- 580 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
448 - FOMARA CİNCİSİ
Onur BİLGE
Define’yi yeni tanıdığımız, fal hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmadığımız, o nedenle henüz aramızda yasaklama kararı almadığımız günlerden biriydi. Akademinin kantininde kahve içiyor, sohbet ediyorduk. Nesrin fincan kapattı. Diğerleri de arkasından… Aylin anlıyormuş öyle şeylerden. Yalan yanlış bir şeyler söyledi. Bizimkiler tatmin olmayınca, konu döndü dolandı, cinlere geldi dayandı. Neşe’ye, Fomara cincisi hakkında sorular sorulmaya başlandı. Teyzesi çok meraklıydı da nerde cinci var, falcı var, bilir bulur, onlardan kocası hakkında bilgi almaya çalışırdı ya… Hani bir gün Neşe’yi de götürmüştü. Şu meşhur Fomara cincisine…
O zamana kadar ona o kadar çok soru soruldu ki nihayet o gün olanları başından sonuna kadar anlatmaya karar vermiş olmalıydı. Olanı biteni bir bir anlattı.
“Teyzem adresi almış ya, bir gün önce akşamüstü gitmiştik. Güneşin batmasına bir saat kadar vardı. Bizi kapıda karşıladı ama içeriye davet etmedi. Zamanın çok geç olduğunu, vaktin kendisi ve cinler için uygun olmadığını, onların çoktan dağıldıklarını ve artık gelmeyeceklerini, sabahları topladığını, her gün sekizde bakmaya başladığını söyledi. Biz de işte o gün, o zaman gittik. Yeni uyanmış olduğu belliydi. Evinin kapısını açmamıştı daha. Dışarıda heyecanla ve sabırsızlıkla bekleşen erkek kadın, çoluk çocuk, ne de çok medet uman vardı!
On beş dakika kadar sonra, gürültüyle açılan yeşil boyalı kapının önünde, iri gövdesi, ak teniyle, yarısı kalan ve ağarmakta olan saçları, ablak yüzü, kırmızı yanakları, eksik dişleri; beyaz atleti, mavili beyazlı yollu pazen pijamasıyla yalınayak belirip, ellili yaşların özgüveniyle:
“Gelin bakalım!” diye bize selenince, hemen önünde bizden önce gelip beklemekte olan insanların arasına karışıp içeriye girdik. Oda ne çabuk da doluvermiş, bir o kadarı da girişte kalmıştı. Başımı çevirip baktığımda, orada da yer bulma sorunu olduğunu gördüm. Anlaşılan, elini çabuk tutmazsa, bahçe de dolup taşacaktı!
Ortada bir halı, dört bir tarafta tahta divanlar vardı. Yerde bile adeta üst üste oturuyorduk. Ayakta kalanlar ona keza!
Adam, kapıdan girince soldaki sedirin ortasına oturdu, avuçlarını açarak dualar mırıldanmaya başladı. Önünde ne sihirli küre ne de bir tas su vardı. Tam karşısındaydım. Teyzem, sağ tarafımdaki sedire ilişmişti. Sağımda solumda bayanlar ve genç kızlar vardı. Bayanlara öncelik mi tanınıyordu yoksa biz mi erkeklere fırsat vermeden içeriye doluştuk, bilmiyorum.
“Çekilin önümden şöyle biraz! Onlar buraya toplanacaklar. Yer verin!” diye bir kişinin oturabileceği kadar yer açtı.
Halının üstündeki o yere baktım, desenlerinden ve vurmakta olan güneş ışınlarından başka göremedim. Bir müddet sonra sanki bekledikleri gelmiş gibi hürmetle karşılayıp, onlara hal hatır sordu. Onu gayet net duyabiliyorduk ama üç harflilerden ses seda çıkmamıştı. Meğer onlar sessiz konuşuyorlar ve sadece Münir Efendi tarafından duyulabiliyorlarmış. Bu nasıl bir konuşmaysa, gürültü olduğunda, söyledikleri dış seslerle karışıyor, anlaşılamıyor olsa gerek ki arada sessizliği sağlamaya çalışıyor, sağa sola komutlar veriyordu:
“Durun!” “Susun! Duyamıyorum…” “Yavaş olun! Kıpırdamayın!” “Biraz geri çekilin! Göremiyorum.”
Bir taraftan da gelenlerin dertlerini dinliyor, anladığını cinlere tercüme ediyor, onlardan duyduklarını soranlara iletiyordu. Anlayamadığım bir şey vardı. Onun söylediklerini gayet net anlayan, anında cevabı yapıştıran bedensiz varlıklar, aynı dili konuşan diğer insanların ne dediğini duymuyor veya anlamıyorlar mıydı? O da Türkçe konuşuyordu. Cince konuşmuyordu. Cevaplar da cince değildi. Türkçeydi ve ana dilinden başka bir dil bilmeyen bu adam onlarla bu dille iletişim kuruyordu. Madem onlar sessiz cevap veriyordu, o da sessiz sorsaydı. Demek ki iletişimde sorular sesli, cevaplar sessizdi. Tuhaf ki ne tuhaf!
Bir süre olanları seyrettim. Ne kadar para verilirse, o kadar ilgileniyordu. Her soru için beş lira alıyordu. Daha fazla para verene cevap yetiştiremediği zaman acze düşmeyi istemediği için:
“Yeter hanım! Bak, sırada bekleyenler var. Onlarla da ilgilenmem lazım! Öyle değil mi? Herkese bu kadar zaman ayıramam ki!” diyor, başını başkasına çevirip, derdini dinlemeye hazır olduğunu hissettiren biçimde mimiklerle ve bakışarıyla soruyordu. Anlaşılmadıysa:
“Senin derdin ne kızım?” “Buyur, kardeşim! Sen anlat bakalım!” gibi sözler ediyor, hemen önünde, daima boş tutmaya çalıştığı yere doğru bakıyordu. Sanki oradakiler dağılıverecek gibi hem dert dinliyor, hem de bir şeyler mırıldanıp, başıyla çember çizip, oraya doğru üflüyordu.
