- 1402 Okunma
- 5 Yorum
- 3 Beğeni
ANNE…
Sanem’in Sinan abisi, yanına yaşlı anneleri Makbule hanımı da almış, çatkapı çıkagelmişti. Elbette ki, bu ani ziyaretin sebebi gayet açıktı.
“Karımla iyice geçimsizliğe düştüler. Ya karımdan ve çocuklarımdan vaz geçeceğim, ya da annemden. Benim annem, senin de annen. Biraz da sen al yanına, yoksa bir huzurevine koyacağım… Zaten kendisi de, beni huzur evine yatırın deyip duruyor.”
Makbule hanım boynunu bükmüş, başına gelen, gelecek olan halleri izlemekle yetinmişti.
Oğlunun, geçimsizliğe düştüler dediği o saygısız kadın, her lafının başına, sonuna, “bunak karı” diye ekleyerek konuşuyordu onunla. Bulabildiği her sudan sebeple ona hakaret ediyordu. Karşısındakinin incinip kırılacağı umurunda bile değildi. Onun odasına her gelişinde burnunu sıkıyordu. Neymiş, pis kokuyormuş. Pencereyi sonuna kadar açıyordu. Mutlaka yarım saat açık tutuyordu. Çok üşüse de, elleri, parmakları üşümekten uyuşsa da kapatmazdı pencereyi. Bunları hiç anlatmamıştı oğluna, sırf onun yüzünden huzursuzluk çıkmasın diye.
Buraya böyle apar topar getirilmesine sebep olan olayda da, neymiş, banyoda ihtiyacını görüp yıkandıktan sonra kurulandığı tuvalet kâğıdını niye çöp kutusuna atmamış da alafranga tuvaletin içine atmış, diye ortalığı ayağa kaldırmıştı. Kâğıtlar suda erimiyormuş da tahliye borularını tıkıyormuş. Ucuz olsun diye suda erimeyen adi kâğıt almayıver sen de, diyecek olmuştu ya, cadaloz kadın bu defa da Sinan’ı tahrik etmek için, senin bu bunak ananın çişli kâğıtlarını tuvaletin içinden çıkartıp çöp kutusuna atmaktan bıktım, usandım artık; al götür şunu nereye götüreceksen, yoksa ben başımı alıp gideceğim artık, diye yaygara yapmaya başlamıştı. Kimselerin işini beğenmeyen, titizliğiyle ünlü koskoca Makbule’nin şu düştüğü hale bak! Kendi bokunu temizlemekten aciz pasaklı gelini, utanmadan ona laf ediyordu. Meymenetsiz şıllık! O ortamda, sırf oğlu kendisi yüzünden üzülmesin diye düşünerek, beni huzurevine gönder, kimseye yük olmak istemiyorum, demişti.
Evet! Aynen böyle demişti. Oğluna naz yapmak için sarfetmişti bu lafı. Aslında içinden huzurevine yatırılacağına en ufak ihtimal bile veriyor değildi. Oğluna hiç konduramıyordu öyle bir teşebbüsü. Bırakmaz beni bir yere, diye inanıyordu. Tıpkı küçükken onu bırakmadığı gibi, onu hiç bırakmaz sanıyordu.
Yaramaz bir çocuktu Sinan, yerinde duramayan bir mayın gibiydi. Kimbilir kaç defa bağırmamak için dişlerini sıkıp katlanmıştı onun haylazlıklarına. Hiçbir zaman kıyıpta bir tokat bile atmamıştı. Oğlunun kalbini kırmaktan hep kaçınmıştı. Hatta onun hiç kıyamadığı oğlunun kulağını çekmeye yeltendikleri için küsüştüğü komşuları olmuştu. Onun için her zaman alıngan, hassas bir kadın olmuştu. Hiç kimsenin oğluna bir zarar vermesine tahammül edemezdi.
