- 1679 Okunma
- 13 Yorum
- 1 Beğeni
MEVLANA'DA AŞK YUNUS'TA SEVGİ - 4
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
MEVLÂNA’NIN EGİTİM DÜNYASI
Mevlâna Doğu-İslâm kültür coğrafyasının sahip olduğu eğitim sistemi ve unsurlarından üst derecede yararlanmış özgün bir öğrencidir. Ailenin hayatında medreseler bir nevi ikinci evleri konumundadır. Bu coğrafyaya has Kur’an okuma başta olmak üzere asgari bir medrese eğitimi alarak çocukluğunu geçirmiştir. Doğduğu Belh ve uzun göç serüveni sırasında neleri, nasıl öğrendiğini açıkça bilememekteyiz. Ancak babası ile olan eğitim ilişkisinin kesintisiz devam ettiği muhakkaktır. Büyük bir coğrafyayı gezmiş olması, kültür dünyasını hadsiz zenginleştirdiği de bir gerçektir.
Mevlâna’nın eğitim dünyasında babasından sonra ilk hocası olduğu tarihi kaynaklarca da sabit olan Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi’dir. Mevlâna’nın ilk hocası ve Türk Tasavvuf ve Kültür hayatında önemli bir yer işgal eden evliyadan Seyyid Burhaneddin 1165 yılında Tirmiz’de doğmuştur. Gizli bilgilere aşinalığından dolayı “muhakkik” birçok sırları çözdüğü için ”sırdan” lakaplarını almıştır. Baba Veled’in mürididir. Oldukça cezbeli olan Tirmiz, Mevlâna ailesinin ayrılışından sonra Tirmiz’de inzivaya çekilir. Denir ki, Baba Veled’in 24 Şubatın 1230 yılında ölümü O’na ayan olmuştur. Bir çağrı aldığı rivayette: ”Burhaneddin! Nasıl olurda bizim hüdavendigarın yanına gitmiyor O’nu yalnız bırakıyor.” denmektedir.
Kırk gün süren yol hazırlığı sonucu, bir yıl sonra gelir. Önce hocasının mezarını ziyaret eder. Karaman’da bulunan Mevlâna’ya bir mektupla çağrıda bulunur. Mevlâna icabet eder ve “Şincar” mescidinde karşılaşırlar. Mevlâna’nın ağzından şu sözcükler dökülür.
“İşte uzun ömrüm geldi
Babamın yadigarı geldi
Şahların sultanı geldi
Hazinelerin gizlisi geldi
Cihanların canı geldi”
Baba Veled in emri üzerine Konya’ya geldiğini ve kendisinin ilmü kemallerine hizmet edeceğini Mevlâna’ya bildirir. Önce Mevlâna’yı sıkı bir sınava tabi tutar. Aldığı dolgun cevaplardan memnun kalır. Bu eğitim süresi dokuz yıldır. Tirmiz’in mürşit olması nedeni ile Mevlâna’nın “hal” eğitimi, iç dizaynıyla, tecelli sırlarının keşfi ile ilgili tasavvufi eğitim verdiği anlaşılmaktadır. Mevlâna ilim ve kemale erişini Seyyid Burhaneddin ile tamamlar. Artık vereceği bir şey olmadığını beyanla Kayseri’ye gideceğini Mevlâna’ya bildirir. Mevlâna’nın karşı çıkması üzerine Seyyid; “Buraya kuvvetli bir aslan yöneldi, senin asıl mürşidin olan Şems’i Tebrizi Konya’ya gelmek üzeredir. Fakat bende bir aslanım; bir postta iki aslan oturmaz, ola ki kavga eder, seni müşkül durumda bırakırız.” Diyerek müsaade alır ve Kayseri’ye gider. Seyyid’i soranlara devamlı Mevlâna:
“Hüve fi beldetin min biladır rûm
Memba ulirfanı velulum”
(Yani o Rum memleketlerinden bir beldedir ki, o memleket, ilim, irfan membaıdır...) O belde Kayseri’dir.
Seyyid için Sühreverdi derki; ”O mana incileri ile Muhammed Hazretlerinin hakikat sırlarıyla dolu, apaçık, fakat son derecede gizli ve çok dalgalı bir denizdir. Zannetmiyorum ki dünyada, Mevlâna Celaleddin’den başka biri O’nun hakikatına ulaşsın ve O’nu anlasın.”
