- 1262 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARADENİZ GEZİSİ
"Ordu Günleri"
Ordu’ya Tokat-Niksar-Ünye üzerinden giriyoruz. Canik Dağlarını tırmanıyoruz. Yaylalardan geçiyoruz.
Müthiş bir doğa güzelliği ile karşılaşıyoruz. Ağaçlar yemyeşil. Ahşap yayla evleri dikkatlerimizi çekiyor. Ordu’ya yaklaştıkça fındık ağaçları sıklaşıyor ve biraz sonra hep fındık ağacı olarak karşımıza çıkıyor.
Bu etkileyici ve büyüleyici manzara eşliğinde Karadeniz sahillerine ulaşıyoruz. Şimdi Ünye içindeyiz. Küçük ve şirin bir ilçe.
Karadenizin eşsiz güzelliği ile birlikte Ordu’ya doğru ilerliyoruz. Az sonra Türkiye’nin en büyük tünelinden geçiyoruz. Ünye ile Fatsa arasında 3 bin metre uzunluğunda olan Ordu Nefise Akçelik Tüneli.
Kısa bir süre sonra Ordu’ya giriyoruz. Karadeniz Bölgesinin muhteşem doğasını bozulmadan korunduğu Ordu ili temizliği, yeşili ve deniziyle dikkatleri çekiyor.
Şehir Boztepe’ye doğru tırmanıyor. Buraya daha ziyade yerli turistler geliyor. Geçim kaynağı genellikle fındık. Bunun yanında balıkçılık ve turizm. Birkaç tane de fabrikası var.
Ordu şehri, 700 yıllık geçmişe sahip bir şehir. Halan varlığını sürdüren Eskipazar üzerine kurulmuş.
Şehir içinde bulunan öğretmenevine yerleşiyoruz. Kıbrıs’ta görev yapmış olan arkadaşım rehber öğretmen Talip AKARSU, bize buradan yer ayırıyor.
Yerleştikten sonra resteuranta geçiyoruz. Biraz sonra Talip AKARSU da geliyor, derin bir sohbete başlıyoruz. Öğretmenevi Karadeniz’e bakıyor. Denizi seyrederek balıklarımızı yiyoruz.
Akşama doğru şehrin merkezini dolaşıyoruz. Yollar dar. Dükkanlar iç içe. İnsanlar sıcakkanlı. Şehir temiz.
Sahil boyunca yürüyoruz. Her taraf kafeterya, çay bahçesi. Biz de bunlardan birine oturuyoruz. Çok lezzetli olan Karadeniz çaylarından içiyoruz.
Ertesi gün, bize Boztepe’ye çıkmamızı salık veriyorlar. Boztepe, Ordu’ya kuşbakışı hakim en yüksek zirve. Arabasız gidemezsiniz.
Tepeye çıkarken bakir bir güzellikle karşılaşırsınız. Her taraf yemyeşil. Fındık ağaçlarıyla dolu.
Fındık, burada çok önemli bir bitki. Adeta hayatın bir parçası. Ordulular, fındığı kendi çocukları gibi görüyorlar. İtina ile bakıp koruyorlar.
Fındıkların arasında yılan gibi kıvrılarak zirveye çıkıyoruz. Karadeniz bütün çıplaklığıyla ayaklarınızın altında duruyor. Deniz, şehir ve fındık ağaçları birbirini tamamlıyor. Arkada yüce dağlar fona eşlik ediyor.hiç ayrılmayan arkadaş gibiler.biz de bu güzelliği içimize sindire sindire seyrediyoruz.
Daha sonra eski anayol üzerinden Ordu’ya iniyoruz. Denize yaklaşık elli metre yükseklikte üç kız yan yana oturmuş duruyor. Tabi bu, heykelden başka bir şey değil.
Ordu’nun yaygın türkülerinden biri de “Tabya Başında Üç Kız Yan Yana” dır. Tabya Başı, Keçiköyü’ne giden anayol üzerinde ufuklara kadar ayaklar altında serili görünen güzel manzaralı bir semtin adı.
Burası kık elli yıl önce Orduluların Keçiköy’e yaptıkları gezintilerin uğrak yeri imiş. Halk, buraya “Aşıklar Yolu” dermiş.
Türk Edebiyatında da önemli bir yeri olan türkümüz şöyle başlıyor:
Yine yeşillendi fındık dalları
Acep ne olacak yarin halleri
Dalgalanıyor pembe şalvarı
Kız allan pullan gel, gel yanıma
Beyaz kollarını dola boynuma.
Tabya Başında üç kız yan yana
İçlerinden biri göz etti bana
Nur olsun seni doğuran ana
Ordu ili geleneksel el sanatlarıyla da kültür ve sanat dünyasında yerini almıştır. Yaylalarıyla turizme fayda sağlamıştır. Karadeniz bölgesinde ilk belediye tiyatrosu ve Türkiye’de ilk köy gazetesi burada çıkarılmış.
Doğal güzellikleriyle, gelenek ve görenekleriyle, yöresel yemekleriyle mutlaka görülmesi gereken bir yöremizdir..
Giresun Günleri
Ordu’dan sonra uğrak yerimiz Giresun oluyor. Giresun da Karadeniz Bölgesi’nin güzide şehirlerinden biri.
Şehrin bir kısmı denize doğru uzanıyor; diğer kısmı da dağlara tırmanıyor. Kalenin hem doğu; hem de batı tarafına kurulmuş. İki ayrı şehir gibi.
Giresun, ilk defa Fenikeliler zamanında kurulmuş. Burada kiraz bol olduğundan buraya “Kerasus” adı verilmiş.
Sonra Giresun, Romalılar ve Rumların hakimiyetine geçmiş. Romadan gelen komutan Giresun’dan ayrılırken hiç görmediği kiraz fidanlarından da yanında götürmüş. Böylece Avrupa’ya kiraz, buradan yayılmış. Buradan da bütün dünya, kirazı, Giresun sayesinde öğrenmiş.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinden sonra, 1461 yılında Pontus Rum Devletine son verilerek, Giresun, Türk topraklarına katılmış.
Günümüzde bu şehir, dünyanın fındık merkezi olarak biliniyor. Fisko-Birlik Genel Merkezi burada bulunuyor. Bunun yanı sıra balıkçılık ve turizm de geçim için, önemli yer tutuyor. Özellikle yayla turizmciliği çok gelişmiş. Adeta bir sektör haline gelmiş. Bir de Karadenizin tek adası olan Giresun Adası da bu şehir sınırında yer alıyor. Burası da çok ilgi çeken yerler arasında.
Bizi, şehre girerken üniversitede beraber olduğumuz, ekmeğimizi, derdimizi, acımızı paylaştığımız kardeşim Yakup Yayla karşılıyor.
Kucaklaşıyoruz. Evinde iki gün misafir oluyoruz. Karadeniz insanının en sıcak sevgisini sunuyor bize. Misafirperverliğin en yücesini gösteriyor. Hanımı Halime Hanım, adeta etrafımızda pervane kesiliyor. Kızları Şeyma ile Maide hizmet için birbirleriyle yarışıyor. Bir misafire ilgi, ancak bu kadar gösterilebilir. Rahat etmemiz için her şeyi sağlıyorlar bize. Gerçekten de rahatız. Çünkü dost bir evdeyiz.
Akşam Ekrem Özdemir, hanımı ve çocuklarıyla geliyor. O da sınıf arkadaşımız. Tabiri caizse bizim kumpanyadan. Yarenimiz, dostumuz, canımız.
Yıllar, pek bir şey götürmemiş arkadaşlardan. Ben biraz göbeklenmişim, Yakup’un saçları gitmiş, Ekrem’in yanakları ve gıdıkları biraz etlenmiş. Bunun dışında hep aynı kalmışız.
Bir aile çay bahçesine gidip hasretleşiyoruz. Bayanlar kendi aralarında iyice tanışırken, bizler hep üniversite yıllarını yad ediyoruz.
Ertesi gün hep birlikte yaylalara çıkıyoruz. Giresun’un iç kesimlerine doğru 30 km uzaklıktaki Dereli ilçesi üzerinden Kümbet Yaylasına çıkıyoruz.
Yol boyunca doğal manzara başımızı döndürüyor. Alabildiğince yeşillik, orman ve su…
Kümbet Yaylası 1710 Rakıma sahip. Burası uluslar arası yayla şenliklerine de ev sahipliği yapıyormuş.
