- 743 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MEVLANA'DA AŞK YUNUS'TA SEVGİ -5
DÖNEMİ
Mevlâna’nın dönemi ve sonraki çağa etkileri şeklinde seçtiğimiz konu başlığımıza bağlı kalarak, Mevlâna ve dönemine etkisini anlamamız bakımından önce Mevlâna’yı tanıma ihtiyacını gidermekle uğraştık ve hayatının özünü oluşturan nirengi noktalarında gezindik;doğduğu iklim, yaşanan göç, mana dünyasını ören kahramanlar ile sürdürdüğü temasları, aldığı eğitim, beslendiği kaynaklarda gezindik.
Biliyoruz ki insan hayatı çok genli bir etkileşim süreci ile seyreder. Bu bütün hayatlar için böyledir. Mevlâna içinde öyle olmuştur. Siyasi, ekonomik, dini, faktörler insan hayatını, dünde bugünde etkilemiştir. Etkileyecektir. Mevlâna’nın şahsi hayatında da bu etkilenmeleri derinden hissettik.
Mevlâna’nın dönemine etkisini anlamak için yeniden çağını anlamamız gerekmektedir. Biliyoruz ki Mevlâna ailesi özde Moğol tehlikesi yüzünden Anadolu’ya göç etmiştir. Ancak Moğolların’da bilinen hedefleri arasında Anadolu’da bulunmaktadır. 1273’de Alaattin Keykubat’ın ölümüne kadar mesut ve müreffeh bir hayat süren Anadolu’nun bahtı, Keykubat’ın yerine geçen 2.Kıyasettin Keyhüsrev’den sonra kararır. 1242 yılında Baycu komutasındaki Moğol Ordusu Kösedağ’a dayanır. 1243 yılında Selçuklu ordusu ağır bir yenilgiye uğrar. Moğollar Sivas’a kadar ilerler, Sivas üç gün yağma edilir. Kayseri’de de bütün halk kılıçtan geçirilir. Devlet düşer artık Anadolu Moğollardan sorulur.
Kıyasettin’in ölümünden sonra iç kargaşa başlar. Baycu istilasını yeniler. 1256’da Konya yakınlarındaki Selçuklu ordusu yine yenilir. IV.Rüknettin Kılıçarslan tahta çıkar ancak, merkezi idare Mevlâna ile de çok yakın ilişkisi bulunan Muhineddin Süleyman Pervane’nin elindedir. Moğollar Anadolu’da uzun süre kalıp, bütün kaleleri yıkmak suretiyle Anadolu’dan ayrılırlar.
Moğollar’dan sonrada Anadolu’da yine kardeş kavgaları boy verir. Muhineddin Pervane bu dönemi Moğollarla işbirliği yaparak geçirir. Mevlâna’nın da Muhineddin Pervaneyle vasıtasız görüşmesi, Mevlâna üzerindeki bazı kanaatler üzerinde etkili olur. Halbuki bundan tabi bir şey yoktur. Devletin siyasi tavırlarını taraftarlarının hayrına yorumlamak. Bu doğru bir düşüncedir. Halk içerisinde nüfus sahibi olan saygın kişilerinde devletin yanında yer almış olması yadsınacak bir durum değildir. Bu biraz devletlerin gücü ile ilgili tavırdır da.
Mevlâna’nın bu tavrından dolayı kınanması bence anlamsızdır. Bütün menfi güçleri bir başınıza defetme gücünüz yoksa, ikinci ve size göre makul olanla işbirliği yapmak her zaman olagelmiş tarihi uygulamalardır. Nitekim Pervane daha sonra Mısırlılarla münasebet kuracak ve hayatına mal olacaktır. Sevmek, taraf olmak, işbirliği yapmak, bunlar tamamen farklı şeyler.
