- 887 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
452 – ŞİİR ÇÖZÜMLEME
Onur BİLGE
Virane’ye henüz gelmiştim ki heyecanla beni bekliyormuş gibi daha görür görmez, hoş geldin dmeden, hal hatır sormadan, hatta daha ben: “Merhaba!..” demeden Orçun:
“Semiray! Bir şiir var salondaki masanın üstünde. İktisat kitabının arasında… Al, oku onu! Bak bakalım, nasıl olmuş?” dedi. Aslında ben yanlarına gidecektim. Doğru yukarıya çıktım. Biraz sonra da aşağıdan tekrar seslendi: “Buldun mu?” Mutfak penceresinden cevap verdim:
“Buldum, okuyorum.”
Okudum, bir daha okudum ve merdivenden inerken aklıma takılan dizeyi tekrar edip durdum. Deli saçması gibiydi. Pek bir anlam veremedim. Tutarsız sözler, çelişkiler, askıda kalmış sözcükler, kuralsız cümleler… Konu dağılmış, anlam sallantıda… Neresinden tutsam bilmem ki! Neresinden tutsam, elimde kalıyor! İhsan’la oturmuş tavla oynuyor, bir taraftan da bana laf yetiştiriyor:
“Ne anladın? Kime yazılmış olabilir?”
“Bilmem… Bana mı?”
“Yok, değil. İki hakkın kaldı. Üstünkörü okumuşsun. Hani gözünden bir şey kaçmazdı?”
“Işıl için mi?”
“Ağlayan kızın gözlerini onun gözlerine mi benzettin? Hayır, değil… Tek hakkın kaldı.”
“O şiirde ağlayan bir kızdan bahsediliyor. Kim olabilir? Ortak tanıdığımız biri mi? Öyle olmalı! Değilse ben nerden bileyim!”
“O, çıplak anlamı… Ben sana gizli anlamını soruyorum. Hani röntgenini çekerdin ya şiirlerin… Çek bakalım! Görmeye çalış şiirin iliğini kemiğini… Yoksa sana kocaman bir sıfır vereceğim! Hem aramızda sadece Işıl mı ağlıyor?”
“Sabaha kadar uyuyamıyor, ağlıyor.”
“Artık öyle değil… Kendisini toparladı. Gözlerinin içi gülmeye başladı, artık düzeliyor.”
“Sevgiye inancı kalmamış. Kimseyle ilgisi yok.”
“Nerden biliyorsun? Belki platonik takılıyordur. O şiiri açıkla da görelim, marifetini!”
“Beni sayılamıyorsun öyle mi? Tavlada sana yenildim diye hep yeneceğini mi sanıyorsun?”
“Ne denek sayılamamak?”
“Adam yerine koymamak, hafife almak, sıradan saymak…”
“Nereden çıktı şimdi bu?”
“Ben hissederim.”
“Hissin buysa, diyeceğim yok!”
“Bu nasıl şiir, Orçun? Sen, kâğıt parçalarına sözcükleri yazdın, şapkanın içine attın, karıştırdın, sonra birer birer bakmadan çekip, sıraya mı dizdin? Bu yazdığın şey öyle mi vücut buldu? Dadaizm mi bu senin yapmaya çalıştığın? Dadaist misin sen?”
“Ya! Nasıl geldiyse öylece yazdım. Kendim düşünerek bir şey katmadım ona ben!”
“Keşke katsaydın! Keşke bir şeycik olsun katsaydın da dişimi kırsaydım!..”
“Yani dişe dokunacak bir şey yok mu şimdi o şiirde?
“Ne şiiri Allah aşkına? Şiir nerde?”
“Oku onu bak çok güzel oldu. Bir daha oku! Anlayamamışsın sen! Dikkâtlice oku!”
“Sen var ya… Bir tanecik şiirimi bile okumadın bu zamana kadar. Zorla okutturursun ama kendi yazdıklarını! Hem de defalarca… Okumadığın gibi ben okurken de şöyle can kulağıyla hiç dinlemedin. Dinler göründün hep ama kim bilir kafan nerelerdeydi? Anlamadım sanma!”
“Bir tanesini okudum ya…”
“Onu da öylesine okudun. Baştan savma… Şiirin bahçesine bile giremedin. Penceresinden bile bakamadın içine!”
“Demek ki mevzu sarmamış beni. Sarmamış ki…”
“Sarmamış, öyle mi? Demek ki ben ilgi çekici konular bulamıyorum! Peki! Öyle olsun! Okuma da dinleme de bundan sonra!..”
“Kızma be! Okuruz. Güne iyi başlayalım diye takılıyorum sana. Senin şiirlerini beğenmemenin şakasını bile yapamam!”