Zirveye ulaşıyoruz. O kadar soğuk ki üşüyoruz. Allah’tan Ekrem hazırlıklı davranmış. Arabanın arkası kışlıklarla dolu. Bize birer mont veriyor. Giyiyoruz.
Yaylanın girişinde küçük bir Pazar var. Köy girişi restoranlar, çayhaneler, kebap evleri, bakkallarla dolu. Köye girer girmez et kokuları burnumuza doluyor. Her taraf et kokusu ile sarılmış. Kokuları duyunca açlığımızı hissediyoruz.
Ekrem, fırından taze çıkmış pide alıyor. Sıcacık. O kadar lezzetli geliyor ki, tadını unutamıyoruz.
Yemek için biraz aşağıya, Uzundere köyü’ne iniyoruz. Burada alabalık tesisleri var. Dileyen balık, dileyen et veya tavuk tercih ediyor. Tabii yerel yiyecekler de bol miktarda sunuluyor.
Uzundere Köyü, Kümbet yaylasının 5 km kadar aşağısında. “Uzundere Alabalık Tesisleri Aile Pansiyonu”na geliyoruz. Rüstem Mert ve Oğulları işletiyor burasını.
Bir akarsuyun hemen yanına kurulmuş. Yapılar hep ahşap. Bölgesel özellikler aynen korunmuş.
Ben, balık söylüyorum. Izgarada pirzola da yapılıyor. Balık, çok lezzetli. Çünkü tereyağ ile pişiriliyor. Yörenin suyundan mı, otundan mı bilemem, ben, daha bu kadar lezzetli bir balık yemedim.
Bu arada söz balıktan açılıyor. Ekrem’in büyük oğlu Mehmet Buğrahan, tam bir balıkçı. Olta ile yakaladığı balığı anlatıyor. Fotoğrafını çekmiş, gösteriyor. Bu konudaki hünerini anlata anlata bitiremiyor.
Balığın arkasına demli çaylarımızı içiyoruz. Karadeniz, ne de olsa çayın anayurdu. Bu nedenle çayın tadı bir başka oluyor.
Yakup bu arada “Buyduk! Buyduk!” diye haykırıyor. Ne demek diye soruyorum. Yöresel ağız olduğunu ve çok üşümek, donmak anlamına geldiğini söylüyor. Espiri yapıyor “Ekrem de olmasa zatürre olup gideriz” diyor. Hep birlikte gülüyoruz.
Kalkma vakti geliyor. Zira sis bütün yaylaya çöküyor. Nerede ise göz gözü görmüyor. Ekrem son bir kez dağda, daireler çizerek bize doğal güzelliği gösteriyor.
Arada bir akan pınarların başına durup, buz gibi kar sularından içiyoruz.
Müthiş bir gün yaşıyoruz. Doğanın her türlü manzarasını içimize sindiriyoruz. Akşam evlere döndüğümüzde yorgunluktan bîtap düşüyoruz.
Ertesi gün Trabzon’a geçeceğiz. Of Üzerinden Uzungöl’e kadar uzanacağız. Burada birkaç gün mola verip dinleneceğiz.
Tabii oradaki doğal güzellikleri de sizlerle paylaşacağız.
Trabzon Günleri
Trabzon’u en ince ayrıntılarına kadar yaşamak ve anlatmak gerekir. O kadar güzel bir şehir ki anlatmakla bitiremezsiniz.
Trabzon, Karadeniz Bölgesi’nin bir incisi. Buranın en büyük şehri. Bir deniz, bir liman kenti.
Müzeleriyle, örenyerleriyle, doğal güzelliği ile Trabzon bambaşka bir şehir. İnsanları cana yakın. Sıcak ve misafirperver.
Önce cennet gibi bir manzara görmek için Boğaztepe’ye çıkmalısınız. Burada bulunan çay bahçelerinden birinde oturup, Karadeniz’e has çaylardan içmelisiniz. Size mis gibi semaver getirirler. Bütün Karadeniz’i ayaklarınızın altına seriverirler. Ilık ılık esen rüzgar altında yudumlarsınız mis gibi tavşan kanı çaylarınızı.
Sonra şehre gezmeye inersiniz. Caddeler temizdir. Dilerseniz meydanda Atapark’a oturup dinlenirsiniz. Burası günün her anı kalabalıktır. Zannedersiniz ki bütün Trabzon halkı burada oturmuş dinleniyor. Sıcak almışsanız eğer burada buz gibi içecek meşrubatlar bulabilirsiniz.
Dinlendiyseniz şehri gezmeye başlayabilirsiniz. Uzun bir caddede yürüyeceksiniz. Buraya Uzun Cadde adını vermişler. Yollar biraz dardır. Bu nedenle iki araba yan yana zor gider. Genelde tek yön olarak verilmiş yollar. Bu nedenle bir rahatlama olmuş trafikte.
Yol üzerinde tarihi mekanlara rastlarsınız. Osmanlı döneminden kalma camileri gezersiniz. Bunların yanında gezebileceğiniz güzel müzeler vardır Trabzon’da.
Örneğin Trabzon Müzesi, Ayasofya Müzesi, Atatürk Köşkü bunlardan bazılarıdır. En büyük özellikleri hepsinin de şehir içinde olmalarıdır. Ve bunlar mutlaka gezip görülmesi gereken yerlerdir.
Trabzon Müzesi zeytinlik Caddesin’dedir. 1990’lü yılların başında Banker Kostaki Teophylaktos tarafından büyük programlı konut olarak yaptırılmış. Mimarlarının İtalyan olduğu ve İtalya’dan getirildiği biliniyormuş.
Konak sahibi iflas etmiş. İflas etmesiyle birlikte mallarına haciz konulmuş. Böylece Konak başkalarına geçmiş.
Milli mücadele yıllarında burası karargah binası olarak kullanılmış. 1924 yılında Atatürk’ün Trabzon’u ilk ziyaretinde konaklaması için düzenlenmiş. Atatürk ve eşi Latife Hanım, beraberindekilerle burada konaklamışlar.
Sonraları bina, Hükümet Konağı, Genel Müfettişlik Binası ve Kız Meslek Lisesi olarak hizmet vermiş. 22 Nisan 2001 tarihinde ise arkeolojik ve etnografik eserlerin sergilendiği Trabzon Müzesi olarak ziyarete açılmış.
Giriş katında İslami Eserler, silahlar, Yazma Eserler, Dokumalar, Takılar,Giysiler gibi bölümlerin yanında TC 5.Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Seksiyonu ve Atatürk’ün yatak odası bulunmaktadır.
Konağın Asma Katı Trabzon Müze Müdürlüğü olarak düzenlenmiştir ve idari kattır. Müze yapı olarak Barok rokoku üslübundadır. Ana salonda yer alan dört adet sütunda Marmarina (imitasyon mermer) tekniği kullanılmış. Binayı bu kadar önemli kılan şey ise bu mimarı tarzı imiş.
Trabzon Müzesi’nden sonra uğrayacağınız yer Ayasofya Müzesi’dir. Bu müze, Trabzon İmparatorluğu krallarından 1. Manuel Komnenos zamanında (1238-1263) inşa edilmiş.
Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethini takiben yapı, camiye çevrilmiş. Daha sonra da vakıf eser olmuş
1868 yılında harap olan camii Bursalı Rıza Efendi’nin teşvikleriyle yeni baştan onarılmış 1. Dünya Savaşı yıllarında sırasıyla depo, hastane daha sonraları yine camii olarak kullanılmış. 1964 yılında ise müze olarak ziyarete açılmış.
Geç Bizans Dönemine ait olan yapı, kare-haç planlıdır ve yüksek bir merkezi kubbeye sahiptir.
Narteks odasına girdiğinizde duvarlara işlenmiş, Hz İsa’nın mucizelerini anlatan figürlere rastlarsınız.
Genç İsa, Kudüsü Şerif Mabedinde alimlerle konuşuyor.
Hz İsa, kör bir adamın gözlerini açıyor.
Şeytana mübtela olmuş bir çocuğun mucizesi görülüyor.
Yine figürlerde Ha İsa’nın Kefer-Kama Düğününün mucizesi anlatılıyor. Hz İsa ve annesi Kefer-Kama’da bir düğüne giderler. Düğünde şarap biter. Annesi dostlarının mahçup olmaması için İsa’ya bir çare bulmasını söyler. İsa, orada bulunan suları şaraba çevirir.