Muhineddin Pervane’nin ölümünden sonra işler iyice çığırından çıkacaktır. Sonuçta; Moğol akınları sonucu devlet çöker, siyasi birlik bozulur. Korku ve kuşku Anadolu’yu kuşatır. Halk yüzlerce baskı unsurunun etkisinde perişan olur. Tahtacı denen ağaç erleri, Türkmen isyanı, Niğde, Loluva, Sivrihisar isyanları, yol kesmeler, kısmi kuşatmalar, kıtlık, yokluk, hastalıklar...
Mevlâna geldiğinde mümbit ve müreffeh bulduğu Anadolu’yu, ölümüne kadar bu badireleri yaşarken bulacaktır.Tabi bunların toplumun olduğu gibi Mevlâna’nın da ruhunda ızdırap ve ağzında acı bir tat bırakacaktır, öyle de olmuştur.
Bu dönemin Mevlâna açısından irdelenen görüşler içinde şu tarihi saptama da yapılır “Alaattin Keykubat’ın henüz kırk üç yaşında zehirlenerek öldürülmesi üzerine kumandanların ve beylerin rekabeti arasında başa geçirilen kifayetsiz II.Kıyasettin’in veziri Sadettin Köpek’in tahakkümü altına girmiş ve babasının itibar ettiği büyük şahsiyetlere yüz çevirmiş, en önemlisi idarede, devlet işlerinde İranlı unsurlara daha fazla itibar etmeye başlamıştır. Bu arada Türkmenlere ve Türkmen şeyhlerine karşı olan cepheyi himaye etmiş, hatta veziri Sadettin Köpek’i öldürttükten sonra Ahi ve Türkmen ileri gelenlerini, mesela Ahi Evren, Ahi Ahmet’i hapse attırmış; ocak ve zaviyelerini diğer şeyhlere, mesela Mevlâna ve ona bağlı olanlara bağışlama yoluna gitmiştir. Bu durum elbette Ahi ve Türkmenlerin hiç hoşlanmayacakları bir hareket tarzı idi” Mehmet Eröz, Babailik isyanını Mevlâna bakımından böyle değerlendirmiştir. Bu Mevlâna’nın zamanında ki etkinliği bakımından önemli tespittir.
Mevlâna’nın dönemine etkisini anlamak bakımından sıhhatli sonuca ulaşmak için tarihi tespitlere yeniden göz atıp, Mevlâna’nın bir türlü hitab edeceği kitle ve kitleleri daha yakından tanımak icap eder. Mevlâna, gelişinde her ne kadar azınlık gruplarla yüzleşmiş olsa da, asıl muhatap kitle Türklerdir ve Türkmen-Oğuz aşiretleridir. Bu yapı bilinmeden sıhhatli sonuç çıkarılamaz. Konumuzu şöyle derinleştirmek mümkün.
Önce şu tespite bir göz atalım: ”Esasen gerek Emeviler, gerek Abbasiler tarafından Türklere sunulan Müslümanlık özel bir türdü: Büyük bilginlerin Müslümanlığı değil, halk arasında sevilen gezgin din adamlarının, çeşitli kültür düzeyinde ki tüccarların ve sınırdaki askerlerin sunduğu bir Müslümanlık. Müslümanlığın temel ilkelerinde olduğu kadar çeşitli törelerden, büyülerden de söz edilmektedir. Ne var ki bu dine yeni katılan Türklere sunulan Müslümanlık, mezhepler arasındaki başkalıkları anlamalarına, ya da hangi inancın hangi mezhebe ait olduğunu bilmelerine imkan vermeyen, dinsiz komşularına savaş açmış, evrensel ve ilkel Müslümanlıktır. ” Cloude Cahar’a ait bu tespit bizce de kısmen doğrudur. Gerçi Türkler İslâmiyet’in bir çok unsurlarını Araplar’dan çok Acemler’den almıştır. Horasan ve Maveraünnehir Havzası bu kabul de başat durumdadır. Türklere İslâmiyet’in Tasavvuf kanalıyla ulaştığı daha gerçekçidir. Tasavvufla birlikte, Şii, Alevi kültürüyle de muhatap olunurken, Sünni gezginlerinde Türk kitlelere ulaştığı vakıadır. Sünni anlayışta, yine tasavvuf enstrümanı kullanarak kitlelere ulaşıyordu burada da Türkler için yadırganacak bir durum yoktur. Türklerin keramet sahibi her derde deva bulan gaibden haber veren kamların yerini şeyhler ve evliyalar almıştır.
