HANGİ GÖZLE GÖRMEK?
‘Bakmak’ ile ‘görmek’ arasındaki farkı, en azından lügat anlamları ile, hepimiz biliriz. Herkes bakar, ama herkes göremez; üstelik gören ya da gördüğünü sanan herkes aynı derecede, aynı tarzda, aynı şekilde göremez...
İnsanda görebilme kabiliyeti başlıca üç tarzda zuhur eder; öyle ki bunlardan en az birisiyle görebilmek mümkündür, yeter ki insan hakikaten görmek istesin:
1.gözle (fiziksel), yani şeklî görme
2.beyinle (zihinsel), yani fikrî görme
3.kalple (tinsel), yani hissî görme
Hangi gözle olursa olsun, bir noktada gerçek manada görememek söz konusu olur ki buna, Psikoloji terimi olan ‘halüsinasyon’, (İng. Hallucination) ile açıklık getirilebilir. Anlamı: Mevcut olmayan bir şeyi görme, işitme, tat veya kokusunu alma; dışardan bir uyarı olmaksızın hayal gücündeki bozukluk nedeniyle beliren yalancı algılama, görsel yanılsama.
“Kimse, duymak istemeyen kadar sağır olamaz.” derken ‘M. Henry’, diğer yandan “Görmek istemeyenler kadar kör yoktur.” demiş ‘Swift’. Bu veciz söylemlerden esinlenerek, “Kişi, görmek isterse, görebilir; ancak görmek istediğini hem de istediği biçimde görür.”, demek hiç de yanlış olmasa gerek!
Görmek için ilk önce niyet etmek, yani istekli olmak; sonra da ‘alıcı gözle’ bakmak gerekir. Körün büyüğü küçüğü olur mu, tartışılabilir; ancak en büyük kör, görmek istemeyen olmalı! Atı suya kadar götürebilirsiniz, ama ille de içiremeyebilirsiniz, yani hiçbir şey zorlamayla olmaz...
“Başlamak, yarı bitirmektir.”, demiş ‘Horatius’. Değil mi ki bir işi başarmak, bitirmek için bir yerden başlamak gerekir, aynı minval üzere bir hastanın iyileşebilmesinin ön şartı hastanın şifa bulmayı muhakkak istemesidir, öyle ki doktor ve ilaç yarar sağlayabilsin... O hâlde sırf bakmış olmak için değil, görmek amacıyla bakmalı insan.
“Aklınla gör, kalbinle işit.”, der ‘Türk Atasözü’. Büyük kurtarıcımız, Cumhuriyetimizin kurucusu, ulu önder, Gazi Mustafa Kemal: “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.”
Hattı zatında insana mahsus bütün duyular ve kabiliyetler sınırlı ölçüde muktedir olup, insanoğlu, ancak Allah’ın rızasıyla muayyen mucizevî başarılar sergileyebilir. Elbet yaşımız ve çağımız itibarıyla Ata’mızı fiziksel olarak görememiş olabiliriz; ancak ilke ve inkılâplarını, eserlerini ve başarılarını görmemek ne mümkün!
Yaşamakta olduğumuz toplum hayatının haksızlıklar, hakkaniyetsizlikler, zulümler; kısaca kötüler ve kötülüklerle dolu olmadığını söyleyebilmek ne kadar hoş, güzel, ve iç açıcı olurdu... Gün geçmiyor ki irili ufaklı ve insanı çileden çıkaran, kaygılarla yıpratan ve mutsuz kılan psikososyal ve sosyoekonomik konjektürde olaylar gözlemlenmesin...
Tezat ya da paradoks oluşturmada karşıtlık/zıtlık sıfatları fonksiyon gösterdiği veçhile ‘iyi’ ve ‘kötü’ daima birbirini tanımlatır. Ancak, her iyi olmayanı ille de ‘kötü’; her kötü olmayanı ise ille de ‘iyi’ olarak kabul etmemiz her zaman isabet kesbetmez.
İyi – kötü, acı – tatlı, güzel – çirkin, ... gibi birbirini tanımlatan karşıtlıklar öylesine ince âyârlı ve duyarlı bir terazi ile tartılırlar ki insanoğlunun bunun farkına varabilmesi için kalp gözünün muhakkak açık olması iktiza eder. Bir başka deyişle, basireti bağlanmamış ve feraseti körelmemiş insanlar ancak terazinin gücünü bir nebze olsun müdrik olabilirler.
Kötülükler ve kötüler her zaman vardı, hâlâ var ve yine var olacaktır. Eskiden kötüleri saymak daha kolaydı; lâkin iyileri saymak artık çok daha kolay! Mamafih kötüler ve kötülükler sayesinde iyiler ve iyiliklerin kadri kıymeti idrak edilebilmektedir; zira karşıtlıklar birbirini tanımlatan primer unsurlardır.
İnsanlar iyi huy ve meziyetlerle doğarlar; esasen kötü insan yoktur, sonradan bazı olumsuzluklar gelişerek ortaya çıkar ki bunda insanın içinde yaşadığı çevre, yetişme tarzı, aldığı eğitim, ilgi alanları ve karşılaşılan olumsuzluklar mutlak etkendir.
“Kötüler birleştiği zaman, iyiler de bir araya gelmelidirler; yoksa, teker teker giderler.”, demiş ‘Burke’. Ne milliyetimiz, ne de dinimiz kötülere ve kötülüklere karşı duyarsız ve umarsız kalmamızı öngörür. Dünyâmız, zamanı ve zemini kirleten yaratıklar yüzünden yaşanamaz hâle gelmedi mi? Öyleyse iyilerin, en azından kendilerini muhkem bir yapıda koruyabilmek amacıyla, birlik olup dayanışmaları gerekmez mi?
Zamanı ve zemini kirleten yaratıklar
Yüzünden yaşanamaz hâle geldi dünyamız;
Mutluluğu maddede arayan yarasalar
Yüzünden aşılamaz hâle geldi şahsımız...
(Olmaz Olsun..., 1998)
Son zamanlarda ‘kalite’ kelimesi insanlar için sıkça ve farklı boyutta kullanılmaya başladı. Lügat manâda ‘keyfiyet, vasıf, nitelik, ...’ çağrıştıran bu kelime ‘insanın kalitesi / kaliteli insan’ tamlamalarını gündeme getirmekte olup, yazımın başında arz ettiğim farklı görebilme yeteneklerini geliştirip aktive edebilmekle de yakından ilgilidir.
Lâf salatasını ve felsefe yapmayı bir yana bırakacak olursak; insan, kendi kalitesini üstün kılabilir, bunun için kararlı ve azimli olmalı; önce olumlu yönlerini daha da güçlendirmeli, olumsuz yönlerinden ise kendini yavaş yavaş soyutlamaya çalışmalıdır, her ne kadar bazı saplantılar, kemikleşmiş alışkanlıklar kolayca terk edilemese de...
Geçer şöyle böyle ömür,
Azalır mangalda kömür;
Bakmadan da duyar görür,
İstesin yeter ki insan... (2007)
Hoş ve esen kalınız…