Kemer mucizesinde ise şu anlatılıyor: Hz İsa öldükten sonra yüzüne bir havlu koyarlar ve havluda Hz İsa’nın sureti çıkar.
Son figür ise Hz İsa’nın dostları ile gölü geçerken fırtınayı dindirmesi anlatılıyor. Gölden geçerlerken, fırtına çıkıyor. Havarileri bu fırtınadan korkuyor. Hz İsa uyanıyor ve fırtınayı dindiriyor.
Ve su üzerinde yürüyor.
Son olarak gideceğiniz yer Atatürk Köşkü’dür. Bu Köşk biraz şehir dışında olduğu için mutlaka araba ile gidilmesi gerekiyor.
Köşk, Soğuksu Semtinde bir tepe üzerinde ve çamlar arasında bulunuyor. Güzel bir manzarası var. Beyaz bir görünüme sahip. Etrafı çeşitli çiçeklerle donatılmış.
Köşk, Trabzonlu Banker Kostantin Kabayanidis tarafından 1890’da yazlık olarak yaptırılmış.
Atatürk, 15 Eylül 1924’te Trabzon’a geldiğinde burayı çok beğenmiş. 27-29 Kasım 1930 tarihlerinde Trabzon’a ikinci kez geldiğine köşkü de ziyaret etmiş.
Köşk, 1930 yılında satın alınarak Atatürk’e hediye edilmiş.
Atatürk, 10-12 Haziran 1937’de Trabzon’u üçüncü ve son kez ziyaret etmiş. Bu köşkte iki gece kalmış. Doğu illerinin Vali, Belediye başkanı ve diğer yöneticileriyle burada toplantılar yapmış.
11 Haziran 1937 gecesi bütün mal varlığını Türk Ulusuna armağan etme kararını alarak vasiyetini burada yazmış. Vasiyetine:
“Hayatımın hatırlayabildiğim en mutlu dakikalarını yaşıyorum. Yıllarca önce düşündüğüm bu işi Trabzon’da tamamlamak mümkünmüş. (11 Haziran 1937)”
“Mal ve mülk bana ağırlık veriyor. Bunları milletime vermekle ferahlık duyuyorum. İnsanın serveti, kendi manevi kişiliğinde olmalıdır. Ben Büyük Milletime daha neler vermek istiyorum” diye yazıyor.
Köşk şu bölümlerden oluşmuş: Salon, misafir Odası, vasiyetini yazdığı oda, yemek odası, oturma odası, lavabo, banyo, tuvalet.
Köşkte her şey orijinalliğini korumuş. Sadece Tül perdeler değiştirilmiş.
İkinci katta bekleme odası, salon, yatak odası, çalışma odası ve toplantı odası bulunuyor.
Salonda Atatürk’ün şu sözleri yazılmış: “Ben olayım olmayayım; görevinizi bana karşı değil, Türk Milletine karşı yapacaksınız.”
Bembeyaz görünümü ile çiçekler içinde ve çamlar arasındaki Atatürk Köşkü’nü aklınızdan kolay kolay çıkaramayacaksınız.
Trabzon Rize yolundan Of’a geçiyoruz. Bizi burada Refik Albayrak bekliyor.
Refik ile de okul arkadaşıyız. O, şimdi Taşkıran Beldesi”nin Belediye başkanı.
Onu takip ederek, Çaykara üzerinden Uzungöl’e geliyoruz. Aralarındaki mesafe 20 km.
Uzungöl’e girerken ilk dikkatimi çeken çift minareli camii oluyor. Merkez Camii, adeta Uzungöl ile bütünleşmiş. Buranın simgesi haline gelmiş.
Karşımızda müthiş bir manzara var. Göl, tamamen dağlarla çevrelenmiş. Yemyeşil dağlar arasında bir göl. Uzun bir göl. Gözlerimizi bu güzellikten alamıyoruz. Sanki de cennetin bir köşesindeyiz.
Köprüden geçip, göl kıyısı boyunca ilerliyoruz. Kıyı sonunda bir motelin salonuna geliyoruz. Burada bir Karadeniz düğününe şahit oluyoruz. Refik bizi önce bir düğüne getiriyor. “Düğünden sonra kalacağınız yere gideriz.” diyor.
Biraz sonra erkekler horon tepiyor. Refik de horona katılıyor. On dakika olmadan kan ter içinde kalıyor. Çünkü horon öyle bir hızlı oynanıyor ki buna dayanmak mümkün değil.
Düğün sonrası gölün karşı kıyısına geçiyoruz. Burada bulunan Aygün Oteli’nde kalacağız. Burası gölün en güzel, en manzaralı yeri. Gölü ve dağları tam cepheden görüyorsunuz.
Uzungöl, Karadeniz Dağları’ndan gelen derelerle besleniyor. Her taraf dere ve akarsu yatakları ile dolu.
Göl, dupduru. Çarşaf gibi dümdüz. Tüm yapılar ahşap. Karşı yamaçta bir köy görünüyor. Buraya Büyükköy deniliyor. Köy, biraz yukarda olduğu için turistik alanla pek fazla ilgilenmiyor. Adeta kendi dünyalarında yaşıyorlar. Göle dinlenmeye, tatile gelenler lüks, pahalı bir yaşam sürdürürlerken, onların haberi dahi olmuyor nerdeyse.
Yollarda köylü kadınlara rastlıyoruz. Tipik Karadeniz kadınları. Sırtlarında şelek şelek yük taşıyorlar. Neredeyse yere kadar eğilmişler. Yükün altında adeta eziliyorlar. Ama bir o kadar da mağrur ve gururlular. Çünkü onlara göre yaptıkları ezilme değil, kutsal bir görev. Evine yardım etme. Geçime fayda sağlama.
Taşıdıkları, dağdan kestikleri ottan başka bir şey değil. Bu otları kurutup, kışın ineklere veriyorlarmış. Çünkü kış burada çetin geçiyor.
Akşam için otele yerleşiyoruz. Otel, bungalovlar halinde düzenlenmiş. Temizlik bakımından mükemmel. Lüks ve donanımlı. Arkada bir şelale var. Suyu gürül gürül akıyor. Sesi şarkı gibi geliyor. Resteaurantı var. Akşamları canlı müzik eşliğinde yemeklerinizi yiyorsunuz.
Ertesi gün, Güneye doğru 15 km gidiyoruz. Buralarda yaylalar var. Uzungöl’ün yaylaları meşhur. Zirveye doğru çıkarsanız Yedi Göller Bölgesine varırsınız. Burada sizi müthiş bir doğa güzelliği karşılar.
Biz, Demirkapı Köyü’ne çıkıyoruz. Yol stebilize olduğundan zorlanıyoruz. Ama doğanın o zengin, o müthiş manzarası bize her türlü zorluğu unutturuyor.
Her taraf ağaç. Her yan yemyeşil. Su alabildiğince. Dereler, şelaleler, pınarlar… sayısını biz de unutuyoruz. Sular saf. Kar suyu. Soğukluğundan içemiyorsunuz. Hava burada hep soğuk. Bu nedenle hırkalarımızı daima yanımızda bulunduruyoruz.
Yol boyunca arıcılara rastlıyoruz. Bize Anzer Balını övüyorlar. Çünkü burada, Anzer Köyü’nde üretilen bu bal dünyaca biliniyormuş.
Demirkapı köylüleri bizi dostça karşılıyor. Köy, 1800 metre yükseklikte. Çevre koruma altına alınmış. Doğal bir güzelliği var. Bu nedenle sit alanı ilan edilmiş. Evler hep ahşap.
Köyde şu anda hayvancılıkla uğraşan aileler bulunuyor. Köyün elektriği ve telefonu var. Sadece kış geldiği zaman üç ay kadar bir süre yollar kapanıyormuş.
Köyde Muzaffer Yüce isimli bir vatandaşın misafiri oluyoruz. Bize çay ikram ediyor. Çaylar hep hazır olduğundan hemen geliyor. Bana “Tam oturduğun yere Serdar Denktaş da oturdu. O da burada çay içti.” diyor.
Bundan sonra ister istemez konu Kıbrıs oluyor. “Ne biliyorsunuz? Ne duyuyorsunuz?” diye soruyorum. Muzaffer Bey “Televizyon ve internet sayesinde dünya küçüldü. Her şeyi öğreniyoruz” diyor.
