- 717 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
454 - YIPRANMA
Onur BİLGE
“Bu şiirde yolunu bulamayan bir dünya tutuklusuna ayna tutmaya çalıştım. Alkol bağımlısına... Markası İslam, arkası bambaşka olan...” dedi, Ayşin.
“Değişik bir tebliğ usulü... Muhatabına okudun mu bari?” diye sordu, Fikret.
Okumaz mı! Onun nişanlısı içiyor. Ne zamandır vazgeçirmeye çalışıyor! Huylu, huyundan vazgeçer mi! Kaç yıllık Gani… O Gani’ye de benzemiyor aslında, Yani demem lazımdı. Gani, İnşallah onun ruhuna da ganilik bahşeder de o zıkkımdan kurtulur!
“Okudum ama faydası olur mu, bilmiyorum.”
“Olur İnşallah! Yavaş yavaş olur her şey... Alışmak da bırakmak da belki de…”
“Aslında hızla fakat sanki bize yavaşmış gibi geliyor. Dünya, aslında hızlı dönüyor ve süratle ilerliyor ama biz hiç hissetmiyoruz. Dönme ve dolanma olayını düşündüğümüzde de yavaş yavaş cereyan etmekte olduğunu sanıyoruz. Bu tatma, alışma, bağımlılık, pek de yavaş yavaş olmasa gerek ama bırakma belki de yavaş yavaş olabilir. Bir yerlerden başlaması lâzım… Pek istekli görünmüyor. Bilmem ki nasıl olacak!”
Define de kaç kere konuşmuştu, onunla. Çok nasihat etmiş, kendi hayatından örnekler vermişti. O da ümidini kaybetmiş gibiydi. Belki de onun için o konuyu yavaşça araladı ve zamana değinmeye, insan ömründen bahsetmeye başladı.
“Ömür de öyle… Aslında hızla tükenen bir servet ve sanki yavaş yavaş bitiyor... Sanki bitmez tükenmezmiş gibi geliyor. Çok uzun sanılıyor. Daha dün çocuktum! Sonra sakalım bıyığım çıktı. Hemen büyüyüvermek istiyor, ne kadar da sabırsızlanıyordum! Bizim güngörmüş bir komşu teyzemiz vardı, mahallemizde. “Ne vakit çocuk oldum, ne vakit nine oldum, anlayamadım!” derdi her gelişinde. Konuşmalarına kulak kabartırdım. “Çocukluğum hayal meyal… Dün gibi… Seneler yuvarlandı gitti, gün gibi… Sonra gelin oldum. Evimden telli duvaklı çıktım, elin oldum. Ne zaman anne oldum, ne zaman babaanne, anlayamadım! Hep vakit geçirmek ister, oyalanmak için bir şeyle meşgul olmaya çalışırdım. Hiç fark etmemişim, zamanın nasıl alındığının, nasıl çalındığının!” Benim de geçim derdi dolandı ayaklarıma. Yüreğim sevgi saçtı herkese… Ruhumsa aşka açtı, doyuramadım!
Hayat beni ayak işlerinde yordu. Hep o buyurdu, anında duyurdu, uydurdu da ben bir kerecik olsun buyuramadım! Gönlümden geçenleri ona duyuramadım! Yanarım yanarım, buna yanarım!.. Hayat sonunda solladı geçti beni. Rüzgârını bile duyurmadı! “Sen de gel! Ayak uydur bana! Geride kalma!” diye buyurmadı. Çıt çıkarmadı. Fısıltısını bile duyurmadı. Fark ettiğimde, yanı başımdan süratle geçmiş gitmiş olduğunu, ardından bağırdım: “Beni de al!” diye ama duyuramadım! Arkasından bakakaldım, öylece! Şaşkın mı şaşkın! Aptallar gibi… Hayretler içinde… Hâlâ bakıyorum. Yapacak bir şey yok. O kendini çoktan aşmış! Beni ta o zamanlar geçmiş! O zamanlar benden geçmiş! Bense arkasından ayağımı çeke çeke, belimi büke büke sürüklenmekteyim, işte böyle!.. İşte böyle böyle, gençler! İşte böyle!.. Onun için gençliğinizin kıymetini iyi bilin! İdareli harcayın! Hayat çok uzun, yaşa yaşa bitmez, sanmayın! Benim gibi olmayın! Hayatın arkasında kalmayın!”