Şu sosyolojik gerçeği burada vurgulamakta fayda var. Toptan dahi olsa din değiştiren bir topluluk, hatta ihtida eden bir kişi, bütünüyle kendi kültüründen sıyrılamaz. Bir topluluk nasıl ve ne derece üstün bir medeniyet seviyesine girmiş olursa olsun yüzyıllardan beri devam eden yaşayış düşünüş ve inanışların ister istemez birden bire feda edemez. Bu Türkler içinde böyledir. İslam öncesi maddi manevi pek çok kültür unsurunu, tabiri caizse, adeta İslâmlaştırılmış ve aynı samimiyetle yaşatılmıştır.
Böylece Türkler gelenekleri ile birlikte İslâm’a girmiş, geleneksel İslam anlayışını, yani Sünni anlayışı benimsemişlerdir. Ayrıca peygamber ve Ehli Beyt sevgisini de yaşatmış, sufilik cereyanının da kuvvetle etkisinde kalmışlardır.
Bu kabulleniş şeklinin kültür uzantılarını ve fotoğrafını Dede Korkut hikayelerinde, Battal Gazi Destanın’da, onlarca halk hikayesinde görmek mümkündür.
Bu konuda bizzat yaşadığım olayı girmek isterim. Yer Bayburt’un Söğütlü Köyü (Hindi) : 1972 yazında bir komşumuz vefat etti. İkindi namazına müteakip gömüldü. Babam akşam üzeri geldi hiddetle! Oğlum ne duruyorsun gidip o kadının ateşini yakın. Biz en yakın komşuyuz, ateş yakmak bize düşer. Bende bu konularla yakından ilgilendiğimden usulca sordum; baba yakmasak ne olur. Babam yine çok ciddi bir İslami akide ihlal ediyormuş gibi tepki gösterdi. Sonuçta gidip mezarın baş kısmına tezek-odun karışımı ocağı sabaha kadar yanmak üzere ateşledik. Sonrada Bahaeddin Ögel’in “ Türk Tarihine Giriş” adlı eserinde rastladım ki üçbin yıllık bir Türk geleneği ve Bayburt’un Söğütlü Köyün’de halen yaşamaya devam ediyor.
Özellikle Mevlâna’nın döneminde, İslam dünyasında hanedan mücadeleleri, Haçlı Seferlerinin etkileri, Moğol İstilası gibi insanların hayatını derinden etkileyen olaylar sonucu İslâm kaynaklı tasavvufi hayat hızla yayılmıştır. Tüm İslâm coğrafyasıyla birlik Anadolu’da bu etkinin altındadır. Buna bağlı olarak aynı dönem Türkistan Buhara, Harezm, Irak, İran’dan muhtelif tasavvuf akımlarına mensup sayısız derviş Anadolu’ya gelmiş huzur ve sükun bulmaya çalışmış bir yandan da Mevlâna başta olmak üzere Yunus, Hacıbektaş gibi huzur ve sükunun alt yapısını oluşturmuşlardır.
Bu gelişmiş kültür merkezlerinden gelen dervişler kırsal kesimde çok şehirleri tercih etmişlerdir. Tasavvufun ahlaki ve felsefi bir sistem olarak ele alındığı ağırlıklı durum, elit tabakaya hitab etmeyi gerektiriyordu. Kübrevi ve Sühreverdi okulları olarak anacağımız ve Muhyiddin Arabi ile zirveye ulaşan tutum idareci ve aydın kesime hitab ediyordu.