Karşımızda dumanlı Karadeniz Dağları, ellerimizde Rize çayları, sohbete devam ediyoruz. Yüce klasik, bildiğimiz türden sözler söylüyor: “Kıbrıs’ı bizim bir parçamız gibi görüyoruz. Ama Kıbrıslı gençlerin sözleri bizi üzüyor. Söyledikleri bazı sözleri Yunanlılar bile söylemez. Oradaki Türk askerine işgalci diyorlar. Bu bizi üzüyor. Biz askeri güvence olarak görüyoruz.”
Çaylarımızı yudumlamaya devam ediyoruz. Tazeliyoruz. Burada çayın tadı çok lezzetli. Birkaç bardak içiyoruz.
Bu arada küçük çocukların önümüzdeki camiden çıktıklarını görüyoruz. Muzaffer Bey bilgisini burada da ortaya koyuyor: “Bakın bunlar bizim çocuklarımız. Dinlerini öğreniyorlar. Sizin orda olsaydı kıyametler kopardi. Dinini herkes öğrenecek. Dinini bilenden zarar gelmez. Bilmeyenden gelir. Kıbrıs’ta Kuran Kurslarına karşı gelindiğini duyduk. Halbu ki dinin bilinmesi gerekir. Ölürsek arkamızdan bir dua oküyanımız olmalı. Bunun kime ne zararı olacak?” diyor,
Çayımız bitiyor. Hava kararmaya başlıyor. Müsaade isteyip aşağıya iniyoruz.
Tekrar göle geliyoruz. Otelimizde canlı müzik eşliğinde yemek yiyoruz. Ben yöresel yemekleri tercih ediyorum. Önce lahana çorbası içiyorum. İçinde lahana, barbunya, mısır taneleri ve mısır unu var. Bizim bilmediğimiz bir tat. Ardından muhlama geliyor.Peynirin tereyağda pişmiş şekli. Sıcak sıcak yeniyor. Bir de Kuymak denilen aperatif biçiminde bir yiyecek türü var. Buna ekmeği banıp banıp yiyorsunuz.
Eğer midenizde yer kaldıysa en son balığa sıra geliyor. Balık burada tereyağ ile yapıldığından tadına doyum olmuyor.
Zeynep adlı bir müzisyenin saz eşliğinde Anadolu Türküleri dinleyerek unutulmaz bir gece yaşıyorsunuz.
O gece Refik Bey’in ailesi ve Belde’de görev yapan ebe hanım da misafirimiz oluyor. Karadeniz müziği eşliğinde eğleniyoruz.
Ertesi gün son günümüz. Belediye Başkanı’nın evine misafir oluyoruz. Başımızdan geçen komik olayları anlatarak zevkli bir kahvaltı yapıyoruz.
Başkan bölgede çok seviliyor. Çalışkanlığını ve üretkenliğini herkes taktir ediyor. Bu nedenle de her dönem seçiliyormuş.
Biz de misafirperverliğini ve dostluğunu taktir ediyoruz. Buradan hepsine teşekkür ediyoruz.
Çay ve Şenlikler Diyarı Rize
Rize’yi bilmeyen duymayan yoktur. Her sabah kalktığımızda kahvaltı yaparken, veya yorulduğumuzda yorgunluk atmak için içtiğimiz çayın anayurdudur Rize.
Rize, Karadeniz’in doğusunda bulunan, muhteşem manzarasıyla, eşsiz doğa güzelliğiyle cennet bir şehir. Rize, şenlikleri ile tanınan bir yer. Her yaz aylarında bir çok Yayla Şenliklerine ev sahipliği yapıyor. Bunlardan en ünlüsü Ayder Yayla Şenlikleri.
Dağcılık Sporu, Yürüyüş Sporu, Rafting sporu da yapabiliyorsunuz burada. Tesis bakımından oldukça gelişmiş bir şehir.
Rize’de bir gece konaklıyoruz. Bize Botanik Çay Bahçesine gitmemizi öneriyorlar. İlk işimiz burayı ziyaret oluyor. Meydandaki Şeyh Camii arkasındaki caddeye geliyoruz. Burası yokuş bir yol. Mesafe kısa; ama yokuş çok dik. Bu nedenle arabanız yoksa yürümenizi tavsiye etmem. Ya dolmuşlara ya da taksilere binin. Taksiler çok ucuz olduğu için taksiyi öneririm. Beş dakika sonra oradasınız.
Burası bir tepenin üzerinde kurulmuş bir park alanı. Çiçekler daha ilk girişte size gülümsüyor. Her çeşidine rastlamanız mümkün. Mis gibi kokular doluyor içinize. Banbu masalar ve sandalyeler bulunan dinlenme kısmına geçip oturun. Hiç katkı girmeyen, Rize çaylarından bir için. Semaver olarak önünüze getiriliyor. Çayınızı yudumlarken hem serinleyin; hem de o müthiş doğa güzelliğini izleyin.
Rize, ayaklarınızın altında kalıyor. Bir ayağınız Karadeniz’e uzanıyor, bir ayağınız da dağlara doğru tırmanan çay bitkilerine. Burada çay, o kadar çok ki alabildiğince gidiyor. Hiç boş alan göremezsiniz. En küçük bir alan bile değerlendirilmiş.
Ayder Yaylası’nın ününü bir çok kez duymuştum. Bu nedenle ertesi gün buraya gidiyoruz. Rize çıkışından Çayeli Yoluna giriyoruz. Çayeli’de yemek molası vereceğiz. Çayeli’nin içine giriyoruz. Yolumuzun üzerine Lale Resteurant çıkıyor. Biz, kuru fasulye ve pilav ısmarlıyoruz. Yemekler o kadar lezzetli geliyor ki dayanamayıp birer tabak daha söylüyoruz. Hele yanında bir kase de yoğurt olunca tadını unutamıyorsunuz.
Tekrar yola koyuluyoruz. Önümüzde Ardeşen var. Şehre tam girmeden Levhalar sizi dağ tarafına yönlendiriyor. Ayder yazısını görünce, tam Ardeşen Köprüsü’nün önünden dağa doğru tırmanışa geçiyoruz. Yine her taraf yem yeşil ağaçlıklar, çaylar, dereler, sular…
Buradan itibaren en Doğuya kadar meşhur Kaçkar Dağları’nın başladığını öğreniyoruz. Kaçkar 3932 metre yüksekliğiyle heybetli bir pehlivan görünümünde. Bizde büyük bir hayranlık uyandırıyor.
Ayder Yaylası Trabzon’a 160 km, Rize’ye ise 82 km uzaklıkta. Ulaşım sorunu yok. Çamlıhemşin’e de sadece 18 km mesafe var.
Stres atıp, huzur bulmak istiyorsanız, tüm yorgunluğunuzu giderip dinlenmek istiyorsanız buraya mutlaka gelmelisiniz. Doğanın size bahşettiği o güzellikleri doya doya görmelisiniz. Kuş sesleri, su sesleri ve ağaçların hışırtıları sizi bambaşka bir dünyaya götürecek. Burada sonsuzluk duygusunu yaşayacaksınız. Eğer adrenalinizin daha da artmasını istiyorsanız yol üzerinde bulunan Dağ Raf tesislerinde Rafting dahi yapabilirsiniz. Vahşi doğanın size sunduğu kızgın sularda heyecanınızı ikiye katlayabilirsiniz.
Ayder Yaylası 1987 yılında Turizm Merkezi , 1994 yılında da Milli Park ilan edilmiş. Burada düşünemeyeceğiniz kadar, lokanta, otel ve pansiyona rastlarsınız. Ayrıca burada bir de kaplıca bulunuyor. Bel ağrılarından şikayetiniz varsa buradaki şifalı sularda banyo yapıp derdinize derman arayabilirsiniz.
İlk işimiz pansiyon aramak oluyor. Bize en uygun, dağa doğru tırmanan Köksal Pansiyon oluyor. Bir gece kalacağımızdan burayı uygun buluyoruz. Odalar temiz. Sıcak su mevcut ve sabah kahvaltı veriliyor.