Sinan’ın yanında yaşayacağını umduğu yaşlılığına ilişkin pek çok hayaller kurmuştu. El bebe gül bebe büyüttüğü oğlunun sayesinde rahata ereceğine, günlerini torunlarını severek geçireceğine inandırmıştı kendini.
Almanya’da karı koca işçi olarak çalışırlarken kocasının çok zulmünü çekmişti Makbule Hanım. Kocası hem kendi kazandığını, hem onun kazandığını içkiyle, kumarla hiç edip bir gün yüzü göstermemişti ona.
Makbule hanım iki çocuk doğurduktan sonra, artık tahammül edemediği kocasını terk edip boşanmıştı. Mahkeme çocuklarını ona vermişti ya, adam kızı yanına alarak Türkiye’ye kaçmıştı.
Makbule hanım birkaç sene uğraştıysa da kızını adamın elinden kurtaramamıştı. Almanya’da kalıp onunla kalan oğlunu orada büyütüp adam etmişti.
Adam Türkiye’ye dönüşünden on sene kadar sonra ölmüştü. Kızı henüz ortaokulda okuyordu. Adamın ölümünden önce de, sonra da kıza sahip çıkmış olan babaanne ile dede kızı okutup adam etmişlerdi. Fakat onların ömrü de daha fazlasına yetişmemişti. Önce son bir yıldır Alzheimer olan dedesi ölmüş, babaannesi de sanki onun ölmesini bekliyormuşçasına bir ay geçmemiş, ölmüştü. Bir sabah yatağında ölü bulmuştu onu Sanem. Keşke ölmeselerdi de Sanem’e baktıkları gibi Sanem de onlara bakabilseydi. İkisi de çilekeş insanlardı. Sanemden evvel Sanem’in babası dâhil, yoklukla dört evlat büyütmüşlerdi. Dördü de hayırsız çıkmıştı. Kapılarını hiç hayırla çalmamışlardı. Öldüklerinde de cenazeleri yasak savar gibi defneder etmez yeniden kayıplara karışmışlardı.
Bu süreçte ne Makbule Hanım kızına, ne kızı ona ulaşamamışlardı. Ne zaman ki, Almanya’dan temelli dönüş yapılmış, iz sürülerek evlenip İstanbul’a yerleşmiş olan kıza ulaşabilmişti. Ana kız hasretle kucaklaşıp ağlaşmışlardı, evet ama, yine de aralarında aşılmaz bir mesafe, bir resmiyet vardı.
Makbule hanım, “o bana analık mı yaptı ki? Götür huzur evine yerleştir madem,” demesini bekledi kızından.
Oysa kızı öyle biri değildi. “Yok… Huzurevi olmaz. Benim yanımda kalabilir elbet…” dedi.
Sinan abisi, ikram edilmek istenilenleri zıkkımlanacak kadar bile kalmamıştı, geldiğiyle gittiği bir olmuştu.
Makbule hanım, evin küçük odasına yerleştirildi. Bununla oyalan dur, denilerek odaya bir küçük ekran televizyon kuruldu. Şişmanca bir hanımdı, dermansız bacakları o koca gövdesini evin içinde bile dolaştıramıyordu. Abdestini alırken ya da yemek saatlerinde odasından mutfağa kadar giderken zayıf ciğerleri yüzünden tık nefes kalıyordu. Yemek yerken bile yorulur olmuştu. Ya tuttuğu kaşıktan, ya ağzından akan yemeklerden giyindikleri sık sık kirleniyordu. Kirli kılıkla namaza durmak istemediğinden üstünü sık sık değiştirmek zorunda kalıyordu. Alnını secdeye koyup doğrulmaya mecali olmadığından namazını yatağının ucuna oturarak, oturduğu yerde kılıyordu.
Sanem, onun bu sıkıntılarını fark ettiğinde, odasına geldi, “istersen yemeğini buraya, odana getireyim, burada ye, iç,” dedi annesine.