Muhyiddin Arabi ile birlikte Sadrettin Konevi, Necmettin Daye, Burhaneddin Veled, Burhaneddin Muhakkik, El Kirmani tarafından temsil edilen; ahlak, estetik, hoşgörü, ilahi aşk ve cezbeden örülü görüşleri ile ufuk açmış, musiki, sema ve şiirle beslenmiş, özellikle Acem kültürünün baskın olduğu yörelerde tutunmuş, taraftar bulmuş. Mevlâna ; Anadolu’da Konya Kayseri, Tokat, Sivas, Amasya gibi önemli merkezlerde sevilmiş, saygı görmüş, Sünni tasavvufi hayatın gelişmesinde önemli tesiri olmuştur. Öyle ki; Bayburt’ta Mevlevi dergahı, Mevlâna’nın ölümünde kısa süre sonra açılabilmiştir.
Anadolu’daki tasavvufi hayatı besleyen önemli bir kaynakta Yesevilik olmuştur. Şeyh Yusuf Hemedani’nin (1140) müridi olan Ahmet Yesevi önemli bir açılım getirmiştir. Özellikle Türkçe hikmetler şiirlerle çevresini ihya etmiş, mübalağada olsa üç yüz bin müridi olduğu kayıtlara geçebilmiştir. Özellikle Türkçe’yi öne çıkarması, Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Yeseviliğin yayılmasını hızla sağlamıştır.
Yesevilik hareketi özellikle kırsal kesimde yaşayan Türkler arasında daha çok rağbet bulmuştur. Yesevilikte kadın erkek beraberliğinin de tarikatta yer aldığı mevcuttur. Buna rağmen Ahmet Yesevi Şii değil Sünni’dir. Bununda Anadolu Sünniliği üzerinde büyük etkisi olmuştur.
Anadolu’nun harcında önemli faktörlerden biride ahilik olmuştur. Meşhur Sünni kelam alimi Fahrettin Razi’nin öğrencisi olan ahi evren Türkmen şeyhi Evhadüddin Kirmani ile Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu’nun iktisadi tarihinde önemli hizmetlerde bulunmuştur. Önce Kayseri’de başlayan bu hareket Konya, Kırşehir Ankara, Aksaray, Çankırı, Karaman, Denizli Burdur’da maya tutmuş, yaren meclisleri yoluyla da en ücra köylere ulaşmıştır. Ahiliğin yayılmasında Sultan Alaaddin’in büyük himayesi olmuştur. Sultan Alaattin’den sonra ilişkiler bozulacak ve ahi evren Konya’da beş yıl hapsedilecektir.
Ahi evren ve ahilikte Mevlâna, Yesevilik gibi Sünni anlayışının bir nevi muhafızı olmuştur. Ayrıca göçebe Türkmenlerin iş sahibi olmasında önemli katkıları olmuştur.
Elbette ki bu vasatta her şey sütliman değildir. Yeni bir coğrafyayı yurt edinmek hiçbir insan için kolay olmamıştır. Gelen kitleler bin bir kaynaktan beslenmiştir. Aynı milliyet ve dinin mensupları olsa da, kitlelerin kültürel yapısında çok farklı argümanlar mevcuttur. Bir kere İslâm’da mevcut bütün mezheplere ait insanlar, bütün tarikatların uzantıları, her meşrepten boy ve aileler, her sınıfa mensup iktisadi farklılık, yaşama alışkanlıkları çeşit çeşit. Bu çeşitlilik içinden birlik çıkarıp bir otorite ve anlayışı etrafında toplamak o günkü vasıtalarla çok zor olmuştur ki; bugün bile öyledir.
Yine bu vasatla Hacı Bektaş Veli’den de söz etmeden geçmek mümkün değildir.Tarihçiler yargıda bulunurken onu ne yaptığını çok iyi bilen arif, fakat aynı zamanda yönetici-kurucu dehaya da sahip bir mürşittir,demektedirler. Hacı Bektaş’ta ki bu deha, Ahi Evrenin çok azına sahip olduğu, Mevlâna’nın ise hemen hemen hiç sahip olmadığı bir meziyet olarak görülmüş.
