- 578 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SOYLU BİR SOYSUZ
Onda ilk anımsadıklarım;benden bir kaç yaş küçük olduğu,genelde kuzeni Yaşar ile harman yerlerinde oynadığı ve yaşıt olmalarına rağmen birbirlerine "Dada"(ağabey) diye çağırmalarıdır.Dört,beş yaşlarında annesini kaybettiği gün,boş tabutun başucuna yere oturmuş içini ellemekteydi.Çeşme başında güğümlerine su doldurmakta olan İfaket yenge o tarafa bakarak anneme,"Zavallı Sabi,öksüz kaldı.Kim bilir başına ne işler gelecek? Diye söyleyince annem de "Alnının yazısı, ne yaparsın ki? Diye söylenmişti. Adı Seyfullah idi, herkes O’nu Seyfo diye çağırırdı. Babasının adı da Muhammet idi, O’na da Muho diye çağırırlardı. Nedense isimleri kısaltarak ve sonuna "o" getirerek söylemek bugün nasıl sosyetede moda ise, o zamanlarda da köyümüzde bir gelenekti. Köyün en yoksul ailesi idiler. Hemen ahıra bitişik ve ahır kapısından işlenilen tek gözlü evleri vardı. Belki de kışın, hayvanların ısısından faydalanıyorlardı. Savaşları görmüş yaşlı neneleri, küçük torunlarına göz kulak olurdu. Çalışma sistemleri bilgisiz ve tembelce idi. Ekip, biçtikleri arazilerinin azlığı da fakirliklerini daha da kamçılıyordu. Okul çağına gelinceye kadar ve yaz tatillerinde bizler kendi hayvanlarımızı otlatıp çobanlık yaparken, O bundan da yoksundu.
Nihayet ilkokula birlikte başladık. Eğitmenimiz merhum Gülpaşa Özkan yönetiminde aynı sınıfta idik. İlk iki sene sınıfta silik bir öğrenciyken, üçüncü sınıfta merhum Hasan Tekin öğretmenimizin bizi okutmaya başlaması ile Seyfo’nun yıldızı parlamaya başladı. Bir gün öğretmenin sorularına verdiği yanıtlar üzerine bize doğru dönen öğretmen "Bu namussuz çok zeki, ancak kitap defter hak getire" diye sevinçle fısıldadı. Bunun üzerine Adnan "Kendileri çok fakirdir öğretmenim" demişti. Bir zaman sonra, sınıfta ayakları yer edince; benimle oturmakta olan Fehmettin’in yerine göz dikti. Bunu duyan öğretmen ikisini yazılı sınava çektiğinde, benim yanında oturma onurunu(!) kazanmıştı. Doğru dürüst kitabı, defteri, kalemi yoktu. Her şeyi bir deftere yazar, onu da düzensiz, bakımsız ve kirli tutardı. Bu nedenle de öğretmenden sık, sık azar işitir, hatta dayak yerdi. Bu durum 4.sınıfı bitirinceye kadar devam etti. O yaz, arazimizi satarak Beykoz’da amcalarımın yanına taşındık. Son sınıfı Hacı Numan İlkokulu’nu bitirip, girdiğim sınavı kazanarak Haydarpaşa lisesinde "Parasız Yatılı" okumaya hak kazandım. Köyde ise Fehmettin Cilavuz Öğretmen Okulu’nu kazanmış, aynı sınava giren Adnan ve Seyfullah ise kazanamamışlardı. Zengin olan Adnan’ın babası oğlunu Ardanuç Ortaokulu’na yazdırırken Seyfo’yu da çoban olarak işe alıyordu. Aradan iki yıl geçince köyde bir kıza aşık olur, karşılık göremeyince gizlice köyü terk eder. Hopa’ya giderek Karadeniz seferi yapan bir yolcu gemisine biner ve İstanbul’a hareket eder. Ancak yol, yemek, giyecek masrafı derken parası suyunu çeker, uzun vapur yolculuğunda iyice acıkır. Gemi güvertesinde bir köşede ağlamaya başlar. Bu durumu köyünden dönmekte olan birinin dikkatini çeker, yanına giderek "Niçin ağladığını, kim olduğunu, nereye gittiğini" sorar. Aldığı cevap üzerine yemek yedirir, İstanbul’da nereye ve kime gitmekte olduğu sorusu üzerine de Beykoz’a İskender Durmuş’un yanına deyince tanış çıkıyorlar. Bu kişi babamın arkadaşı Halit Turgut’tur. Halit ağabey tüm masraflarını çekerek Seyfo’yu babamın bakkal dükkânına getirir.