Anlıyoruz ki, Seyyid Burhaneddin’de nece hal varsa Mevlâna olduğu gibi alıp kendi dünyasına katmıştır. Daha da büyüyen iç dünyası Seyyid’i de kuşatacak güce çoktan ulaşmıştır. Mevlâna, oldukça insani davranış olan kadirşinaslık göstererek hocasını birkaç kez ziyaret etmiştir. Bir Şam dönüşünde de yine Kayseri’ye uğrayan Mevlâna’yı burada; Başta Emir Sahip Şemsettin İsfehani olmak üzere, bütün devlet erkanı, din ve ilim adamlarının katıldığı büyük bir törenle karşılamıştır. Burhaneddin Mevlâna’ya ;”Tanrıya hamd ve minnet olsun ki, bütün zahir ilimlerde babandan yüz misli ilerdesin, fakat ledün ilminin incilerini de açıklaman için batın ilimlerine de dalmanı istiyorum. Benim arzum, yedi gün uzlete girmendir. Mevlâna bunu azımsayarak kırk gün olsun der, Seyyid’in hazırlattığı hücrede halvete oturur. Hücreden çıktığında, huşu ve mestlikten gözleri dalga dalga ilmi bir denize dönen Mevlâna’yı hararetle bağrına basar. Seyyid bir itirafta da bulunur.” Benim, O’nun üzerinde hakkım vardır. Ancak O’nun benim üzerimde hakkı, benimkinin binlerce mislidir.” der. Bu ilişkiyi şöyle anlamamız mümkündür; ulu bir denize coşkun bir deryanın katılarak, onu daha ululaması anlamındadır. Ulu olanı heybetli hale dönüştürmek. Yalnız Seyyid’in enteresan bir tasnifide vardır; ” Ben şeyhim Sultan’ül Ülema’dan iki nasibe ulaştım, biri sözde fesahat, öbürü halde güzellik. Mevlâna hal sahibi olduğundan sözümü ona verdim. Halimi ise Konya’lı Kuyumcu Selahaddin’e bağışladım.” demiştir.
Seyyid’in bu son açıklamasını doğru kabul edersek, yukarıda yaptığımız “ Hal ilmini Seyyid’den öğrenmiştir.” Açıklamamız sekteye uğrar. O zaman hal ilmini değil kâl ilmini öğrettiğini kabullenmemiz gerekir. Öyle de demiyor. Mevlâna zaten hal sahibiydi, diyor. O zaman Seyyid’in O’nu çileye sokması da sekteye uğrayacaktır. Kanaatimce; seyyid Mevlâna’yı hem hal ilmi, hem kal ilmi hakkında doyasıya bilgilendirmiştir. Yani nesi varsa vermiştir. Ancak Mevlâna ‘nın Şemsi Tebrizi’nin gidişi sonrası Kuyumcu Selahaddin’e yüklediği aşırı değer, sonradan bu açıklamanın icadına yol açmıştır, kanaatindeyim. Esasa uygun olan yaptım geniş açıklamadır.
Seyyid Burhaneddin 1246 yılında Kayseri’de ölür. Haber Mevlâna’ya bir mektupla bildirilir. Zamanın ulu veziri Sahip Şemsettin, Mevlâna’yı her zaman olduğu gibi karşılar, Seyyid’in kabri ziyaret edilir, bu ziyarette Seyyid’in bütün kitapları ve eşyaları Mevlan’ya teslim edilmiştir.
Bu kitaplarla birlikte Konya’ya dönen Mevlâna, ömrü boyunca onları okumuş, bilhassa sağlığında feyz aldığı üstadının ”makalat” ya da “maarif” isimli eserinden oldukça istifade etmiştir.
Kayseri’de 1976-1979 yılları arasında görev yaptığım sırada Seyyid’in kabrini ziyaret etmiştim. Hatta ilk gidişimde türbedar da görmedim kapıyı açıp yalnız başıma girmiş, gençliğin verdiği heyecanla da ortamında loş olması nedeniyle korkmuştum. Talas Caddesi, Gültepe Parkında bulunan mezarı, biraz toprak seviyesinin altındadır. Birde hatırladığım birçok mezarla birlik, Hz. Ali’nin yirmi altıncı göbekten bir torununun da sandukasının bulunduğu.
Anlaşılan o ki, Seyyid Burhaneddin’le Mevlâna’nın ilişkisi sadece eğitim bazında değil, baba dostluğu, hoca-öğrenci ilişkisi, mürşit-mürit ilişkisi, ayrıca birebir dost ilişkisinin kurduğu manevi bir lezzet dünyasından oluşmaktadır.