Kaldığımız oda tam dağa bakıyor. Çok nefis bir manzara ile yüz yüzeyiz. Yeşilin her tonu ile karşı karşıyayız. İçimize huzur doluyor. Dağlardan süzülerek aşağıya doğru inen şelâle, görülmeye değer. Sırf bu şelaleyi görmek için buralara kadar gelebilir insan. Kaçkar’ı pasta gibi bıçakla ikiye bölmüş. Bulutların arasından aşağıya doğru süzülüyor. Suyun hikayesini dinliyorsunuz. Bulutların arasından çıkan, yeşillikler içinde kaybolan bir dostluk hikayesi bu.
Burada su, o kadar çok ki bu konuda şiirler, öyküler hatta roman bile yazabilirsiniz. Size ilham vermeye hazır bir manzara ile berabersiniz.
Biz, Kaplıca’ya giriyoruz. Tansiyon ve Kalp hastası olanlara girmek tavsiye edilmiyor. Çünkü doğal olan su, çok sıcak. Bizlere de onar dakika ara ile girip çıkmamız öneriliyor. Zaten bir saatlik süre veriliyor. Biz de bu süreyi zevkle değerlendiriyoruz.
Ayder’de akşam oluyor. Az önce yemyeşil, cennet gibi görünen Kaçkar Dağları şimdi renk değiştiriyor. Siyah oluyor. Kapkara bir görünüme bürünüyor. Dağlara adeta hüzün çöküyor. İlerleyen vakitlerde hüzün, yerini kasvete; hatta korkuya bırakıyor.
Hava artık iyice kararıyor. Dağlar hiç görünmez oluyor. Sonsuz bir karanlık var önümüzde. Bu da bize korku veriyor. Dağa şimdi sessizlik hakim oluyor. Cıvıl cıvıl olan yol, şimdi sessizliğe bürünerek,viraneye dönüyor.
Herkes oteline, pansiyondaki odalarına çekiliyor. Gece cansız. Gecede hareket yok. Canlılık yok. Bir sıkıcılık, bir kasvet var. İnsanın aklına ölüm geliyor.
Biz de erkenden yatıyoruz. Gece, bize ürküntü verdiği için sabah erkenden kalkıp Ayder’den inişe geçiyoruz.
Çamlıhemşin’den Ardeşen’e geliyoruz. Yönümüzü daha da doğuya çeviriyoruz. Fındıklı’ya geliyoruz. Burası Rize’nin son ilçesi. Buradan sonra Artvin il sınırına geçiyoruz. Artık araçların plaka numaraları değişmeye başlıyor. Arhavi’ye; sonra da Hopa’ya geçiyoruz.
Hopa’dan on-on beş dakika daha giderseniz artık Türkiye sınırlarına gelirsiniz. Sizi burada Sarp Sınır Kapısı karşılar. Buradan sonrası Gürcistan.Ama biz oraya gitmiyoruz. Artvin’in 70 km uzaklıkta olduğunu öğreniyoruz.
Tereddüt etmeden içlere doğru Artvin’e ilerliyoruz. Birkaç saat sonra Artvin’de olacağız. Orayı da sizlere bir sonraki yazımda anlatacağım.
ARTVİN
Artvin yollarına düşerek en doğuya doğru gidiyoruz.
Karadeniz Bölgesinin Doğu Karadeniz bölgesinde yer alan Artvin’in; doğu ve güneydoğusunda Ardahan, güneyinde Erzurum, batısında Rize, kuzeybatısında Karadeniz, kuzeyinde Gürcistan Cumhuriyeti bulunmaktadır.
5000 yıllık tarihi geçmişi içerisinde yörede yaşamış değişik medeniyetlerin izleri olan ve kendi türünde nadir bulunan; manastır, kilise, kale ve köprüleri ilimizin tarihi eserler yönünden zenginliğini ortaya koymaktadır.
Dorukları karlarla kaplı dağları; ilgi çekici ahşap mimari yapı tarzıyla yeşil yaylaları; anıt ağaçları ile bozulmamış doğal ormanları; yüksek dağlarının doruklarında krater gölleri, karagölleri; Çoruh Vadisi ve kanyonları gibi çok çeşitli doğal değerleri içinde barındıran Artvin, doğa turizmi zenginliği ile Türkiye’nin sayılı illeri arasında yer alıyor.
Kaçkar ve Karçal dağlarında yapılan dağ tırmanışları, bölgenin değişik yörelerinde doğal güzellikler içinde bulunan trekking parkurlarında yapılan doğa yürüyüşleri, Çoruh Nehri ve Barhal çayında yapılmakta olan rafting, katamaran ve kano gibi akarsu sporları yörenin turizm potansiyelini de açığa çıkarmaktadır.
İl genelinde yılın değişik tarihlerinde düzenlenmekte olan Festival ve Şenlikler, yöre insanının kültürel zenginliğini yansıtmakta ve yapılan bu faaliyetler sayesinde; zengin doğa yapısı, tarihi eserleri, alternatif turizm çeşitliliği, festival ve şenlikleri gibi çeşitli turizm değerlerine sahip olan Artvin, Çoruh Nehri üzerinde yapılmakta olan barajların tamamlanması ve Karadeniz Otoyolunun hizmete girmesi ile ülke turizmi içindeki layık olduğu yere kısa zamanda ulaşacaktır.
Geçmişte Çoroksi, Çorok, Kollehis ve Klarceti, Osmanlı Döneminde ise Livane olarak bilinen Artvin’in bu ismini nereden aldığı ve hangi tarihten itibaren kullanıldığı tam olarak bilinmemektedir. İlk adları Çoruh Irmağı ile ilişkin olduğu anlaşılmaktadır.
Hopa’dan sonra Artvin’e giriyoruz. Bu arada yolda Borçka levhasını görüyoruz. Ben bu adı ilk defa duyduğumdan Gürcistan şehri sanıyorum. Eşim gülüyor. “Olur mu öyle şey? Gürcistan daha ileride. Bu, olsa olsa Artvin’in bir ilçesi olur” diyor. Ben iddia ediyorum. İsim yabancı geliyor. Rusça’ya benziyor diyorum. “biraz sonra görürsün” diyor.
Bir saat olmadan önümüze çıkan levhada Borçka yazıyor. Hanım “Gürcistan’a girdik. Hayret kimse pasaport da sormadı” diyor alay ederek. Bahsi o kazanıyor. “Ne yapayım
Cahilliğime bağışla” diyorum. Tatlı bir espri olarak hatıralarımızda kalıyor Borçka.
Dağları adeta koşarak tırmanıyoruz. Fındıklar burada yerini çaya bırakmış. Daha ziyade çay bitkileri gözümüze çarpıyor.
Dikkatlerimizi çeken bir şey de dağlardan yollara kadar uzanan halat teller oluyor. Önce çözemiyoruz. Ama biraz sonra karşımıza tüm canlılığı ile çıkıyor. İnsanlar tahtadan yaptıkları küçük kasaları burada asansör veya teleferik olarak kullanıyorlar. Dağlardan, bu tel halatlar üzerinde ya eşya taşıyorlar; veya kendilerini aşağıya indiriyorlar. Çok değişik ve ilginç bir görüntü oluşturuyor. Ama bizim için hayati tehlike taşıyor. Oysa buradaki insanlar için çok basit ve eğlenceli bir iş görünüyor.
Bazen de çuvalların dağlardan yuvarlandıklarına şahit oluyoruz. Karadeniz insanı hiç zora gelmiyor. Her şeyin pratik çözümünü bulmuş. “Ne kadar zeki insanlar diyorum” kendi kendime.
Artvin Dağları arasından Çoruh kıvrılarak akıyor. Dev bir yılan gibi. Sanki devasa bir piton. Ama yol boyunca bizden arkadaşlığını, dostluğunu esirgemiyor. Ben, Çoruh’un hiç bu kadar görkemli olduğunu tahmin etmiyordum. Deli divane akıp gidiyor. Kabına sığmıyor. Hatta yet yer dağların arasına açtığı yarıklardan bile içlere doğru sızıyor.
Çoruh, bölge için büyük önem taşıyor. Şantiyeler, yol yapımı şehre girene kadar bitmiyor. Kaç işsize, fakire fukaraya ekmek kapısı olmuş. Kaç insanın karnını doyurmuş.
Şehre girerken önce sizi Artvin kalesi karşılıyor. Artvin Köprübaşı mevkiinde bulunmakta olup, X. yy’da inşa edildiği tahmin ediliyor. Osmanlılar döneminde de kullanılan kale günümüze sağlam olarak ulaşmış olup, içinde su deposu (sarnıç) ve küçük kilise (şapel) bulunuyor.