İyi olurdu.
“Benim işim biraz meşakkatlice. Damadın ise benden beter! Gazetede yazı işlerinden sorumlu müdür olduğu için gecesi gündüzü yok onun. Dersenki benimle yeteri kadar ilgilenmiyorsunuz, bir yardımcı tutarım sana anacığım. Tamam mı?”
“Aman kızım, istemem. Az toparlayım kendimi de, ben yardımcı olayım size…”
Sanem, arkasına yastık koyup dik oturmasını sağlarken, “İlacını içtin mi, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu.
Sıkılarak, “bir tırnak makası verirsen… Tırnaklarım uzadı da,” diyebildi.
Sanem, “ne demek, ben şimdi getirir, bir güzel keserim tırnaklarını anacığım,” diyerek odadan çıktı.
Tırnak makasını getirip annesinin tırnaklarını keserken anne kız olmanın mutluluğuyla sohbete daldılar.
“Çocuk doğurmadın mı?” diye sordu Makbule hanım.
“Sen yanımdasın ya, bakarım diyorsan doğururum,” dedi Sanem.
Makbule hanım, “hem de nasıl bakarım,” diye atıldı.
Gülüştüler.
Sanem’in bankadaki işi mesai saatleri belirsiz bir işti. Şubenin muhasebe işlemlerini yürütüyordu. Sabah sekizde başlayan mesai, hesapları tutturmak ya da belirli dönemlerle ilgili dökümanlar hazırlamak için normal saatlerin dışına taşıyordu. Akşam beş olduğunda evine gidebildiğini hiç hatırlamıyordu. İstanbul trafiği içinden çıkıp işine, ya da işinden evine ulaşması birer saatti. Velhasılı iş yoğunluklu bir hayatı vardı. Bu yoğunluk içinde elinden geldiğince annesine de, kocasına da yetmeye çalışıyordu.
***
Ondan sonra, yazardan bir dip not:
Anne babalarını huzur evlerine kapatan hayırsız evlatlara bir çift lafım var.
Sizi doğurup el bebe gül bebe büyüten annelerinizi babalarınızı huzur evlerine kapatacak kadar iğrenç insanlarsınız siz. Sırf karınıza veya kocanıza yaranmak için ya da yaşama keyfinizi aksattıkları için onları boyunları bükük bırakmaktan hiç utanmıyorsunuz.
Onların kapattığınız o soğuk taş binalarda geçmek bilmeyen zamanları nasıl bir sıkıntıyla yaşadıkları aklınızın ucundan bile geçmiyor; öyle ya, mutlu yaşamınız içinde zaman sizin için su gibi akıp gitmekte…
Masum, savunmasız, küçük bir çocukken sizi hiç yanından ayırmamış, güvenip kimselere emanet etmemiş o insanları gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi tanımadığınız insanlara ne de kolay teslim edebildiniz! Yazıklar olsun!
YORUMLAR
En içten tebriklerimi ve saygılarımı bırakıyorum değerli yazarım, kıymetli hocam.
İçtenliğin hüzne ulaştığı; duygusallığın bitimsiz hicvi ve satırların arasına sığmış nice hayat nice gerçek nice yaşanmışlık ve yaşanma ihtimali yine her insanın varlığına dair ve bilemediğimiz akıbet iken takdir-i İlahi...
Yüreğinize sağlık değerli Nurten Hanım.
Sevgilerimle efendim...
Yazarın 81 yaşındaki annesine, 47 yaşındaki özürlü kardeşine, ağır KOAHlı kocasına ve torunlarına bakan bir kadın olması bir yana bu konularda duyarlı ve fedakar bir yürekle böylesine bir yazıyı kaleme almış olması insanı çok duygulandırıyor... SEN BİR MELEKSİN ÖĞRETMENİM VE ÇOK İYİ BİR YAZARSIN... KESİNLİKLE GÜNÜMÜN YAZISI...