Mevlâna Doğu-İslâm terbiye kuralları ile büyümüş-büyütülmüş. Büyüklere saygı küçüklere sevgi, düşkünlere yardım ve şefkat, otoriteye saygı gibi, günlük hayatı kuşatan kurallar manzumesi Mevlâna’nın da günlüğüdür. Bu etkin çevre koşullarında yetişen insanın bir anda toplumu hiçe sayması, görmezlikten gelmesi, mümkün olamaz. Zaman içinde toplumla ya uzlaşacak, yada mücadeleye girişecektir. Mevlâna’nın o kıvama gelmesini Seyyid Burhaneddin sağlamıştı. Seyyid’le ilk karşılaşan Mevlâna zaten boş değildir. İyi bir vaizdir. Bir tarikat kurmak için yola çıkmamış olsa da zamanı itibariyle sufilikten haberdardır.
Seyyid’in yaptığı kapıları aralamaktan ibarettir. Zaten yola revan biridir. Ancak Seyyid’in uyarıları sonucu ciddi olarak sufilik yoluna girdiği de bir gerçektir. Bundan sonraki ruhunda akıp gelen nehrin kaynakları ve varacağı ummanların ardına düşmek olmuştur. Sufilik yolunda bayağı mesafe alır. Bu arada Halep ve Şam’a ziyaretler gerçekleştirir. Halep’te devrin hanefi fakihlerinden Kemaleddin İbnül Adim’in müderrisi olduğu Haleviye Medresesine gittiği, iki yıl kaldığı, sonra Moğol İstilasından kaçan alimlerin sığınak yeri olan Şam’a gider. Burada mukaddime medresesinde kaldığı, dört yıl içerisinde Muhiyiddin Arabi’nin eserlerini incelediği anlaşılmaktadır.
Denir ki, Mevlâna’nın hal yolunda ilk tutunduğu iri dal olan Seyyid Burhaneddin ölünce yalnız kalır. Altun-aba medresesinde derslerine, vaaz ve nasihatlarına devam eder. Etrafındaki halkın genişlemesine inat, içindeki yalnızlığı büyümektedir. Mevlâna gibi bir dost delisine, bu durumun çok ağır geldiği muhakkaktır. Bu durum Mevlâna’nın iç yürüyüşüne yoğunluklu olarak başladığı dönemdir, diyebiliriz. Pek çok hali bu zaman aralığında fark etmiş olması mümkündür. Ayrıca bu yalnızlığın ebedi özlemini de artırdığı tabiidir ki, bu noktada karşısına Melikdat oğlu Ali’nin oğlu Azeri Türklerinden Şems-i Tebriz-i ( Tebrizli Şemsettin ) hasret ve susuzluğunu gidermek üzere karşısına çıkacaktır. Mevlâna’nın bütün ruh burkuntularına çare olduğu anlaşılan bu adamın hayatı da hali kadar sisli ve ağdalıdır. Gerçeği Mevlâna ve Hak bilmektedir. Mevlâna’nın hayatında çok önemli olmasına karşın, hakkında en az bilgi sahibi olduğumuz adam. Mevlâna’nın hayatında sanki kurmaca bir senaryonun baş aktörüdür. Mevlâna’nın yalvarış ve yakarışlarına baktığımızda Tebrizli Şems’i çok önemsemek durumundayız. Çünkü Mevlâna çok önemsemiştir.
Tebrizli Şems söz konusu olduğunda, Mevlâna’nın hayatında gözümüzü oluştan çok içe yöneltmek durumundayız. Şems bir içmimardır. Gözlerimizi Mevlâna’nın anlayamadığımız ta içine çevirmeliyiz.
Şems, İsmaili bir aileden gelmektedir. Mevlâna’dan yirmiiki yaş büyüktür. Tasavvuf eğitimini sepet örücüsü Ebubekir Zembil Baf’tan aldığı bilinmektedir. Birçok şeyh- mürit ilişkisinde olduğu gibi, bazen şeyh, müridi taşıyamayacağı kanaatiyle müridine yol verir, bazen de mürit tatmin olamaz ve kopar. Şems’in hayatında da ikinci durum gerçekleşmiştir. Şems şeyhinden ayrılmıştır. Büyük potansiyeli O’nu şeyhinden değil, şeyhlerden koparmıştır. Buradan bize bir şey kalmaz. Mevlâna ile Şemsin arasındaki buluşmadan da ”Makalat” diye bilinen konuşmalardan başka elimizde bir şey kalmamaktadır. Birde Mevlâna’nın yüreğimizi yaralayan acı feryadı...
