangi bir yericinin değil, kendimizden bile korkup da, hakkı söylemekten çekiniyoruz da hala hayırlı olduğumuzu sanıyoruz. Varlığımız hayır olana ihanet. Hesaba çekilmeden hesapsız kalan kullardan oldukta, imanın gölgesi bile mumla aranır bizim sokağımızda.
Nereye gidiyor bu tre böyle? Şu koku onun aynısı. Soğuk duvarların etrafında nöbet tutuluyor. Soba dinmiş, sonra hiç bırakmadığın alışkınlıkları kilitlediğin şu göğsün. Ne hoş kalkıp iniyor. Ben fiyakalı şahsiyetsizliklerin zamanına denk geldiğim için özür diliyorum. Rüya görüyorum. Bölünmelerim ödünç erkekler sığdırıyor tribünlerin gerisine. Orada bir merdiven var ve hepimiz oradan çıkıp gideceğiz. Sen çıkageliyorsun karşıma. Şahsi fikrim biz onlarla beraber gitmemeliyiz. Orada sevişeceğiz sabit çeliklerin özgüvenleriyle. Ayıramayacaklar bizi. Metal kokarsa koksun. Ağlayarak çok sonra, bana diyorsun ki, kurban ettiğin yılların hesabını soracağım. Bana diyorsun. Bunu bana diyorsun. Bir araba içerisinde filozof olmayı kabul ediyorsam bu vaha derdi. Azizim, dostum, can dostum, Yunus’um. Sen benim görmeden bildiğim, candan sevdiğim Allah’ın sevgili bir kulusun. Ben senin niyazında hoş oluyorum. Yalvarışında el açıyorum. Seninki şiir değil, seninki dünya adına değil, bir başka, bambaşka. Ne yazık şimdi seni anlayanların veyahut tek beytini ezberden bilip okumaya başlayınca seni anladıklarını sananların zamanı! Ben öyleyim. Sen demişsin diyeceğini; kim Allah’ın lezzetinden canı tat almaz ise, yürür bir cansız suret, âlem halinden gamsız.’ ‘Bir kez gönül yaktın ise bu kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.’ Allahu ekber! Gençler, okuyun, okutun. Hakiki okuyandan zarar gelmez. Aç kitabı Hasan’ım, bir lahza oku, sonra sus, anlayalım. Bal gibidir şu cümle âleme, pervaz edesi gelir cihanın. Şehriyar düşman olsa ne fayda, iman tahtında köle Bilal bay olur. Dağ içindeki cevherin dermanı bu aşkta. De Yunus’um, erenim: ‘Hocam âşık olanların işi ah ile zâr olur, hasretinden ol maşukun göz yaş ile pınar olur. Kendimi uyuşturucuya emanet ediyorum. İt gözlerime failini. Haydi kocakarı, yirmi birinde, ücretli cehennem kapılarına çok zahmetli fuhuşlar aranıyordu. Kaybolmanın uyuşturduğu bir rol seçiyorum. Saati gösteriyorum. Daha ne kadar sürecek bu heves? Parmağımın ucunda terliksi hayvan bölünmekten bölünmeye fark diye açıklıyor yavaşçana arkadaşı amipe. Kurban olduğum Rabbim burada şuurlu bir ataerkil töre buldurmuş insana. Yavrum, otur şuraya dinle beni ki dakika!
Sen, sen bir şey gibi, toplam da gölge bir güzellik. Bakmaya ne hacet, utanır insan. Karmaşa savaşçısının elindeki aynaya bakarken seni buldum. Aynı duyguların vatandaşıyız. Evet, geçiyorduk buraları ve aşkı, daha çok severken buluyorduk, anladım. Yak bir sigara. Kutusu mavi, çakmağın yeşil renkte, dumanlar içindeyiz. Cenaze çıkıyor gibi çek içine dumanı. Bazı bazı erkekler ve kadınlar iyi bilirler ölümün öğrencisi olduğumuzu. İşte öte de kabir! Üç halden bir hal beğen. İmanınla sana cennetten bir köşe olsun ister, istersen de inan yalnız ahrete ama dalalet ve gaflet içerisinde dünyada eğlen dur ve kabir sana olsun ebedi bir hapis. Demeyeyim üçüncü hali. Hal ki, yaman, bi dedirtmegil, tiryak sun bana. Bana acı tütün, demli bir çay bırak. Sonra gözlerini. Ne kadar da gençsin! Altında ezilmeye razı geldiğim şu mitralyöz gibi ellerini bırak. Bundan ibaret bütün isteyeceklerim. Beni heykel sanma. Biraz aşağı, biraz daha ve kantaron yağına kekik döküp ekmek banacağız. Huzurla deccala bakabiliriz. Bu kabulü olmayan dualardan ölüme kadar çok var.