Bir sonbahar ayı cumartesi günü okuldan eve dönerken bakkala babamın yanına uğradığımda "Biraz sonra, su satmaktan dönen birini göreceksin bakalım tanır mısın"?deyince hem babama yardım ediyor, hem de yolu gözlüyordum. Bir süre sonra elinde küçük bir su testisi olan bir çocuk dükkâna girdi. Babama "Seyfullah Akar bu" diye fısıldadım. Seyfo da beni bir kaç kez, süzdü tanıyamadı. Sonra gözü, sağ el başparmağıma takıldı ve "Fevzi bu, amma büyümüş "deyince özlemle birbirimize sarıldık. O gece yarı gecelere kadar kardeşim Kemal ile üçümüz anılarımızı anlattık, özlem giderdik.
Ertesi günü okula dönerken, O’nu Beykoz Çayırında çınarların altında oturan halka "Su, su, buz gibi su diye sessizce bağırırken gördüm. Bağırırken utanıyor ve yüzü kıpkırmızı kesiliyordu. Gezmekten ayaklarına karasular inmişti. Çınarların birinin gölgesinde oturduk. Akşamki neşesinden eser yoktu."Su satışı nasıl gidiyor, para kazanabiliyor musun"? diye sorduğumda "Yok be Fevzi, bu işler bana göre değil, benim okumam lazım" deyince ben de "Ama nasıl"?diye sormuştum. Bir süre daha oturduktan sonra ayrıldık. Kalabalığın içinde kaybolurken "Suuu" diye bağırıyor, ancak kendinden başkası duymuyordu.
Günler birbirini kovlamaya başlamıştı, akrabalarımız hemşerilerimiz Seyfo’nun okuması için olanaklar arıyor, ama çözüm bulamıyorlardı. Beykoz Ortaokulu’na yazılması düşünüldü ise de; maddi yetersizlik ve iki haftalık benim olumsuz denememden dolayı uygun bulunmamıştı. Babamdan yıllar önce bakkallık yapmaya başlayan, dedemin amcasının oğlu İzzet Ağabey bize akşam oturmasına gelir, sohbetin çoğunluğunu bu konu oluştururdu."Boşa koyuyorlar dolmuyor, doluya koyuyorlar almıyordu".Çünkü her biri kıt kanaat geçinen; düşük ücretli işçi veya küçük esnaftılar. Babam ve akrabaları köyde çiftini, çubuğunu bırakıp hiç bilmedikleri bir ortama şehre gelmişlerdi. Çiftçilikten iş hayatına veya esnaflığa hızlı terfi etmişlerdi. Hâlbuki bu bir süreç işiydi, bunun için de para ve zaman gerekirdi. O da bizimkilerde yoktu.
Bir akşam oturmasında yine bu konu konuşulurken;"Gökyiğit’lerin fabrikasına verelim, orada çalışarak okusun" fikri ortaya atılır. Gökyiğitler, Topkapı Cam fabrikasında bardak, tabak, şişe, gaz lambası gibi zücaciye malzemesi üreterek; Mahmutpaşa’da Kürkçü Han’daki mağazalarında satış yapan bir hemşerilerimizdi. Baba Hasan Ağa ile Kimya mühendisi oğlu Nihat Bey fabrikada görev yaparken diğer oğul Ahmet Ağa ve oğlu İsmet Bey de mağazada satış işlerini yürütürlerdi. Ben de babam ile veya yalnız bu mağazadan mal satın alırdım.O seneler de ürettikleri altın yaldızlı çay bardağı ve tabağının alıcısı çoktu.Babam ve İzzet Abi sonunda bir çözüm buldukları için sevinçliydiler,hepimizin içini mutluluk kaplamıştı.Ertesi günü Seyfo’yu mağazaya götürdüler ve durumu Ahmet Ağaya anlatırlar.Ahmet Ağa,"Orası bir fabrika, küçük bir çocuğun ne işi olur orada" diye kesin bir dille teklifi geri çevirir.Bütün ümitleri suya düşen bizimkiler çok üzgün bir şekilde evin yolunu tutarlar.Eminönü’nde bindikleri Beykoz vapurunda uzun süre ağızlarını bıçak açmaz.
