- 658 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
447 - BİLGELİK
Onur BİLGE
İş günlerinde uyanmak, pazar günleri de çok uyumak istemiyorum. Erkenden kalkıyorum. Demek ki çalışmak zor geliyor. Daha hayatın başında böyle olursa, ilerde nasıl olacak, bilmiyorum.
Sabah sabah Neşe aradı. Kahvaltıya çağırdı. Ne kadar isterdim! Fakat zaten kahvaltıdaydık. Daha önce arasaydı, olurdu. Aramızda epey mesafe var. Giyindim ettim, gittim derken yine en azından bir kırk kırk beş dakika geçer. Üzüldüm. Çünkü en çok kahvaltıya davet hoşuma gider. Yemekten çok kahvaltıyı severim. Kızarmış ekmek, tereyağı, bal, peynir… Başka ne olsun isterdim… Çay, demli… Çay şart… Ya da tulumpeyniri, ceviz… Tulumpeyniri, Ankara kazan simidi ve çay da yeter aslında.
“Sekiz cennette sofran hazır olsun!” dedim. “Kahvaltıda neler var? Tulumpeyniri var mı?”
“Tulumda çeçil… Yeşermiş çeçil, tulum çeçili…”
“O ne ki? Bilmiyorum onu.”
“Babamın memleketinin peyniri… Harikadır, öneririm.”
“Babanın memleketi mi? Neresi orası? Erzurum falan mı?”
“Kars, aslen Karslıdır.”
“Ya? Bilmiyordum. O kadar görüştük, hiç sormamışım. O da söylememiş. Doğunun adamı sağlam olur. Benim babamın kökeni de Buhara…”
“Öyledir. Senin de yüreğin güzel, duruşun sağlam. Benim babaannem de Özbek idi.”
Kahvaltıdan sonra buluşmaya karar verdik. Ne onlarda, ne de bizde… Yine Virane’de… Öyle de yaptık. Hava yağışlı değil ama epey soğuktu. Viraneciler, salondaki kömür sobasının etrafında toplanmışlardı. Dede, oradaki masanın başında oturuyor, sağındaki bir beyle konuşuyordu.
“Bursa güzel şehir… Yaşanır burada. Şanslısın bence. Bunu iyi değerlendir.” diyordu, adam.
“İyi değerlendirmek mi? Münzevi yaşıyorum. Hayat benim dışımda yaşanıyor. Herkes geziyor tozuyor, ben bir yere gitmiyorum. Burada gençlerle böyle geçip gidiyor hayatım. Burası ya da başka bir yer… Hiç fark etmiyor benim için…”
“Bu gençler, senin yaşamını engelleyecek unsurlar olmamalı.”
“Neden? Onlar yeter bana… İşim olmaz benim başkalarıyla.”
“Böyle düşünmemelisin. Şiir toplantılarına falan gitmeli, kendini tanıtmalısın! Madem bu kadar emek verdin, o kadar şiir yazdın…”
“Tanımak da tanınmak da istemiyorum. Ne olacak tanınınca? Ölünce unutulmayacak mıyım nasıl olsa? Bilmem, yazdıklarımın ne kadar değeri var? Değeri varsa zaman gösterecek, onu da ben göremeyecek, bilemeyeceğim.”
“İnsanları sevmiyor musun? Yoksa onlara güvenmiyor musun? Neden tanımak da tanınmak da istemiyorsun? Sakıncası ne? Anlayamadım.”
“Halk değil ki onlar… Şairler… Onlar zaten bir araya gelen, güya arkadaş, aslında rakip olan kişiler… O şairlere ne benden, bana ne onlardan? Ne yapacaklar beni tanıyınca? Ne olacak yani? Yüzüme karşı övecekler, arkamdan sövecekler! Herkesin kendisini birinci ilan ettiği yerde sıralamada yer aramaya mı gideceğim?”
“Yalnız senin şair kişiliğinin yanı sıra bir de bilge kişiliğin var. Bundan istifade etmek isteyenler olacaktır. Onlara faydalı olmak istemez misin? O yönünle tanınırsın… Olmaz mı?”