Bana göre Şems sanki müşahhas bir varlık değildir. O şimşek gibi çakan ve yakan kavurucu bir yeldir. Bu çakışla Mevlâna’nın içini, dışını yıkar, aydınlatır ve gider. Veya bir çok kaynaktan beslenen umman gibi, Mevlâna’nın çok renkli ummanını, gür ve coşkun suyuyla kuşatır ve kaynağı tek renge boyayıverir. Artık sular yoktur, sadece su vardır. O’da Şems’in özsuyudur. Mevlâna şemsin sağladığı bu teke indirgenme operasyonu sonucu tek şey görür. Gözünü, gönlünü bir noktaya mıhlar. Bu ruh sarhoşluğu ile eşyadan ve çevresinden kopar. Bu velilik boyutundan farklı bir anlamlandırmadır. Bu gayrıları ve ayrıları bitiren bir anlamlanma, aşma... O şahsilikten koparak, şahsiliği ile bütünde varolan bir“ bileşkelik “ durumu. Bu durumu önce Şems’te görür ve çarpılır. Bu çarpılma sonucudur ki, Mevlâna da olanı kazanma feryadına dönüşür. Şems sırların sırrı, aydınlanmanın nurudur, derken bunu anlıyoruz. Mevlâna burada bir kişilikten söz etmektedir. Varın içinde bütünleşmiş ama, fark edilir bir vardan bahseder. Öyledir ki her şeyini feda ettiği aşkında ötesinde bir şey. Yaratıcı hakikatten ayrı gayrı olmayan, ancak o olmayan bir şey. Bu farkında olmayla başlayan bilme, görme duyma işi. Bir büyüğüm kulluğu bilme işi demişti. Bana bir takvim yaprağını uzatarak oku dedi. Okudum. “ Arardım Mevla’yı buldum ise ne oldu?” “ Yine dediler ki ; insan yolda bir çakmak bulsa sevinir, insan Mevla’yı bulurda bir şey olmaz mı?” Yüzüme baktı olur elbet dedi. Sonra rahatsız olduğu için göremediği bir mekanı bana sorarak, inşa edilmekte olan bir göleti görüp, göremediğimi ve ne şekilde olduğunu sordu. Anlattı. “Dediler ki bizim Hayrettin yalan söylemez. Madem orada öyle bir gölet vardır, o halde doğrudur. Yine dedi ki ancak ben görmedim. Sana itimat ediyorum.” İşte bu bizim itimatla oluşturduğumuz iman. Ancak Yunus senin göleti gördüğün gibi bilmiş ve görmüştür. Gördüğü Mevla’nın hakikat Allah olduğu, kendisinin de hakikaten bir kul olduğu gerçeğidir. El yordamları aradan kaldırılarak bilme ve görme işi.
Mevlâna’ya göre insanlar arasında O’nun dengi yoktu. Veya O bu ana dek rastlamamıştı. Kendisi değil, başkaları da görememişti. Şems diğer insanlarında çaresiydi. Mevlâna Şems için ; “ O ruh denizinin derinliklerin den düşüncemi uyarınca, nurun hayali açığa çıkmaya başladı. O göz nuruydu. Aklın berraklığı, ruhun parlaklığı, kalbin aydınlanmasıydı. Şems aklımı dinimi elimden alan evrensel bir insandı. O her türlü mutluluğun billurlaşmış şekliydi.” Bundan böyle Mevlâna Şems gibi kapılarını dışarıya kapatır. Bu kapıların kapalı olduğu dönem ” Olmayı “ yaşadığı dönemdir. Bu hal, görme, duyma, ilhamın ötesinde bir haldır. Azadelikten gizlenmiş, işin künhüne varma, ruhların ruhuna karışma, kalbin bunu çözmesi sonucunda, semalara yükselme. Bu hali yaşarken de peygamberliğin yüceliğinin farkına varma, gerçekleşir. Kim benliğinden kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir. Nakışsız bir ayna haline gelir, değer kazanır. Çünkü bütün nakışları aksettirir. Benlikten, çevreden, eşyadan koparak gerçek benliğe ulaşmak.
Denebilir ki, Mevlâna iç yürüyüşünün şahikalarını Şems’le keşfetmiştir. Bu aşamada derin ve manalı bir yaşamaya geçmiştir. Kazanımı: yüksek ahlak, engin hoşgörü, sükun bulma. Artık tasavvufi hayatın zirvesindedir. Öz benliğinde kendini bulmuş, olgun bir ruhla yüce sevgili ile buluşmuştur. İnsana bağışlanan olma ve bulma sınırlarının hadlerini zorlamaktadır. Dışarıdakiler bu halin ipuçları ile yetinecektir.