Kış ortalarına doğru,çocuklarını ve torunlarını özleyen İzzet Abı’nın babası Veysel Amcamız köyden geldi.Konuşmalar esnasında Seyfo’nun durumu anlatılırken Gökyiğitler’e bile gittik denince Veysel Amca birden "Yarın yine götürün ve benim selamımı söyleyin,alırlar" der.Babam ve İzzet Ağabey gülümseme ile birbirlerine bakarlar."Biz adamların yıllardır alıcısıyız,neredeyse mağazadan kovulacaktık,bizim ihtiyarın hatırına nasıl alacaklar ki?”Diye düşünürlerken uzun sessizliği babamın "Amca!..Yarın sen de gel,durumu sen anlat,belki senin hatırına alırlar "der.Ancak dinleyenler, gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.Bunun üzerine Veysel Amca" Benim gelmeme gerek yok,Ahmet’e selamımı söyleyip diyeceksiniz ki;Siz bir kış günü Şavşat’tan Ardanuç’a purti yüklü atınızla giderken Barevan Dağının eteklerinde kar fırtınasına yakalanmışsınız,atınız bata çıka giderken yüklerini üzerinden atmış,siz de yırtılmış çarık ve çoraplarınızla kara bata çıka atınızı yüklemeye çalışırken,yanınıza atı ile bir adam gelmiş,yükleri atlara paylaştırmışsınız.Sizi evine götürüp uzun süre misafir etmiş. Senin ayaklarına çorap ve çarık vermiş, atını da nallamış, biz işte o adamın oğlu ve yeğeniyiz. Selam da, işte O adamın selamıdır diyeceksiniz".der. Orada bulunanlar bu sefer ilgi ve takdirle dinlerler. Az önceki alaycı gülümsemenin yerini de, bu sefer sevinç ve gurur almıştı.
Ertesi gün mağazaya girdiklerinde alıcılar ile dolu idi,İsmet Bey de babasına yardımcı oluyordu.Ahmet bey Seyfo’yu tekrar karşısında görünce kızgın bir şekilde başını sağa sola çevirmeye başlar.Babam bir şey söylemesine meydan vermeden,"Bu defa çok eski bir arkadaşınız gönderdi" der.Ahmet Ağa bu sefer sorar gibi İzzet Ağabeye bakınca ,İzzet Ağabey olayı anlatmaya başlar,herkes sessizce dinler,sadece İsmet Bey “Yalan!..Olmaz böyle şey" diye bağırır.Ancak Ahmet Ağa telefon açtığı kişiye "Arabamı yollayın ola"!...diye emir veriyordu.Sonra oğluna ve hayret içindeki alıcılarına dönerek" İşte biz buralara, o savaşları vere, vere geldik.Gökten zembille inmedik".der.Gelen araba ile Seyfo fabrikaya yolcu edilirken;Ahmet Ağa "Okursa okuturuz,aksi halde fabrikada işçi olarak kalır" diyordu.
Bir müddet sonra, ziyaretimize gelen Seyfo, kılığını kıyafetini düzeltmişti. Fabrikaya yakın bir ortaokula yazılmış, hem okuyor hem de çalışıyormuş, bir de ücret karşılığı ders vererek ayrıca para kazanıyormuş. İsteği üzerine eski ders kitaplarımı ve okuduğum diğer kitapları kendisine verdim. O’nun sevinci bizim de sevincimiz ve mutluluğumuzdu. Zaman ilerledikçe gelmesi seyrekleşti. Bir gelişinde öğretmen okulunu kazandığını öğrendik. Yine ders vermeye devam ediyordu. Yeteri kadar para kazandığından mutluydu.