“Ayatın arkasında kalmak, ne demek, dede?” diye sordu Duygu.
“Hayat benim dışımda yaşanıyor, demek, Göçmen Kızı! Hani ne yapabiliyorum ben? Biraz elim, çokça dilim çalışıyor. Başka ne?”
“Öyle deme, dede! Aramızda mutlu değil misin? Ne yapmak isterdin başka?”
“Ne yapmak mı? Neler yapmak istemezdim!.. Haydi, yorma beni! Kısaca söyleyeyim! Sizin yapabilir durumda olduğunuz her şeyi…”
“Biz de er şey yapabiliriz ama çok şey yapmıyoruz. Pek de imrenilecek birer ayatımız yok, yani! Çalış babam çalış! Akşama kadar bir ayak üstünde…”
“Ben de ondan diyorum ya, gençliğinizin değerini iyi bilin! Onu dikkatli sarf edin! Hayatın çarkına takıldınız mı, çarkınıza okur sizin! Bana öyle yaptı!”
“Nasıl yapalım, dede? Sır mı yani? Anlatsana be ya! Anlat da isse kapalım! Aynı atalara düşmeyelim biz de!”
“Gel bakalım, Göçmen Kızı! Otur şöyle! Çıkar o ıslak önlüğü üstünden! Koy şu sandalyenin arkalığına! Bırak kurusun! Sen de ısın şurada birazcık! Canının kıymetini iyi bil! Bak, ellerin kıpkırmızı olmuş soğuktan! Isıt biraz. Yağlı krem falan sür!”
“Ne kremi, dede? Krem mi durur benim ellerimde! Sudan çıkmaz ki akşama kadar!”
“İşte bunu diyorum. Kendini ihmal etme! Paralanırcasına çalışırken zamanın senden alıp götürdüklerinin farkına var! Aşınma diye bir şey var! Yıpranma diye… Yıpranma diye uyarıyorum, seni! Çalış, çalışma demiyorum. Çalışacaksın tabi ama insanüstü kuvvet sarf ederek değil!
Bak bu eve! Vaktiyle kim bilir ne kadar güzel bir binaydı! Ya şimdi? Rüzgâr estiğinde Hu çekmeye başlıyor, sallana sallana! Fırtınada rükûya varıyor! Allah korusun, küçük bir deprem olsa, secdeye kapanacak!
Bak şu kapının pencerenin hâline! Ne boyası kalmış ne sıvası… Nasıl da yıpratmış zaman onları! Neler alıp götürmüş onlardan! Şu duvarların yanaklarına bak! Böyle miydi vaktinde bunlar! Düzgün sürülmüş gelin yüzü gibiydi mutlaka! Şimdi benim suratıma benzemiş. Engebeli arazi… Yer yer alçı sıvanmış, yüksekli alçaklı, çatlak çutlak… Ne kadar boyasan sıvasan, eskisi gibi olur mu!”
“Sen neden arap ettin kendini bu kadar, dede? Neydi zorun?”
“Beni içki mahvetti kızım! Ne çektiysem, kalbimden çektim! Âşkı çok sevdim! Âşık değilsem, hayattan bir şey anlamıyordum. Yavan geliyordu, yaşadığımı hissetmiyordum.