Başkalarına ne söylenir bilmem, içim yanıyor. Derdimi kıyamet ötesine taşıdığımı sevinçle haykırsam, sevincime yara tazelerler. Eyüp değilim. Eyüp’ün içi tertemiz, pak gibi, benim için cehennemden bir köşe. Binlerce kat daha beter halim. Bil halimi. Dinliyor musun beni? Beni dinliyor musun? Sana diyorum. Uyudun mu? Yoksa gerçekten uyudun mu?
Allah’ım, din burada mübîn, insan nefsine düşkün bir hayvan. Affedilir bir yanım da yok. Müyesser kıldığın zamana sövemem lakin hoşnut olacağın gibi, başkalarına, biraz da başkalarına, ateşten daha başka şu yürekte yanandan… Ah, içim yanıyor! Birbirine aldanan ve birbirine bilenen koleksiyonlar gibiyiz. Şeytan ne istikrarlı bir memur. İşini ne düzgün yapıyor. Asla yorulmuyor. Ücretini bile bile haddinden fazla çaba gösteriyor. Ya şu nefis? Cahil adam nefse şeytan diyor. Şeytan duyunca bunu adama gülüyor. ‘Bre beni kendinle ne bir tutarsın! O senin kendin, sana ait. Ben seni kandırırsam, nefsini de kandırmış olurum. Ha, düşmanım olur, safi bir nefse sahip olmak istersen de, uzak dur benden. Canımı yakıyorsun.’ Adama tane tane anlatıyorum. Anlıyor. Bilmediğinin farkına varıyor. Üzülüyor. Ben daha çok üzülüyorum. Hem kendim, onun için. Şeytanı da kimileri oyuncakçı dükkânında içi elyaf dolu korkunç görünümlü bir ayıcığa benzetiyorlar. Benim gözyaşlarımdan çıkanı ezberlemiş, kız sana diyorum. Kabahat seni korkunç bir kuvvetle seven de. Bir başımı kaldırıp baktığımda, sen orada olmayacaksın.
Dostlarım, ulularım Yunus ve Akif merhaba! Dünya uyudu. Kocakarı yirmi birinde ne acıları test etmiş de, bana kendinden bahsediyor. Severim ben hem onu candan. Yalnız benim halim yine perişan. Kendi kendime deli olur dolanırım. Karşılık bulmam, virane soylu kentler gibi acırlar halime bilenler. ‘Kardeş, etme, eyleme!’ Sokağımı ateş almış. Ne yapayım? Yazıyorum, yazık! Konuşuyorum, daha bir yazık! Sus bre, bir sus, hakikate ram ol kurtul! Canlarım, kitaplarım. Kocakarı hor mu görmüştü onları, onlar bir başka canlar, evlat gibi, üst üste, yan yana, bakayım hele yüzünüze, bana cesaret verin. Sizleri ne çok seviyorum bilirsiniz. Ara ara bazılarınızı alır, okşarım tenini. Öperim kimi zaman da. Açarım sayfalarınızı, tek tek okurum. Altını çizdiğim yerler bir başka gelmiştir. Sonra başka yerleri daha çizesim gelir. Sizler de olmazsanız bu karanlık gecelerde ben tek başıma ne yapacaktım? Dünya çoktan uyudu. Güzel yüzünü veren Allah’a hamd olsun ama ben onunla hemhal olamıyorum. Ne yapayım? Büyük bir katliam başlamış, sürüyor, durmuyor. İçim yanıyor. Pencereden dışarısı daha bir hoyrat, burada kalmalıymışım gibi uzun bir süre. Burası mağaram. Perdeye dokunmasın kimse. Onu yakacak biri varsa da benim. Gökyüzünü görmek istediğimde göreceğim. Yalnız olmayacağım. Yunus’um, Akif’im sizi en içten dileklerimle anıyorum. Ölü yıkayıcıların en imanlısını şuraya getirin ve koyun. Ondan ders alacağım var. Bana biriniz Furkan’dan açıp okusun. Dinleyeyim. Huzur. Rikkat şu dakikalar da ne amansız bir koşucu. Aman biraz sakin. Dinsizler