“O yönümle tanınacağım kadar tanınmışım zaten, gelenden gidenden başımı alamıyorum! Gelen başkalarına da tavsiye ediyor, onlar da geliyorlar. Belki yarar sağlamak için, belki de sırf meraklarını tatmin etme gayesiyle… Aslında kime ne boyumdan bosumdan, surat-ı şerifimden? Ne tanıyan olsun beni, ne de merak eden… Ben de kimseyi merak etmiyorum, zaten.”
“Eyvallah, buna itirazım yok. Kendini bilen birisin. Boş biri de değilsin. İnançlı bir insansın. Camiye falan da mı gitmiyorsun? Cemaatle aran nasıl?”
“Gidiyorum ama zaten küçük bir cami ve cemaati on on beş kişiden fazla değil. Ne yazık ki sadece cuma namazlarında dolup taşıyor. Onlar da hakkımda hiçbir şey bilmiyorlar. Şiir yazdığımı da bilmiyorlar. Hiçbirine bahsetmedim. Çok mu lazım onlara? Onlarla sadece dini konularda sohbet ediyoruz. O da öyle bir yerlerde oturup falan değil de ayaküstü…”
“Buraya gelmezler mi?”
“Gelmezler. Onlarla orada görüşürüm, orada kalır. Buraya bildiğim bilmediğim çok kişi geliyor. Onlarla zor baş ediyorum. Eskisi gibi değilim. Yaşlandım. Gücümü de tahammülümü de yarı yarıya yitirdim. Sen beni gençliğimde görecektin! Binlerce insan geçti elimden… Binlerce genç… Şimdi kimse dokunmasın bana! Üç kuruşluk zevkim var… Keyfime taş atmasınlar!”
“İşin özü, iç huzurun varsa, yüreğinle yaşamın barışıksa gerisi teferruat… Mutlusundur zaten.”
“Yapayalnızsam mutluyum. Saf altın kadar mutlu… Ne bakır karışmış bana ne de gümüş… Oh!.. Akşam olup da el ayak çekildi mi değmeyin keyfime!”
“İnsan yalnız mutlu olmaz Necmettin Bey! Yalnızlık, inandığın değerler adına da ters. Aslında bu konuda biraz haksızsın.”
“Yalnızlığı sevsem, istesem de yalnız kalan kim? Zaten gün boyu arı kovanı gibi işler, burası! Akşamın geç saatlerine kadar da değişen bir şey olmaz. Yazmak için önce huzur lazım. İç rahatlığı, yalnızlık, sessizlik, durgunluk, dinginlik… Çoktandır hiçbir şey yazamadım.”
“Aynı sanat dalında, aynı iş kolunda olanların tanışıp kaynaşmasından yanayım. Aynı görüşte olanların grup oluşturması ne güzel! bir araya gelirler, konuşurlar, tartışırlar…”
“Hep bizimle aynı görüşte olanlardan oluşan bir grup kurarsak, kendi kendimize konuşur, zaten inanmış olduğumuz şeylerin güzelliğini, faydasını tekrarlar durur, başka fikirde olanları asimile edemeyiz, sayısal olarak da artamayız. Onun için kapımızı zararsız diğer görüştekiler için de aralık tutmalıyız ki onlar da gelsinler azınlık olarak çoğunluğun rengiyle boyanarak şekil alsınlar. Biz de onları kazanmanın sevinç ve mutluluğu içinde olalım.