Şehir dağların üzerine kurulmuş. Dar bir alan içinde engebeli arazi üzerine yerleştirilmiştir
İl topraklarının %95’i ormanlarla kaplıdır. Orman ve ağaç türleri bakımından Türkiye’nin en zengin yerlerinden biridir. Artvin topraklarının büyük bir bölümü sarp ve geçit vermeyen dağlarla kaplanmış, bu dağlar kimi yerde daralıp kimi yerde de genişleyerek uzanan Çoruh vadisi ile iki bölüme ayrılmıştır. Mevcut yüzey şekillerinden dolayı “ova” olarak nitelendirilebilecek düzlükler görülmezken, yörede “Karagöl” adıyla anılan küçük göllere sıkça rastlanır. Bu göllerin ekseriyeti buzul vadilerin diplerinde oluşmuş müren, krater ve set gölleridir.
Artvin doğa turizmi ile tanınıyor. Zengin bir yapıya sahip. Kaçkar ve Karçal Dağlarında yapılan dağ tırmanışları, yürüyüşler, ve nehirde yapılan rafting ile kano sporları yöreye ayrı bir önem kazandırıyor.
Ayrıca bir çok festival düzenlendiğinden burası festivaller şehri olarak da biliniyor. Bunun en çok tanınmış olanı ise dünyada eşi benzeri bulunmayan boğa güreşlerinin yapıldığı Kafkasör Kültür ve Sanat Festivalidir.
Bu festival her yıl Temmuz ayının ilk haftası düzenleniyor. Büyük ilgi görüyor.
Diğer taraftan Artvin, bağımsız devletler topluluğuna ve Kafkasya’daki Cumhuriyetlere açılan bir kapıdır. Bu bakımdan önemi daha da artmaktadır. Çünkü Artvin Güney Kafkasya’dır. Stratejik açıdan önemi büyüktür.
Küçük bir kent görünümünde olan Artvin ili Osmanlı İmparatorluğu ile Rus İmparatorluğunun kesiştiği noktadır. Artvinliler de bugün Laik, Demokratik, Kemalist topluluğunun bir parçasıdır. Türklüğün serhat şehirlerinden biri olmuştur.
Aynı zamanda tarihsel süreç içerisinde Rus ve Ermeni çetelerle sürekli bir şekilde mücadele etmiş ve savaşmış bir topluluktur. Nihayetinde Artvin Stratejik bir Türk Eli’dir.
Biz, burada yemekleri çok lezzetli bulduk. Etler, gerçekten mis gibi. Sebzeli yemekler de bir harika.
Oturduğumuz lokantada şehrin geçim kaynaklarını sorduk. Genelde herkesin memur olduğunu, devletten maaş aldıklarını söylediler. “Burada herkes bir kamu kuruluşunda görev alır. Her eve mutlaka bir maaş girer. Zaten zenginler burada kalmaz. Onlar büyük şehirlere giderler. Bu nedenle nüfus az. Burada olanlar da dışarıdan gelen memurlardır.” dediler. Onların Artvin’e yatırım yapmadıklarından şikayet ettiler.
Her şeye rağmen, Artvin bu gün tüm doğal güzellikleriyle, korunan alanlarıyla, kültürel yapısıyla, kültür turizmi ile Halk oyunları, müziği ile yöresel mutfaklarıyla, el sanatlarıyla, festival ve şenlikleriyle sizleri beklemektedir.
Hiç durmayın. Değişik bir heyecan, bambaşka bir tat, yüksek adrenalin arıyorsanız, aracınızı hemen en doğuya, Artvin’e sürün.
Pişman olmazsınız. Biz olmadık.
Bir Güneşin Yeniden Doğduğu Yer: SAMSUN
“Ben Samsun’u ve Samsun halkını gördüğüm zaman, memlekete ve millete ait bütün tasavvurlarımın (düşüncelerimin), kararlarımın her halde yerine getirilebilir olduğuna, bir defa daha kuvvetle inanmıştım.” Mustafa Kemal Atatürk – 20 Eylül 1924
Karadeniz gezimizde geriye dönüş başlıyor. Yönümüzü önce Samsun’a sonra da Sinop’a çeviriyoruz.
Samsun’a doğru artık Karadeniz’in o muhteşem güzelliği kaybolmaya yüz tutuyor. O yeşillikler, ormanlık alanlar, akarsular, dereler, şelaleler yerini boz bir görüntüye bırakıyor. Yeşillikler, seyrekleşiyor. Dağlar azalıyor. Daha düz bir alanda ilerliyoruz.
Samsun’a girerken dikkatlerimizi hemen sağ tarafımızda bulunan ve bir parka yerleştirilmiş siyah bir gemi çekiyor. Bu “Bandırma Gemisi”. Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından onartılmış, iç kısımları tamamen yenilenmiş ve 19 Mayıs 2006 tarihinde ziyarete açılmış.
Biliyorsunuz, Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Bandırma adlı bir gemi ile Samsun’a çıkmıştı. Ve bu çıkış bir milletin yeniden doğması ve hayat bulması demek olmuştu.
Geminin aslı 1878 yılında İngiltere’nin Glasgow kentinde, bir yük ve yolcu vapuru olarak yapılmış. Gemi bir şirket tarafından “Torocaderto” adı ile beş yıl çalıştırılmış. Sonra Yunanlı bir firmaya satılmış ve adı “Kymi” olarak değiştirilmiş.
1890 yılında gemi bir kaza sonucu batmış ve aynı yıl yüzdürülmüş. İstanbul’da bir firmaya satılmış. Gemiye Türk Bayrağı çekilerek “Panderma” adı verilmiş. Geminin adı en son “Bandırma” olarak değiştirilmiş.
19 Mayıs 1919 tarihinde Atatürk ve silah arkadaşlarını Samsun’a getiren bu gemi, Türklük dünyasında bir çığır açtığı için önemli bir yere sahip oldu. Bu nedenle bu gemi, tüm Türk insanının gönlünde taht kurdu.
7 Şubat 2005 tarihinde Bandırma Vapuru’nun kullanım hakkı ve işletmesini devralan Samsun Büyükşehir Belediyesi, büyük ve titiz bir çalışma ile gemiyi müze haline getirmiş ve 35 bin metre kare alana kurulmuş olan, Milli Mücadele Parkı ve Açık Hava Müzesine yerleştirmiş.
Parkta, Milli Mücadele yıllarından izler görebilmeniz mümkün. Anıtlar, şehitler yazıtı, top, tüfek, uçaksavar gibi harp malzemelerini bu parkta bulabilirsiniz.
Geminin içini gezerken, Şeref Kamarasında Mustafa Kemal Paşa ve dört silah arkadaşının balmumundan yapılmış heykellerini göreceksiniz. Sanki canlı imiş de karşınızda duruyorlar hissine kapılıyorsunuz.
Kaptan Köşkü kısmında, Gemi Kaptanı İsmail Hakkı Durusu, İkinci Kaptan, gemi katibi ve gözcü erlerin balmumu heykellerini de zevkle ve heyecanla göreceksiniz.
Sergi Salonuna geçtiğinizde duvarın her iki tarafında Atatürk resimleri ile karşılaşacaksınız. Özel cam fanus içinde Ataya ait beylik silahı duruyor. Kendi el yazısı ile kaleme aldığı resmi kararlardan örnekler de bulunuyor.
Bunların yanında Özel Kamarasını gezebilirsiniz. Burada yatak odasını ve kendine ait orijinal radyosunu görebilirsiniz.
Açık güvertede ise çarklar, pusula, dümen ve bazı malzemeler bulunuyor. Gemi personeline ait balmumundan yapılmış heykellerle de tanışacaksınız.
Eğer çocuklarınızla Samsun’a gelmişseniz, onları, Bandırma Gemisine mutlaka götürmelisiniz. Böylece, çocuklarınıza, tarihimizi canlı olarak anlatma fırsatınız doğacak.
Bandırma Vapurunu hayranlıkla ve merakla gezdikten sonra yine Samsun’da tarihi bir mekan olan, Samsun Gazi Müzesi’ne gidiyoruz.
Gazi Müzesi olarak kurulan bu bina, aslında Mantika Palas adında bir otel imiş. 1902 yılında Jeon İonnis tarafından 509 metre kare olarak yaptırılmış.