Bu nedenle de yine denir ki, İran kültürü ve zevkine hayran yüksek tabakanın daha çok rağbet ettiği ve felsefesi daha ağır Mevlâna ve çevresinden ziyade şehirli ve köylü esnafı, zanaatkarın ocağı durumundaki Ahi Evren ve ahilerle daha sıcak ve samimi münasebet içinde olmuştur denilmektedir.
Mevlâna’nın ayak bastığı topraklar Türkleşme ve Müslümanlaşma, yerleşme, yurt tutma, otorite tayin etme, şeklinde yoğun bir iç faaliyeti yaşarken özellikle dini hayat bir tür tasavvuf olarak yaşanıyordu. Buda şu anlama geliyor tarikatların konak yeri olan tekkeler ve zaviyeleri kurup faaliyete geçirmek medreselerden daha kolay olmaktaydı. Medreseler biraz daha devlete yakın dururken tekkeler halka yakın durmaktadır. O dönemde anlaşılan o ki medreseden çok tekkeler revaçtadır. Bu birazda Anadolu’yu hedefleyen kitlelerin molladan çok, derviş yoğunluklu olmasıyla açıklanabilir.
Burada dediğimiz gibi dini hayat tasavvuf olarak ortaya çıkmaktadır. Gerek medrese gerekse tekkenin baskın durumda olmasının ise Mevlâna açısından bir sakıncası olmamıştır. Zira Mevlâna önce ilmi ile mücehhez olup, medreseyi kullanabilmektedir. Tasavvufi hayatın da ta içinde yer alması nedeniylede şanslıdır ve her iki ilgi alanıyla da bulunan halk kesimleri ile ilişki kurma avantajına sahiptir. Bu avantajını medreselerde sürekli vaaz ve nasihat ederek kullanmış, Konya içinde ve Konya dışında da sema ve zikir ayinleri düzenleyerek diğer kesimlere ulaşmayı başarmıştır.
Başkenti yurt tutmuş olması da, devletle olan irtibat ve ilişkilerini üst seviyede olmasına neden olmuştur. Mevlâna devletle olan ilişkilerini de devamlı ve üst seviyede tutmayı başarmıştır.
Saygın bir babayla Konya’ya gelen Mevlâna gelişiyle birlikte zaten peşin olarak saygıya layık görülür. Tabii olarak zamanın en saygın ilim ve tasavvuf erbabı ile ilişki kurar. Kendisini kabul ettirmek için özel bir çabaya girmez. Ancak ilim çevrelerinden, devlet adamlarından, tüccardan, sosyal kuruluşlardan, halktan, azınlıklardan yetesiye saygı görür. Bu başarısını elbette şahsi yaşantısı kadar eserlerine de borçludur. Bir’de O’nun değerini bilen gerçek dostlara sahip olması işin temelini oluşturur. Etkinliğini oluşturan unsurlarsa:
GÜNLÜK YAŞANTISI
Kaynaklardan anlıyoruz ki; Mevlâna az uyur, az yer, gerektiğinde ve görevi icabı konuşurdu. Eserlerinden de anlıyoruz ki yazmaktan çok yazdırırdı. Kendi eliyle yalnız Mesnevinin ilk on sekiz beyitini yazdığı bildirilmektedir. Evinde daima çok az yiyecek bulundurur, az bir para karşılığı fetva yazardı. Gelen bağışları ise el sürmeden bağlılarına gönderirdi. Son hastalığında elli iki dirhem borcu olduğu ve alacaklısının bu borcu bağışladığı bilinir.
Mevlâna bir tek kadınla evlenmiş ve ölümünden sonra ikinci bir kadınla evlilik yapmıştır. Kölesi ve cariyesi olmamıştır. Soyu ve sopuyla övünmemiştir.