ve dini merasime inanmayanlar için ölümün pek manası yok. Yorganım şuracıkta. İçine girdiğimde öldüğümü düşünürüm bazen. Ne kadar yalnız, ıssız ve soğuk! Etimi parçalayacak hayvanlara selam olsun! Sizi bekliyordum yıllardır. Gözlerimden başladı biri. Sonra dilimi yedi. İçime giriyorsunuz. En kararlı olanınız kalbimden başladı yemeye beni. Yiyin, afiyet olsun. Koca bir dünya boş bir ömür yaşamışım, ne yaradı bu organlar, hangi hakikat için dilbeste oldu? Suale geç kalmamış meleklere de selam olsun! Konuşamıyorum, sessimi alamıyorum. Neredeyim? Allah’ım, bu acı, şu soluksuz debelenişlerim ve üzerime geliyor toprak. Kurtarın beni, kurtarın, ne olur kurtarın! Yâ leyteni küntü turâbâ! Olmuyor, topraktan var olan şu beden toprak olsa da, ruh olmuyor. Çekeceğim acılar için de diyebilir miyim merhaba? İnsan insafı bilmeli de öyle yaşamalı. İnsafsız olduğuma yanacak zamanı nerede harcadım? Neşesiz, hevessiz, heyecansız, günahların sarmaladığı bir mahlûkum!
Tanıdığım için değil ama ne olur siz de arayın diye söylendim bir süre. Huzuru, gamı, tasayı, gerçeği, derdi, acıyı… Başka, çok başka yerlerde arar oldular. Kendimi kaybettim. Sonra, daha sonra aramak için bile direnmedim. Bir kayıp ki, ne huzurum kaldı, ne gerçeğim, ne derdim. Duyduğum acının bile kaybolan bana ait olduğunu unuttum. Gafil oldum. İmanında sabır ve sebat olmayan, kültürü, aydınlığı hor gören insanlar tanıdım. Yıkıldım. Bir kat daha çöktüm. Yerin dibinden yüzümü çıkarayım dedim, ‘yüzü ne fenaymış’ dediler. Yüzüme ağlamak istedim. Bir sürahi içerisinde su olmayı beceremeyenler, denize küstü. Talih tarihsizlerin yüzüne baktı da bir süre, şanslı saydılar kendilerini. Yalan dolanla işleri olanı dinlediler. Eyvallah, tastamamdı her şey işte. Ne güzel yürüyordu işleri! İsteyen istediği gibi davranmaya başladı. Cehdini unutanlar için büyük imtihan geldi, kapısını açtı. Girenler önce feryat figan ettiler. Dinledi hepimiz. Sonra daha çok insanı aynı kapıdan içeri sokmaya başladılar. Daha bir sustuk. Kimileri küfrü ağzından eksik etmedi. İman bir başkasına küfür etmekle çoğalıyor sandılar. Vartaların en sarsıcı olanına, hakkın belalısına, zamanın imtihanına sürüklendiler. Ben yandım. Açtım ağzımı dua diye. Bir şeyler geveleyip durdum. Hakkı hakkıyla söylemekten uzakta, kendi kendine konuşan bir deli olmaya başladım. Akılsızlık, ahlaksızlık arttı. Ziyadesiyle kinle büyüdü koca bir yığın. Ne hain bir damga, kinle arkadaş oldu cenahlar! Hak divanına kalmış figanlar işittim. Dostlar bildim yıkılmış, tanıdım, sarıldık, can olduk, candan konuştuk. Ayrılırken daha bir hüzün çöktü içimize. ‘Biz yalnız kaldığımızda da dost olarak kalacak mıyız’ diye sordum. ‘O ne demek’ dedi, ‘biz hep dostuz.’ İnanmak istedim. Yalnız kaldım. Daha bir yalnız, şu mağaranın camlarından dışarıda insanlar bildim. Vardılar. Mağaranın kokusuna alıştım. Su içtim. Geçmedi içimdeki hararet. Buradan, şu mağaradan gül dağına çıkılır dediler de, vardım, gül dağında gül aradım da, ne gül buldum ne gülecek bir dost.