Aşk hep yokuşların başlarındaydı. Ben yokuşlara vurdum kendimi, omuzlarımdaki onca yükümle, aşk da bana vurdu, olanca gücüyle! Öyle acımasızca yargıladı ki beni! Peşin yargıyla, en ağır, en zalimce bir hükümle! Ben ona yelken açtım, en parlak zamanımda, güneş tepeye yakındı… O benim ilgimden yakındı ve hep sakındı! Ben ona şiirlerle, hecelerle kürek çektim, o bana gecelerle cevap verdi. Karanlıklarla karşıladı kalbimi, fırtınalarla, boralarla… Ben mehtaba karşı şiirler okudum, gözlerinin içine hayran hayran bakarak… O bana kara bulurlarla… Hiddetle bakarak… Yıldırımlarla geldi, gürleyerek, şimşekler çakarak! Yine de ona koştum hep, kollarımı açarak… O dans etti göklerimde, yedi harika renk saçarak… Gökkuşağı gibi ardından koştukça, o alaycı tavrıyla ışıl ışıl gülümsüyordu aynı hızla kaçarak…”
“Yorulmadın mı sevmelerden dede? Usanmadın mı onun ardından koşmaktan?”
“Sevmekten kim usanır, güzel kız? “Tadına doyum olmaz!” demiyor mu şarkılar! “Hangi gönül uslanır!..”
“Sevmek yıpratır mı iç insanı! Ani ben iç şikâyet etmem sevmekten! Tadına doyum olmaz, tamam be ya! Ben de öyle derim işte! Sen yakınırsın! Onu anlayamam! Onu sorarım sana!”
“Aşk bana vurdu, ben içkiye… Sabahtan başlardım… Bir binlik koyardım, kahvaltı sofrasına… Çek babam çek… Akşama kadar… Sabahlara kadar… Ne çalışmak, ne iş güç… Ne para pul vardı gözümde, ne de şu koca dünya… Bir pula satmıştım hayatı! Böyle aylarca sürdü…
Sonra sabahlardan yine bir ağır baş ağrılı sabahtı, günlerden pırıl pırıl bir Cuma günüydü… Sızıp kaldığım sedirin kenarında, bir kolumla bir bacağım aşağıya sarkmış, tam düşecekken uyandım, gözümü açtım… Sıçrayarak kalkıp, oturdum. Kafamı aldım avuçlarımın arasına! Çok şiddetli ağrıyordu! Zonk zonk zokluyordu!.. Sıktım, olanca gücümle! Fayda edecek gibi değildi. Ben de biliyordum ama yine de deniyordum. Sonra eğildim öne doğru. Dirseklerimi dizlerime dayadım aynı vaziyette… Başım yine avuçlarımın arasında… Bir süre geçen serserilik günlerimi düşündüm. Düşündüm düşündüm… Sonra konuşmaya başladım, kendi kendime:
“Ne yapıyorum ben!? Ne olacak benim halim böyle? Sabah akşam, gece gündüz ayılmadan içe içe… Ne işe güce gittiğim var, ne kendimi bildiğim var! Böyle süreceğine, öleyim kurtulayım, bari… Ölmek, sürünmekten daha iyi!” Sonra: “Kalk oğlum!..” dedim kendime.
Yavaşça doğruldum. Sallana sallana yürümeye başladım. Yalpalaya yalpalaya… Bu arada, fark etmemişim, kapının keskin kenarına bindirdim! Alnım yarıldı sandım, sol gözümle birlikte! Yıldızlar indi yere! İrkildim. Alnımla gözümü tuta tuta banyoya gittim. Yüzümü gözümü yıkadım. Döndüm, ne kadar şişe varsa topladım, doldurdum bir boş karton kutuya… Doğru çöpe…
Bir çay demledim kendime… Bir kahvaltı hazırladım. Aklımı başıma topladım! Kabul oldu mu olmadı mı bilmem ama bir boy abdesti aldım ve Cuma’ya gittim. Geçtim safların en gerisine. Başımla selam verdim, sağımdaki birisine. Solumda duvar… Ağzımda içki kokusu var…
Durdum divana, uydum imama… Uyuş o uyuş…”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 454
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.