Çevresinde Muineddin Pervane, Alemeddin Kayser, Sahip Fahrettin, Bedrettin Gevhertaş, Celaleddin Karatay, Tacettin Mu’tezz gibi büyükler bulunmuştur. Asıl büyük kitleyi ise halk oluşturmaktaydı. Ayrıca Erzincanlı Hekim Alaaddin, Siryanos, Ahi Mehmet Şah, Kazzaz Çiftçi Ahi Seydaverdi, Hamamcı Ahi Natur, Ressam Rum Ayn’üd Devle, Mimar Bedrettin, berber, çoban , tacir, neyzen, debbağ, hanende, pamukçu, marangoz, terzi...esnaf, işçi, sanatkarlar... Görüldüğü üzere Mevlâna’nın ilişki kuramadığı meslek erbabı ve halk kesimi bulunmamaktadır. Herkes tarafından taktir edilmesinin nedeni bu büyük açılımda gizlidir. Hatta bu özelliğinden dolayı eleştirilmiştir de. O bazen bu tutumlara karşı gülümsemiş, bazen de meydan okumuştur.Tüm günlük hayatında dertlilere derman olmaya aşırı çaba gösterirdi. Çünkü onun samimi inancı şuydu: “3/483- Onun derdine kulak astın,elemlerini dinledin mi bil ki bu o dertliye verdiğin zekattır.485-Dertli adamın tereddütlerle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun.”
Bu anlayışa sahip olan Mevlâna elbette dertliler, düşkünler zayıflar tarafından da sevilecektir.
Devletle bir bakıma iç içe olmasına rağmen mesafeli durmayı da başarmıştır. Gerek Muineddin Pervane ile gerek Sultan İzzettin ile gerek Sultan Rükneddin’le yakın ilişkiye girmiş ama Sultan Rükneddin’in gönderdiği beş kese altını da hendeğe atmasını bilmiştir. Yine Mevlâna haksızlıkları önleme açısından zaman zaman kadılara ve devlet adamlarına gitmek suretiyle halk adına haksızlıkları dile gerebilmiştir.
Sonuçta Mevlâna’nın yaşadığı günlük hayatında kendine özgü giymiş halktan kopmamış, yemesi, içmesi, adaletle davranması yanlışlara anında müdahil olması iyileri ve kötüleri reddetmeyerek ıslah yolunu benimsemiş olması, ayrılık yaralarını kaşımaktan çok tamire çalışması, halkın yaralarını sarmaya çalışması gibi hasletlerle herkesin taktirini, diğer yüce özellikleri dışında bir insan, bir vatandaş olarakta hakkıyla taktir görmüştür.
Bununla birlik halkın önüne eserleriyle çıkmıştır. İnsanların geçici-fani, eserlerin kalıcı olduğunu bilen Mevlâna bu enstrümanı da çok iyi kullanmıştır. Mevlâna vaaz ve nasihatları ile çağını aydınlatırken, eserlerinde şiiri öne çıkarmıştır. Şiirlerinin çoğunluğu sema halinde vecde geldiği demlerde söylediği bilinmektedir. Mevlâna bu vadide oldukça şanslıdır. Çünkü kendisinden önceki temsilcileri çok iyi tanımıştır. Hakim Senai ile büyük Sufi Şair Feridüddin Attarın; İlahi-name Mantıkü’t Tayr, Esrarname gibi eserleri çok çok okumuş hazmetmiş ve eserlerinde bunlardan oldukça feyz almıştır.
YORUMLAR
Bu sayıda da ilim /erdem/feyz erbabı oluncaya kadar Mevlana...
-Geldiği yerin ger,isine dönerek yeniden irdelemişsin üstad.Aslında bu kadar uzun tutmaman lazım sonuç olarak makale kispetinde kabul ediyoruz ama yooo yarınlarda ben bunu kitaplaştırabilirim dersen amenna.Aksi takdirde çok yorucu bir çalışma.Dönüyoruz geçmişe mMevlana'ın yaşamında önemli yer edinmiş olan beylikler/imparatorluklar/krallıklar/yerleşim alanları/babasından sonra geldiği Konya...dolayısı ile halkın içerisinde artık /halktan biri ancak ilim önderi bir zatı azam Mevlana.Umuyorum Muhiddini Arabi ile kıyas ve çatışan bir süreç gelecektir önümüzdeki sayfalarda.Kalemine emeğine sağlık üstad