Mustafa Kemal Paşa’yı Mantika Palas’a yerleştirmeyi düşünen kişi, Osman Atlı Bey olmuş. İstanbul’dan bir Paşa başkanlığında teftiş kurulunun Samsun’a hareket edeceği, kendisine bildirilince, heyetin kalacağı yer hazırlığına girmiş. Aklına evinin yanında bulunan Mantika Palas Otel gelmiş. Ertesi sabah binanın sahibi ile anlaşıp, oteli açtırmış. Askeri hastaneden karyola, evden yatak ve yorgan, dairelerden masa, sandalye, yazı takımı gibi eşyaları da getirtmiş. Salonu ve mutfağı donatmış.
Daha sonra ev Atatürk’e hediye edilmek üzere satın alınmış. 12 Haziran 1926 tarihinde anahtar, Atatürk’e teslim edilmiş.
Atatürk Samsun’a üçüncü ve dördüncü gelişinde de bu binada konaklamış. Zaten tarihte Atatürk’ün Samsun’u tam dört kez ziyaret ettiği biliniyor.
Atatürk’ün ölümünden sonra, bu bina, veraset yoluyla kız kardeşleri Makbule (Boysan) Hanım’a geçmiş. Makbule Hanım da binayı, müze haline getirilmesi için Samsun Belediyesi’ne hibe etmiş. Daha sonra da Samsun Belediyesi tarafından Kültür Bakanlığı’na devredilmiş. Ve bu gün Samsun Şehri’nin en çok ilgi çeken ve en çok ziyaret edilen önemli müzelerden biri olmuş.
Bu müze için Samsun Gazeteciler Federasyonu Genel Başkanı Necdet Uzun bir yazısında bakın burası için neler diyor: “Önünde açılan işporta tezgahları ve duvarlarında “ucuzluk var” pankartları bulunan Gazi Müzesi’nin “Kimse gelmese de temizlik yapmaktan kurtulsak” zihniyeti görevlilerinin yerinde çoktandır yeller esiyor.
Çünkü Büyükşehir Belediyesi sahiplendi. Çünkü sivil toplum örgütleri “O müze bizim” dedi. Çünkü vatandaş Gazi Müzesinin kapısını öğrendi. Çünkü müzeye gözbebeği gibi bakan görevliler geldi. Artık gönlümüz rahat”.
Gerçekten biz de çok bakımlı ve itina ile korunan, görkemle düzenlenmiş bir müze olarak gördük. Müzeyi gezdikçe, içindeki değerli eşyaları görüp tanıdıkça hayranlığımız bir kez daha arttı. Hele görevlilerin usanmadan, bıkmadan tek bir kişi dahi olsa, önlerine düşerek yol göstermesi ve orada bulunan yadigarların her biri hakkında uzun uzun bilgiler vermesi taktire şayan bir durum olsa gerek.
Müzede bulunan eşyalardan bazıları hakkında sizlere bilgi vermek istiyorum. Görevlilerin ziyaretçilere verdiği bilgilerden aklımda kalanı kadar sizlerle paylaşmak istedim:
Görevli, Atatürk’ün Samsun’a gelişlerinde kullandığı yazı takımlarının önünde duruyor ve ziyaretçilere bilgi veriyor: “1928 yılında Samsunlu bayanlar tarafından hediye edilen bir tütün tablosunu görüyorsunuz. Özelliği 1., 2., 3., 4. tütünlerden yapılmış olması.
Atatürk, 19282de Samsun’a geldiğinde Latin Harfi çalışması ile birlikte İsmet Paşa’ya yazı odasında üzüm yapraklı sigara kutusu üzerinde tarihte Samsun’a kaç kez geldiğini anlatıyor.
Bandırma Vapuru’nda 18 arkadaşı ile birlikte ilk toplantısı buradaki salonda yapıyor. Salona da bu heyette bulunan kişilerin balmumundan yapılmış heykelleri bulunuyor. Atatürk ve dört arkadaşı bir masada otururken, diğerleri ayakta onları dinliyorlar. Toplam 18 kişiler.
Çerçeve içinde bulunan bir belgenin önündeyiz. İngiltere Kralı 8. Edward Atatürk’ün doğum gününü kutlamak için Türk Hükümetinden Atatürk’ün doğum tarihini öğrenmek üzere bir mektup gönderiyor. Türk Hükümeti bu mektupta cevap olarak, “Atatürk’ün 19 Mayıs 1881’de doğduklarını arz ederim. Umum Katip 12.11.1936” diye yazıyor.
Bu belge, Atatürk’ün doğum tarihinin Kurtuluş Savaşının başlangıcı olan 19 Mayıs 1881’in alınmasının bir belgesi olarak kabul ediliyor.
Cam bir fanus içinde bir yorganın önünde duruyoruz. Bu yorgan, Atatürk’ün üzerine örttüğü yorgan. Özelliği de Mutasarruf Osman Atlı Bey’in evinden getirmiş olması. Yorgan o günkü haliyle olduğu gibi korunmuş.
Son olarak benim dikkatimi bronzdan yapılmış bir Bozkurt heykeli çekiyor. Bozkurtun, gücün, cesaretin, çevikliğin bir simgesi olduğunu bildiğimden görevliye “bozkurtun bir hikayesi var mı?” diye soruyorum. O da burada bulunan bütün eşyaların önemli olduğunu, hepsinin de önemli bir anısı bulunduğunu belirtiyor: “Bu heykel 7 Eylül 1927 tarihinde yaşanan Bozkurt davası Hatırası ile ilgili. Bozkurt isimli Savaş Gemisiyle Fransızların “Latus” isimli Savaş Gemisi çarpışıyorlar. 8 denizcimizi kaybetmişiz. Türkiye bu 8 denizci için tazminat davası açıyor. Davanın başında dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey vardır. Davayı kazanır.
Lahey Adalet Divan Mahkemesi Heyeti, ülke olarak Türkiye’nin ilk kez böyle bir mahkemeye müracaat etmesi ve davanın kazanmasından dolayı, geminin adı olan “Bozkurt”un heykelini hediye olarak gönderirler. Bu hediyeden sonra Atatürk de Mahmut Esat Bey’e Bozkurt soyadını vermiş.”
Müze geniş bir alana sahip. Zengin bir mirası var. Mutlaka gezip görmek gerekiyor.
“Çok okuyan değil, çok gezen bilir” demişler atalarımız.
Dışarıda Deli Dalgalar: SİNOP
Samsun’dan sonra Sinop’a doğru ilerliyoruz. Bu, benim Sinop’a ilk gelişim. Önceleri sadece haritada görüyordum Sinop’u.
Türkiye’nin kuzeydeki en uç burnu olduğunu biliyordum sadece. Bir de bazen en yoksul kenti deniliyordu burası için.
Nüfusu az olmasına rağmen temiz bir şehir geldi bana. İlk intibalar çok olumlu idi. Şehre girdiğimizde caddelerin temizliği ve yolların kırmızı tuğlalardan yapılması dikkatimi çekti. Tüm caddeler adeta kıpkırmızı bir renge bürünmüştü. Bir de seçim döneminin etkisi olsa gerek, her yer, genelde kırmızı pankartlarla doluydu. Bayraklar, afişler, parti amblemleri her yanı süslemişti. Bir cümbüş, bir karnaval, bir festival havası vardı kentte.
Sinop, önce Gerze, geçince görüldü. Uzaktan el sallıyordu bize. Burnu, denize doğru ilerliyordu. Pinokyo gelmişti aklıma. Hani şu masal kahramanı. Hani her yalan söylediğinde burnu uzayıp giden tahta kahraman. İşte Sinop’un burnu da öylece uzayıp gidiyordu engin dalgaları yararak, Karadeniz’e…
İlçelerinin güzelliklerini de izleyerek geldik. İlçeleri de apayrı güzellikler saklıyordu bağrında. Doğaldı. İçten ve yapmacıksız.
Bu yerleri iki defa görmeye mecbur kalırsınız. Çünkü Sinop’a giden yol, tek. Dönüşte de aynı yoldan dönmek zorundasınız. Başka yolu yok. Eğer, Samsun yolunu takip etmişseniz, Dikmen ve Gerze üzerinden girersiniz Sinop’a.