Aradan uzun yıllar geçmişti, ben İTÜ Makine Fakültesini kazanmış, Ortaköy Yurdunda kalıyordum, arkadaşlarla Dere boyunda gezerken O’nu da sınıf arkadaşları ile aynı yerde gördüm. Ayaküstü konuştuk, öğretmen olmak istemiyor, kendisinin de mühendis olmayı istediğini söylüyordu. Ben de çok iyi olacağını, hatta işinin de Gökyiğitler’de hazır olacağını söyleyince "Fabrikada çalışmasının söz konusu olamayacağını, işçilerin kendisini hala işçi sayacağını" söylemişti. Tekrar görüşmek isteği ile ayrıldık. O da okulunda Ortaköyde kalıyordu. Ben Gümüssuyu Yurduna taşındıktan sonra kendisinden uzun zaman haber alamadım. Son sınıflar da stajımı yaparken eve gelmiş, evlendiğini ve Kimya Fakültesinde okuduğunu söylemiş. Babam durumuna sevinmişti,"Ama elimizde büyüdü, haber verseydi biz de görevimizi yapardık" diyordu. Daha sonraları okulumu bitirerek evlendim, Kırıkkale, askerlik ve Seydişehir derken Alarko Holding Yarımca Gübre Fabrikalarında Montaj Şantiye Şefi olarak göreve başladım. Gübre Fabrikası yöneticileri ile yapılan bir toplantı sonunda bana "Bizde Artvinli bir mühendis çalışmaktadır, tanışmak ister misiniz"? Diye sorunca ben de" Tabii, Adı ne"?diye sorunca Seyfullah Akar cevabını alınca hayret dolu sevinç içinde "Derhal yanına gidelim" demiştim.
Seyfo’nun sevinci tarif edilemezdi,ikramlarının ölçüsü yoktu.Orada bir yıldan fazla çalıştım, ailece birbirimize gidip,geldik.Eşi de çalıştığı için fazla rahatsız da etmek istemiyordum.Ama bir gün "Bak Seyfo!..Senin okuman ve bir yerlere gelmen için gayret etmiş,lokmalarını seninle paylaşmış bazı insanları yok kabul edemezsin,her zaman olmasa bile bayramlar da yarım kilo şekerle ziyaretlerine git.Onlar bundan çok mutlu olacaklardır.Hatta Gökyiğitler’e de git,bunların ve hiç kimsenin sana bir gereksinmeleri yoktur.Sen bunları bile yapmazsan,bir nankör tarafından aldatıldıklarının üzüntüsüne kapılacaklar. Şimdiki tavrın ile kötü bir örnek olacaksın ve bu durumu bilenlerin yardım duygularını körletmiş olacaksın". Şeklinde dostça önerilerim olduysa da bunların hiç birine kulak asmadı. Hatta bu insanların dışında, kendi öz babası ve kardeşlerinin bile ne iyi günlerinde, ne kötü günlerinde yanında oldu, bir sefer telefon ile hal, hatır bile sormadı. Mazereti de hazırdı."Çalışmaktan zaman bulamazmış."
Çalıştığı fabrikanın müdürlüğüne yükseldiğini, hatta aynı üretimle çalışan başka bir şirketin genel müdürlüğünü de yaptığını telefon aramalarımda memnuniyetle öğreniyordum. Ama kendisine bu kapıları açan insanları nasıl hatırlamazdı? Ben bu duygulara sahip insanları anlamakta zorlanıyorum. Hele hele yüksek öğrenim görmüş, belli makamlara gelebilmiş bu gibi nötr insanlar, hala daha soyunu sofunu bilmezse; bu gibilere “Soysuz” denilmezse, başka ne denir? Şairin “Sırtına taksan keçe yerine atlas veya çuha, ol eşek aynı eşektir”.sözü, asırlar önce durumu ne güzel özetlemiştir.
Sahilköy,25.06.2008
ORDA BİR KÖY ANILARI-2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.