“Tamam, anlaşıldı. Bahsettiğin, sarmadığını söylediğin şiir, gecenin sabaha karşı hafif yağışlı haline yazıldı. Solan lacivert yıldızlı gecelik oydu. Ona dikkat etseydin, şiiri çözerdin. Gece, yıldız, lacivert, gecelik ve solmak… Bu sözcüklerin anlamları üzerinde durmalıydın. Düşünmeliydin… Gecenin yıldızlı lacivert geceliği ne zaman solmaya başlar?”
“Neden çözmek isteyeyim ki! Öylece kalsın!”
“Bana neden çözdürmeye çalışıyorsun o zaman? Sana dendiğinde, öylece kalsın! Orijinalitesi bozulmasın!”
“Ben yazmasına yazarım da ne yazdığımı dahi tam anlamıyla anlayamam! Bir iham gelir. Hemen sarılırım kaleme kâğıda… Ne geldiyse, geldiği gibi yazarım. Ne yazdığımı bilmem ama. Onun iiçin soruyorum ya sana: “Bak bakalım ne yazmışım?” diye.”
“Yani kendi yazdığını anlamıyorsun, öyle mi? Yanlış falan işitmedim değil mi?”
“Yanlış duymadın. Öyle işte! Şiir, ilhamla yazılır. Nasıl Peygamberlere vahiy gelirse, evliyalara ve sanatçılara da ilham gelir. Beni de şiir yazmaya sevk eden Allah’tır. “Yaz!” diye kışkırtır bir istek beni. O ilham, hayvanlara da gelir. Örümceğe, arıya, kuşa… Daha nicelerine… Ona göre örerler ağlarını, peteklerini ona göre yaparlar, yuvalarını onun sayesinde kurarlar.”
“Konuyu dağıtmayalım! Yazdığının ne olduğunu bile anlayamayan birine, okuduğunun özüne, özünün gözüne inmesi gerektiğini söylemek neye yarar, bilmiyorum ama yine de söyleyeyim!”
“Sen de öyle şifreleme şiirlerini. İşimi zorlaştırma! Ben okurum. Okur, her seviyeden bilgi düzeyinde olabilir. Sen belli bir kitleye mi hitap ediyorsun! Yazdıklarını, kültürlü kültürsüz, küçük büyük herkes okuyacak. Anlaşılmayacaksa okunması neye yarar ki ifadelere kilit vuruyorsun!”
“Onda anlaşılmayacak bir şey yok! Yazılanları şöyle bir aklından geçirecek, gözünün önünde canlandıracaksın. Gökyüzünün nasıl ağarmaya başladığını hatırlayacaksın. O sırada, hafiften yağmur yağmakta olduğunu… Göğün sabaha karşı ağlayışını düşüneceksin. Şiir, Uludağ gibidir. Sana göre güneyde diye sen de sadece kuzeyden seyretmeyeceksin! Dörtbir tarafını dolanacak, tepesine tırmanacaksın! O, aşağıdan farklı görünür, yukarıdan farklı görünür. Sonra kayasını taşını, tozunu toprağını ince ince inceleyeceksin. Mağaralarına inecek, koyuklarına bakacaksın. Üstünde ve içinde yaşamakta olan canlıları göreceksin. Madenlerini keşfedeceksin, damarlarını saptayacaksın. Gösterdiklerini gören gözle görecek, gizlediklerini derinlerine inerek bulup çıkaracaksın! Belki matruşka gibi anlam içine anlamlar gizlidir. Sanat içinde sanatlar... Yüzeyde kalmayacaksın. Dersimize boşa mı çalıştık!?”
“Bu arada, sen iyi arkadaşsın. Vallaha seni çok seviyorum. Arada böyle didişelim, tavla falan oynayalım! Yenemezsin ya… Yensen de gel! Akşam sabah oynayalım böyle!”
“İyi ki onu öğrenmişsin! Sen beni yendin ama beyin gücüyle değil! Zar senden yanaydı, melek de, şeytan da… Bense yalnız, yapayalnız… Sana hep kral zarlar gelsin…”
“Ha, ondan mı? Yani şimdi sen bana ondan mı yeniliyorsun?” Hadi bakalım, öyle olsun!”
Bu arada oyunları bitti. Kaç kaç, bilmiyorum. Sormaya gerek de görmedim. Nasılsa çetelesi tutuluyor. Öğrenirim, nasıl olsa. İhsan, ellerini dizlerine koyarak kalktı. Biraz yılgın bir kalkıştı bu. Üzerindeki açık kahverengi pantolonunun kırışan paçalarını düzeltmeye çalıştı. Başaramadı ama uğraştı biraz, öylesine. Kalktığı gibi yürüyecek morale sahip olmadığı, sıkıldığından oyalandığı anlaşılıyordu. Galiba hezimete uğramıştı! Yenilme olsaydı, bu kadar sallanmazdı. Yenseydi, küheylan gibi kalkar, hindi gibi kabarır, pehlivan gibi yürür giderdi. Gülümserdi en azından, memnuniyetten. Hatta engellemeye çalışsa da anlaşılırdı içten içe gülümsemekte olduğu.