İçim daha bir başka. Esir bir kuş gibiyim. Bağ mı yanlış, zaman mı, mekânlardan öte bir mekân mı var; mevsim kışta ben mi hayret ederim kendime? Kuşun ötüşü ne zamansız derler. Çirkin sesli mübarek kargalara rağmen, ötmekten beri dursaydım, kendime ihanet etmiş olmayacak mıydım? Ya Rahim, sevgili en yüce kulunun aşkına, ölmüş olmasın bahar. Biz, bir kez daha, o baharı bilelim. Kış yamandır, hem de ne yaman, divanen olmuşların notasını ezberlet bize. Her kim o notayla ötüverirse, hoş olsun kalplerimiz.
Ah kitabım, güzel kokulu kitabım. Seherin yumuşak ve billur seyrangahında yola çıktım. Sensin elimde olan. Kokun hüzünlendirdi yine beni. Ağladım, ağladım. Allah acıdı. ‘Sırrım her bir yanınızda’ dedi. Sembol olan takva, zirveler taşır mı seni yoksa yeryüzünde sağlam adımlarınla gezer misin? Duayı kanat yapmış uçuşan dudakların buruk kalpleriyle semanın ortasında parıldayan ışık dağıldı. Girdim. Dünya evinde Allah evine yolum düştü. Kapıdan adımımı attım. Bir Cuma vaktiydi. İştiyakım yoktu çok durmaya. Vaaz vaktiydi. Az kalmıştı ezana. Vaiz’in berbat bir dili vardı. Lafları ağzında geveleyip duruyor, iğrenç ses tonuyla, mikrofona yaklaştırdığı ağzıyla ayeti örnek göstererek önem verilmesi gerektiğine inandığı bahsi sürdürüyordu. Hatice’siz kullar buradaydı. Sahabesi olmayan ümmet kalabalık bir yalnızlıktan öte durmuyordu aynı mekan içersinde. Ali nerede dedim? Yalnızlığın yücelttiği, hakkın savunucusu Ali nerede dedim? Ali neredesin? İlmin padişahı neredesin? Ne ilginçtir Hüseyin kula ağlayanların başında duran resmi görevliden farkı yoktu vaizin. Cebine doldurduğu para vardı. Anlatıyordu bir şeyler. Asla kalplere inmeyecek bir şeyler. Adlarının ahirinde yığınla hazret konulacak insanları anma bozuk ağzım! Şu vaiz ne yaman. Ya hocaya ne demeli? İmam efendi, hutbe okuyacak birazdan. Sonra namaz kılıp çıkacağız camiden. Dışarıda yaşlıca bir adam ‘yazıklar olsun, yazıklar olsun bunlara. Hala gusül nasıl alınır, yok sadaka böyle iyidir konuşup duruyorlar. Nerede kul hakkı efendiler, nerede? Hani söyleyin yalana, kine, kul hakkına, hırsızlığa ait bir şey deyin, nerede efendiler, nerede’ diye bağırarak yürüyordu. Döndüm arkaya, yüzüne baktım bir süre. Hem yürüyor hem de adamın yüzüne bakıyordum. En son bana baktığını fark ettim. Başımı iki yana sallayıp, elimi havada dolandırdım. Acı acı gülüştük. Acı çekerek Müslüman olduğunu söyleyenin, başka bir insana lanetler yağdırdığını anımsadık. Aynı ırktan değiliz diye nasıl hayvani duygularla kin beslediğimizi, hatta dinsiz diye kendimizi kibirle yücelttiğimiz aklımıza geldi. Neydik, nasıldık? İman güçlenmediği müddetçe hangi söz bir insanı başka bir insandan kendini büyük gösterebilirdi? İmansızlık işte, güçlenmemiş imanda baş gösteren, hastalık gibi süren o kibir. Mürtet ve münafıklar için her daim yanlarında taşıdıkları ve gururla giyindikleri kibir. Etme, eyleme kardeşim. Böbürlenecek hal yoktur kul olanda. Ya sen kardeşim, haramdan helal çıkarmaya ne çabalayıp