Gerze’de Tarihi Türk evlerini görürsünüz. Ayrıca buradan Sinop’u izlemenizi öneririm. Müthiş bir manzara ile karşılaşacaksınız. Karadeniz’i belki hiç bu kadar beyaza yakın bir mavi içerisinde görmemişsinizdir. Burada geniş bir koy size kucaklarını açar. Doyumsuz güzelliğini sizlere cömertçe sunar.
Uzaktan Sinop’u ince belli bir kadına benzetirsiniz. Ben, öyle gördüm. Hani tabiri caizse 90-60-90 derler ya… işte öyle bir şey. Şehir, ortalara doğru öyle bir inceliyor ki, narin bir bayana benzetmemeniz mümkün değil. Yukarıda kalınlaşıyor, aşağıya doğru inceliyor ve sonra yine kalınlaşıyor.
Artık Sinop’tayız. Türkiye’nin kuzeydeki en uç kısmı. Burası İnceburun. Burada bembeyaz bir kule, bir melek edasıyla size gülümser. Karadeniz’in bazen hırçınlığını, bazen de uysallığını anlatır.
Sinop, tarihi ve doğal güzellikleri ile dikkatleri çeken bir şehir olarak tanınıyor. Buradan bir çok uygarlıklar gelmiş, geçmiş. Buraya birçok imparatorluklar yerleşmiş. Bunların izlerini günümüzde görmek, hala mümkün.
Tarihi Sinop kalesi üzerinde Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı döneminde tersane olarak kullanılan tarihi cezaevini bulursunuz.
Burada resmen koskoca bir tarih yatmaktadır. Eğer yolunuz Sinop’a düşmüşse bu ceza evini gezmeden, görmeden Sinop’u gezdim demeyin.
Kimler gelip geçmiş bu ceza evinden. Kırım Hanı Devlet Giray, Refik Halit Karay, Sabahattin İsmail gibi nice devlet adamları, nice siyasetçiler, yazarlar ve sanat adamları burada misafir edilmiş. Onların ayak izlerini, ter kokularını duymanız mümkün.
Meşhur türküyü bilirsiniz:
“Dışarda deli dalgalar,
Gelip duvarları yalar,
Bu sesler beni oyalar,
Aldırma gönül aldırma”
İşte, bu türkü de burada yazılmış. Burayı anlatıyor.
Sinop Cezaevi, Sinop Kalesi üzerinde kurulmuş bir yapı. Önce tersane imiş. Sonradan cezaevine dönüştürülmüş. Burası, kaçmanın imkansızlığı ile biliniyor. Denizin kenarında. Evliya Çelebi, ünlü “Seyahatname”sinde bakınız burası için neler yazmış: “ Büyük ve korkunç bir kaledir. 30 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumlar vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar..”
Daha önce burada gardiyanlık yapmış, şimdilerde ise emekliye ayrılarak rehberlik yapan bir Bey, önündeki gruba anlatıyor: “Burada bütün işleri adi suçlardan gelen insanlar yapardı. Bu, mahkumlar arasında bir gelenekti. Buradan kaçmak mümkün değildi. Karadan kaçılamaz, deniz de buna izin vermezdi. İdamlık mahkumlar, deniz kıyısındaki hücrelere getirilirdi. Onlar idamlık olduklarını bilmezdi. Çünkü deniz dalgaları hücre duvarlarına vurdukça mahkumların beyinleri zamanla uyuşurdu. Artık öyle bir hale gelirlerdi ki, ne yaptıklarını dahi bilmezlerdi. Şuurlarını neredeyse kaybederlerdi. Vakti gelince de diğer mahkumlardan uzak bir köşede idam edilirlerdi. Bu, genelde şafak sökmeden olurdu. Şurası da bir gerçektir, Türkiye’de idam kararı alınmasına rağmen, uzun bir süredir bu kararlar uygulanmamıştır.”
Kaleye çıkıp, şehrin güzelliğini de seyretmeyi ihmal etmeyin. Sinop Müzesini ve Etnografya müzesini gezin.
Sinop Şehitliğini görün. Buranın da ayrı bir hikayesi var: “Hüseyin Paşa, Kafkas Ordusunun asker ve mühimmat bakımından gemilerin emniyetini destekleme ve sahillerin korunması görevini alır. Osmanlı filosu 18 Kasım 1853’te Sinop Limanı’na demir atar. Hava müsait olmadığı için filo hareket edemez. Filoya Rus Filosu saldırır. Çok sayıda asker şehit olur. Şehitlerin üzerinden çıkan paralarla tersanede Hacı Ömer Camii yanında bir çeşme yaptırılır. Cumhuriyetin 10. yılında halkın da katkısıyla bu günkü anıt yapılır. Şehitlerin kemikleri bu anıt altındaki odada toplanmıştır.” Sinop halkı bu şehitleri hala rahmetle anmaktadırlar.
Ayrıca tarih boyunca Sinop’ta yaşamış İslam büyüklerinin türbelerini de bu şehirde görürsünüz. Bunların en önemlisi seyit Bilal Türbesi olarak biliniyor.
Yine ilçelerinden olan Boyabat’ta tarihi kaleyi ve kaya mezarlarını gezebilirsiniz. Ayancık ilçesinde Akgöl’deki gölü ve İnatlı Mağarası’nı gezerek müthiş bir doğa güzelliğine şahit olabilirsiniz. Şelale görmek isterseniz de Erfelek ilçesine gitmeniz yeterli olacaktır. Değişik çiçek, bitki ve kuşlarla yaban hayvanlarını barındıran Sarıkum, İnceburun, Hamsilos, Akliman bölgelerinde ise gezi yaparken, şaşkınlıklarınızı bir türlü gizleyemeyeceksiniz.
Biz, gezerken tesadüfen bulunduğumuz caddenin adının Kıbrıs Caddesi olduğunu öğreniyoruz. Burada bir lokantaya giriyoruz. “Obur-Martı Restaurant” emekli bir bayanla beyi bizleri gülümseyerek karşılıyor. Buyur ediyorlar. Mantı türünde çok iddialı olduklarını belirtiyorlar. Gerçekten de çok nefis yemekler yiyoruz burada. Mantının tadı çok güzel geliyor bize.
Bayanın adı Tayyibe Arslanoğlu. Kendisiyle sohbet ediyoruz. Kıbrıs’tan geldiğimizi öğrenince şaşkınlığını ve hayretini gizleyemiyor. Kıbrıs’a daha önce geldiğini ve orada dostları olduğunu söylüyor.
Bunun üzerine sohbetimizi önce Sinop, sonra Kıbrıs üzerinde yapıyoruz. Anlatıyor Tayyibe Hanım: “Sinop’ta en büyük sorun işsizlik. Siz, şehrin böyle güzel göründüğüne bakmayın. Şehre fazla yatırım yapılmıyor. Gençlere iş imkanları sağlanmıyor. Bu nedenle gençlerimiz hep dışarıda. Burası Türkiye’nin belki de en yoksul şehri. Şehirde kalanlar hep emekliler. Bu nedenle nüfus az. Olanlar da dışarıdan gelen memurlar. Sinop, huzurlu ve güvenli bir şehir. Burada adi suçlar pek olmaz. Türkiye’nin en güvenli şehri diyebilirim. Buraya gelen memurlar emekliye ayrıldıklarında buradan gitmiyorlar. Ev alarak yerleşiyorlar.” diyor.
Kıbrıs için ise pek de iyimser konuşmuyor: “ Boğazköy’de kaldım. Aslında Kıbrıs’ı çok sevdim. İnsanlar, sıcakkanlı ve misafirperver. Ancak, gençlerinizi Rum hayranı olarak gördüm. Tabii genelleme yapmak istemem. Ama orada tanıdığımı bir iki genç vardı. Tamamen Rumlara aşıktı. Bir de oradaki vatandaşların Türkleri sevmediklerini gördüm. İnşallah yanılmışımdır. Hepsi için aynı şeyi söyleyemem. Ama gençler öyleydi. Onların böyle düşünmelerini yadırgadım. Doğru bulmadım. Onlara Türklük sevgisi verilmeli. Kendileriyle, ait oldukları milletleriyle gurur duymaları gerektiği öğretilmeli. Biz Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları çok seviyoruz. Onları feleğin her türlü çemberinden geçmiş olarak görüyoruz. Çünkü zamanında çok çektiler.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.