“Ne o? Gidiyor musun?” diye sordu, Orçun.
“Vakit doldu. Dersim var.”
“Haydi, git o zaman! Yine gel e mi? Ben buralarda olacağım.”
“Geleceğim zaten!” dedi ve bozuk bir tempoyla, isteksiz isteksiz yürüyerek çıkıp gitti.
“Fena yenildi galiba!” dedim.
“Nerden biliyorsun? İki mars bir oyun… İddialı oturmuştu. Fena bozuldu!”
“Seni iyi tanıyorum. Zara hâkimsin! Oyuna da öyle… Öyle olunca… Ne anlatmak istediğimi anladın, sanırım.”
“Ben, bildiğin gibiyim, güzel arkadaşım. Sen de uçuk kaçık şairlerdensin. Canını sıkarsam hemen söyle, çekinme! Dilediğini söyle! Ben sana kızmam. Bozulmam. Asla! Her istediğinde de yarenlik ederim seninle. Tavla da oynarım. Hatta yenilirim de istersen!”
“Yenilmek mi? Çocuk avutur gibi yani… Hayır! Çatıra çatır oynarız, oynarsak! Yenilsem de yensem de her zaman seve seve oynarım seninle. Tavlayı seviyorum. Yenmek yenilmek o kadar önemli değil.”
“Tabi değil.”
“Eğlenmeyi seviyorum ben! Onun için açık oynuyorum. Korkusuzca, özgürce… Yenilmeyi göze alarak… Heyecanı seviyorum. Dilediğimce eğlenmeyi… Onun için oyun boyunca güldüğüm gibi yensem de gülüyorum, yenilsem de…”
“Bak, ben neden çekiniyorum, biliyor musun? Aslında konuşkan birisiyim ama ekonomik kullanıyorum sözcüklerimi. Seni sıkarım diye korkuyorum. Bir konu açılınca uzun uzun irdelemeyi adet edinmişim, bir kere. Sıkıldığında bana söyle! “Sıkıldım, konuyu kapat!” de, hemen kapatırım. Şiir konusuna gelince… Sana sataştım ben ya! Alınma sakın! Kendince fikirlerin var, tabi. Hepimizin var ama şiir çözümlenmez aslında. Anlaşılması için yazılmaz zaten. Anlaşılırsa, şiir olmaz.”
“Çözümlenir. Benim işim de o! Anlaşılmayacaksa yazılmasın! Neden yazılıyor o zaman?”
“Bak, sana bir eser önereyim de bakıver.”
“Kitap işi değil o. Yetenek ve duyumsama işi… Şiirin içine girme, hissetme, şairin o anki duygularını hipnozdaymışçasına hissetme, ipuçlarını yakalamaya çalışma ve ele tek ilmek geçirince “EVREKA! EVREKA!.. diye bağırarak sevinçten uçma! Gerisi gelir, çorap söküğü gibi…”
“Diyorsun, öyle mi?”
“Evet evet… Hem de nasıl! Ne kadar emin! Varsa getir, bir şiir ve dene! Senin bilinçsizce kaleme aldıklarından değil ama… Açıklayamazsam o zaman bana birilerinin kitaplarını tavsiye edebilirsin.”
“Peki! Getireceğim. Bakalım çözümleyebilecek misin?”
“Mutlaka… Sabaha kadar kafa patlattığım şiirler oldu. Bulmaca gibi… Çözmeden bana rahat yok!”
“Bırak şimdi şiiri! Hadi gel, bir beş yapalım! Bir de sen yen!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 452
YORUMLAR
Orçun karakteri ezik kalmış gibi. Semiray tarafından aşağılanmak için yaratılmış sanki Orçun. Bu durum gözüme battı. Orçun'un şiir yazamaması, şiirden anlamaması havada kalıyor. Çünkü şiiri ortada yok. Şiir ortada olmadığı için Orçun karakteri tam oluşamıyor gibi, doğum aşamasında. Semiray kendi şiirinin bir mısrasını paylaşıyor bir diyalog ile. sanki" şiir çözümleme" adlı başlıklı yazı birisi için yazılmış. öyle düşündürttü.
keoma tarafından 1/24/2017 7:41:22 PM zamanında düzenlenmiştir.