durursun? Şişler sokulası şu gözlerim, ah şu gözlerim, yaşlı adamı geride bıraktım. İlerledim. Cami arkadaşına bakıp ‘eksik olan bir kul niye kendini düzeltmez’ diye sordum. ‘He hey, he hey…’ deyip durdu. Benden yaşça büyük olan arkadaşa baktım. Neredeyse kızı benimle aynı yaştaydı. ‘Bu kin’ dedim, ‘bu nefret, Müslüman olanın ağzına yakışmayan ciddiyetsizlik, putlaştırdığı insana olan imanı bile gözlerini kapatmış topluluk, yığın… Sakallı şeyhine tapınan mürtet yığın. Nerede benim Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ruhlu erenlerim. Neredesiniz ey erenler? Zamanın kırkları, yedileri. Müslüman acemiler gibi yapmaz hani, el pençe olduğu yer secdesiydi. Tamahkârlığın sınırı bu dünya mı? Erenlerim, ulularım, velilerim, Geylani gibi zikir eyleyip, Yunus gibi sade, saf, aza tamahkâr, yoklukta bulunacak tek varlığa dilbeste, Akif gibi diri sözleriyle padişahın istibdadı karşısında susmayanlarım…’ ‘Sus’ dedi cami arkadaşım, ‘sus, ne dediğini bilmiyorsun sanırım şu an. Sus.’
Ben susayım. Ulularım, erenlerim, velilerim, Geylanilerim, İmamlarım, Mevlanalarım, atiyi baharla muştulayanlarım. Ben susayım. Hakikat her şeyden münezzeh, varlığı kesindir. O konuşsun. Sussun hepimiz. O tecelli etsin. Bir iman, kocakarı imanı… Ona dilbeste susuzluğum, açlığım. Ben mağaramda kendime ağlayayım. Ben bize ağlayayım. Ağlamak gerçekten düşmüşün, zayıfın işi. Ben öyleyse daha çok ağlayayım.
YORUMLAR
Keşke herkes uzun uzun sorgulayabilsek olanı biteni, doğruyla yanlışı ayırtedebiliriz. Sanırım düşünmek yargılamak iyiyi kötüden ayırmak ya zor geliyor ya da işimize gelmiyor. Üşengeçiz. Çıkarlarının peşinden giden bir ordu hatta şaha kalkmış koca bir ordu var, gözünü karartmış bir ordu...
Hakka yürümek kimsenin umurunda değil... İnsan hakka kendi içinde bir yol cizerek yürümeli. Sessiz, sakin ve dingin... Bir orduyu peşine takıp yakıp yıkarak hak yolunda yürünmez.
Bu öyle bir Aşk ki tam teslimiyet içerir! Gösterişten uzak kendi içinde yaşayıp manevi huzura erdiren. Ve her kul bir avuç yalnızlığıyla baş başa kalır sonunda. Bu nedenle imanın sorgulaması da kimseye düşmez. Yani dünyayı zulme boğanların dillerine dolladıkları din iman meselesi her bireyin mahremidir aslında. Allahın kullarından istediği tek şey yarratığı her şeye saygılı olmamız. Allaha olan Aşkımız tek bizi ilgilendirirken bu konuyu bazılarının kamu meselesi etmeleri yanlıştır. Doğaya, insanlara vs. verdigimiz zarardan dolayı kamuya karşı suç işlemiş oluruz. Bundan yargılanabiliriz.
Camisiyle kilisesiyle kimse kimseyi kafir diye yaftalama hakkına sahip değildir, olamaz!
dinler tarihine baktığımızda kanlı savaşların hesabını kimse veremez.
İslamiyet Kerbala çölünde iman imtihanını vermiştir zaten günümüzde halen devam etmekte olan bir imtihanın içindedirler.
İnsan kendine yürür irdeledilçe... Vicdanı olanın imanından sual olunmaz.
O vicdan değil midir geceler boyu sorgulatan...
Sude Nur Haylazca tarafından 1/29/2017 4:18:01 PM zamanında düzenlenmiştir.