Körler sağırlar, birbirini ağırlar… Gençliğimde ben bir ara bir partiye üye olmuştum. Kırk elli adam, ayda ya da iki ayda bir parti binasındaki bir salonda toplanır, birbirlerine, sadece birbirlerine hararetli hararetli aynı şeyleri anlatır anlatır, bilenir bilenir dağılırlardı. Ben de onlara: "Ya aranıza boş ya da başka düşüncede birilerini de davet edin, ya da bunları öylelerinin duyabileceği yerlerde anlatın da bari bir faydası olsun! Kendiniz çalıyor, kendiniz oynuyorsunuz. Ne anlıyorsunuz, bu toplantılardan?" diyordum. “Haklısın!” diyorlardı ama yine her toplantıda aynı şayi yapıyorlardı. Bu, siyaset yapmak mıydı, deşarj olmak mıydı? Birkaç defa gittim, bir daha gitmedim. Kendi görüşlerinde olmayanları da davet etseler, aralarına alsalar, o kişileri, kendilerine bile hissettirmeden şekilleselerdi, daha iyi olmaz mıydı? İnsanları şucu bucu diye ayırmanın, dışlamanın kime faydası olur?
İnsan ilişkilerinde, kapıyı sıkıca kapatmayalım, ardına kadar da açmayalım, aralık bırakalım! Allah’tan başkası bilemez, kimin kötü, kimin iyi olduğunu. Böyle yapmamızı O istiyor. Onun için benim bulunduğum yerde kapım sonuna kadar açık ya da tamamen kapalı değildir. Aralıktır.
Resulullah S.A.V.müşriklerle konuşmasaydı, yanına gelenlere yüz vermeseydi, onlara sabırla İslamiyet’i anlatmasaydı, en güzel din olan dinimizi kısa zamanda o kadar yayılabilir, başarıya ulaşabilir miydi! Ebu Cehil’in kapısına bile defalarca gitti. Ondan fazla olduğu söyleniyor. O Şefkat Peygamberiydi. Allah’a yalvarıyordu: "Ya Rabbi! Onlar bilmiyorlar! Onlara hidayet et!" diye.
Madem ki Muhammed Ümmetiyiz, bizim ilk görevimiz, irşat! Öğrenmek isteyene güzellikle, sabırla dinimizi anlatacağız.
Önce İslamiyet, sonra Vatan, Millet, Bayrak ve tüm mukaddesatımız…
Bu açıklama bitmez! Sen babanın felsefesini hatırla! Onun hocalarının gidiş yollarını düşün! Sabırlı ol! Allah yardımcımız olacaktır. Bu işten benim menfaatim mi var! Sadece Allah rızası için elimden geleni yapmaya çalışıyorum, karınca kadarınca… Millet cennete gidecek de bana yer mi ayıracak! Her koyun kendi bacağından asılır.
İnsan, Allah’ın halifesiyse, ben de insanım, sen de, o da, öteki de… O zaman O’nun konuşan dili, gören gözü, tutan eli olmalıyız. İnsanları kategorize etmeden irşat edebilmek için sohbet ortamımıza, yani cennet bahçesine almalıyız. Cennet bahçelerinden bir bahçe, dün bir dükkân köşesiydi, bugün bir çay bahçesi… Virane de çay bahçesi değil, gül bahçesi… Sizler, her biriniz, bu bahçenin güllerisiniz.”
“Sen de bülbülü, öyle mi Necmettin Bey?”
“Aman efendim… Ne haddime!”
“Bana seni öyle anlattılar, öyle anlattılar ki ben de seni çok merak ettim, onun için görmeye geldim. Tanımak, tanışmak istedim. Marko Paşa gibi olduğunu söylediler. Bilgeliğinden bahsettiler. Herkesin derdini dinlermişsin. “Dert babasıdır!” dediler. Biraz da ben anlatsam…”
“Mübalağa etmişler. Ben neyim ki! Rica ederim. Buyurun! Çekinmeyin lütfen! Rahat olun!”
“Nerden başlasam, bilmem ki! Hep yalnız yaşadım ama doğru yaşadım. Yalnız olmama ve inançtan uzak durmama rağmen kirli hatalarım olmadı hiç.”
“Erdem, insanın başta özü için en değerli servettir.”
“Birine çok değer verdim, çok… Bir kadına… Beni terk etti. Lekesiz bir yaşamım vardı ama bana iftira atarak gitti. O gün bugündür kanıma dokunuyor. Yıkılmış hissediyorum kendimi.”