Madem bu kadar samimi dosttular ve her sabah orada hazır ve nazır olacak kadar sadıktılar, onları orada ve bir arada tutmak için neden bu kadar okuyup üfleme gereği duyuyordu?
Sıranın bana geldiğini hissettiğimde yüzüne, gözlerine baktım. Bana da aynı şekilde işaret etmesini, anlatmam için bir şey demesini bekledim.
“Anlatayım mı?” dercesine baktım. Hemen önündeydim ya mutlaka yine aklına geldi, yeri genişletmek ve geldikleri konusunda inandırıcı olmak galiba:
“Biraz geri gidin! Yer açın! Buradalar!” diye uyarmak gereği duydu. Artık anlatmalıydım:
“Teyzem için geldik biz. Teyzemin kocasıyla sorunu var da…”
“Teyzenin adı, anasının adı?”
“Nagehan… Annesinin adı Ümmü…” diye kendisini elimle gösterdim. Onun yüzüne şöyle bir baktıktan sonra okuyup okuyup üflediği yere alçak sesle, saygıyla tekrar etti:
“Ümmü kızı Nagehan’ın kocasıyla meselesi ne?” diye ve ağızlarına bakıyormuş gibi gözlerini oraya dikerek dikkat kesildi. Tek noktaya bakıyordu. Acaba ortak bir karara varıyorlar da grup sözcüsünü mü konuşturuyorlardı? “Geldiler!” dediğine göre ve o kadar yere sığamadıklarına göre, çok değillerse de yine en azından birkaç kişiydiler. Koro halinde konuşmuyorlar veya her kafadan bir ses çıkmıyordu herhalde. Sanki tek kişiyi dinliyormuş gibi kulak veriyor, tek noktaya bakıyordu. Bir süre sonra her şeyi anlamış gibi:
“Onun bir kadınla ilişkisi var. Ona fena bağlanmış. Seni aldatıyor.” dedi. Gel de aksini ispatla! Zaten sorun olduğu belli. Aksi halde orada işi ne? Teyzem, güya cinlerin olduğu yere ilk attığı beş liradan sonra bir beş lira daha attı, ezile büzüle, saygılı, ürkek, çekingen çekingen sordu:
“Bursa’da mı o kadın? Ankara’da mı?” Cinler de cinci de kâğıt paralardan hiç rahatsız olmuyorlardı. Üstlerine doğru eğilip eğilip düşüvereni kapıyor, elindeki desteye ilave ediyor, bir taraftan Türkçeyi yine Türkçe tercüme ediyordu. Cinler, söylenenleri anlayamayacak kadar aptaldılar da her şey neden onlara soruluyordu? Tercüme bitince cevap nakledildi:
“Bursa’da değil. Ankara’da…” Adam anlamıştı. Kim olsa anlardı. Durduk yerden Ankara da nerden çıkmıştı? Demek adam Ankara’ya gidip geliyordu. Karısı burada olduğuna göre. Gerisini uydurmak kolaydı. Teyzem bir beşlik daha attı ve sordu, merakla:
“Nasıl bir kadın o?” Ne dese inanırdı. Onun hakkında hiçbir bilgisi olmadığını anlamıştı. Rahatça atmaya başladı:
“Biraz esmer ama makyaj yapınca kumral oluyor. Siyah saçlı, kestane rengi… Dalgalı, uzun… Fakat arada boyuyor… Saç rengi boyuna değişiyor. İnce, uzun, alımlı, güzel bir kadın… Çok şık… Bir yerde çalışıyor. Devlet dairesi gibi…” Teyzem sarışın ve toplu ya… Okumadığı, ev hanımı olduğu da halinden ve konuşmasından belli… Aklı sıra onun gibi olmamalı, farklı olmalı. Teyzem merak içinde kaldı ve bir soru daha sormak istedi ama adam:
“Bekleyenler var. Tamam. Bu kadar!” diye kestirip atmaya kalktı. Fakat bir beşliğin daha atıldığını görünce kulak kesildi.
“Ondan soğutmak için ne yapabiliriz? Evine bağlanması için… Çevirgel duası falan… Saçından getireyim mi?” Cinci hoca artık önündekilere sormaya gerek duymadan, yani kendisine bir şeyler uydurmak için düşünme payı ayırmadan konuşmaya başlamıştı. Gerisi kolaydı. Hem vakit kaybetmemeliydi. Çok bekleyen vardı:
“Sen onun yastığına falan düşen saç tellerinden almışsın almışsın biriktirmişsin ama ben büyü yapmam. Ondan sana hayır yok! Ayrılacaksınız siz!” Her soru için bir beşlik…
“Ben ne olacağım o zaman?”
“Başkasıyla evleneceksin. Hem de hemen!”
“Nasıl birisiyle?”
“Sarışın, uzun boylu birisiyle…”
“Peki, kocam nasıl? Tarif edebilir misin?”
“Kumral, orta boylu, tıknaz…”
“Hayır, esmer, kısa boylu, zayıf…”
“Canım şimdi öyle o! Eskiden öyle miydi? Çekilin şuradan ya! Bakın cinler dağıldı! Yanlış bilgi geliyor! Aklım karıştı!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 448