“O ne kadar değerliydi ki sözü bu kadar değerli olabildi? Bazen yalnızlığında büyütüyorsun onu, kocaman bir değer veriyorsun.”
“Çok değerliydi benim için. Sözü de ağır oldu. Yıktı, viran etti, gitti!”
“Ancak çok değer verdiklerimizin sözleri yıkabilir bizi. Onun dışında kim ne derse desin! Fakat onun için de değmez, üzülmeye. Kendisini bu denli sevene yanlış yapabilen kişi, kadın olsun erkek olsun, isterse evliya olsun, kalpte barınamaz!”
“Gitmesi için tek çaresiydi iftira. O kadar verdiği söz, içtiği ant vardı ki birdenbire sırt çeviremez, başka şekilde gidemezdi. Ancak iftira gibi bir bahaneyle gidebilirdi. Bir kusur, bir suç bulmalıydı. Öyle de yaptı. Hata bulamadı, iftira attı! Bu da bana çok ağır geldi. Kaldıramadım, kaldıramıyorum! Onca suçlamayı nasıl yalayıp yutabilirdim! Bir türlü kabullenemiyorum! Hazmedemiyorum!”
“Mademki söyledikleri bahaneydi, boştu, asılsızdı... O halde üzülmene gerek yok! Aslında o vasfın sende olmadığını o da senin kadar biliyor.”
“Asılsızdı, evet.”
“Basamak yapmış.”
“Hayatımda kimseye ihanet etmedim. Ne düşüncelerime ne davama… Kendisi çok denedi beni. İyi bilir aslında ama çamur attı da gitti.”
“Aşk nedir?”
“Aşk, inanmadığım bir şey artık.”
“Senin yaptığın bir şey, aşk… Aşk, ormanda ısrarla tek ağaca bakmak… Sen tek ona baktın, taparcasına! Oysa Allah rakip istemez!”
“Bunun adı, aşk olmasın artık! Hayatımda aşka dair bir şey istemiyorum bundan sonra! Ben artık kimseye güvenemem!”
“Hah, bak nasıl söyledin! “Hayatımda aşk istemiyorum!” dedin. İstemediğin sürece olmaz, olamaz! Aşkı, sen ister ve yaparsın. Neye benzer, biliyor musun? Aşk, beraberlik ya da evlilik… Bunlar, ipek kozasına benzer. Kendin örer, içinde hapis kalırsın.”
“Güvenimi yitirdim ben. Bir kadına asla güvenemem. Yani aşk konusunda güvenemem.”
“Güvenme zaten! Kendine bile güvenme! İnsan, ne kadar güçlü olursa olsun, zayıf bir yaratıktır. Zaafları vardır. Bunlardan Allah’a sığınmak gerek! O’nun bizi nefsimizle baş başa bırakmaması için daima dua etmemiz, şeytanın şerrinden O’na sığınmamız lazım!”
“Bu olaydan önce ayakkabı imalathanem vardı. Yanımda sekiz kişi çalışıyordu. Ayriyeten başka imalathanelere de iş veriyordum. Ülke ekonomisi bozulunca, bizim işlerimiz de bozuldu. Çekleri, senetleri ödeyemez oldum. İflas ettim. Epey bir borçlandım…”
“Tamam tamam! Anlaşıldı. Yeter, daha fazla anlatmana gerek yok! Yorma kendini! Onun neden gittiği belli oldu. Aşk değil, evlilik değil, arkadaşlık ve dostluk denilen beraberlik için bile para şarttır! Paran varsa aşkın da var arkadaşın da dostun da… Paran varsa, asla terk edilmezsin! Kahrın çekilir. Paran yoksa en yakınlarından itibaren herkes terk eder seni. Kedin, köpeğin bile… Hele bir de muhtaç olursan, değil terk etmek, senden cüzamlı gibi kaçarlar!”
“Haklısın, tespitlerin çok doğru!”
“İnsanlar ya cüzdanlıdır, ya cüzamlı…”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 447
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.