Mevlâna-Şems münasebeti, Mevlâna’nın iç dünyasında ve dış dünyasında, hal ve tavırlarında da değişime neden olmuştur. Mevlâna’da ki gerçek değişimin ana kaynağını bu buluşma oluşturduğuna göre sureti ve hali de bu dönem esas alınarak tasvir edilmelidir.
Bütün mutasavvıflar gibi Mevlâna’nın da tasavvufta şu üç ana düstura uygun yaşamıştır. Az yemek, “ Açlık Tanrı hastalarının ilacıdır”, az uyumak, az konuşmak. Bu halin ortaya koyduğu suret ise insandan insana çok şey değişmez. Mevlâna’ya baktığımızda , Eflaki’nin ifadesi ile “ bir gün Mevlâna hamama girmişti. Merhamet gözüyle vücuduna baktı. Vücudu iğneden ipliğe dönmüştü. Buyurdu ki; bütün ömrümde kimseden utanmadım, fakat bu vücudumdan utandım. Çünkü o “bir gün bana huzur vermedin diye hal dili ile kim bilir neler söyledi, nelerde söylemeyip yiyledi. Yükümü taşıyabilmem için beni hiç rahat bırakmadın ; bir gün olsun istirahat edip kuvvet bulmama bile müsaade etmedin” diye ne kadar inledi fakat ne yapayım ki benim huzurum onun ıstırabındadır.” Ve ağzından şu mısralar dökülür;
“Ben bir an rahat etsem, ruhum rahat etmez.”
Ben cismen hiçbir an istirahat etmediğim anda, ruhum istirahat eder. Furûzan-fer’e göre: “Sarı çehresi, zayıflığı ile beraber gayet nurani, muhabbetli, azametli idi. Onun gözleri çok cezbeli, keskin ve coşkunlukla dolu idi. Gözlerinin ruhundaki parıltı ile coşkunluğundan dolayı hiçbir yaratık onun gözlerine bakmaya muktedir olmazdı; bakanlar gözlerindeki nurun parlayışından ötürü derhal çekinir yere bakardı.”
Devlet adamları ve zenginlerle buluşmak durumunda kaldığında oldukça sade ve gösterişsiz giyindiğini anlıyoruz. Mevlâna hindibari denilen kumaştan gök rengi ferace giydiği, başına bal rengi yünden yapılmış külah, gömleğinin önü açık olduğu halde sade bir giyimle yaşadığı anlaşılmaktadır. Giysilerdeki renk seçiminin bilinçli bir seçim olduğunu Mesnevinin 1. ve 2. cildindeki beyitlerden anlıyoruz.
Sonuçta 1244 yılında Mevlâna ile buluşan bu esrarengiz derviş Muhammed Şemsettin Tebriz’i Mevlâna’nın gönlünde ciddi bir ihtilale neden olur. Mevlâna’nın bütün ince hassalarını körükler, artık bir aşk, vecd ve iman adamı olan Mevlâna , hayatını üç safhaya böler; “Hamdım, piştim, yandım!”
Divan-ı Kebir’den alınan şu paragraf bu hali çok net ifade eder.
Şems;” sen alimsin, saltanat sahibisin.”
Mevlâna; ”bundan sonra zahiri alemin alimi değilim. Başkanı lideri de değilim. Senin yaktığın meş’alenin aydınlattığı akıl ötesi bir alemde yoksul ve garip bir seyyahım.
-Bende henüz akıl vardır.
-Bundan sonra aklıma, gönlüme perde astım.
-Senin hala nefsaniyetin vardır. Makamın, mevkin, görevin var.Bunlardan kurtul.
-Bundan sonra çekip götürdüğümle dûn aleminde mevki ve menseb aramaktayım. Önceki varlığıma ait her şeyi terk ettim onların üzerinden atladım.
-Senin kolun kanadın vardır, ben sana kol kanat veremem.
-Bundan sonra senin kolun kanadın olmak için kendi kolumu ve kanadımı kırdım.”
Bu iç ihtilale neden olan buluşmanın on beş ay sürdüğü, bütün gizli sırların bu dönemde açıldığı, Mevlâna önceki hayat seyrini hamlıkla yaftalarken, Şems’le olan dönemi pişmekle yaftalar. On beş ay sonra ayrılan Şems’in ardından oğlu Sultan Veled’i yirmi müridi ile Şam’a gönderir. Şems bu ısrarla tekrar Konya’ya döner. Ancak bir süre sonra tekrar kaybolur.
Şems, Mevlâna’nın hayatında öyle bir remz’dir ki, o gün, bugün insanlar yığınla eser ve verileri bırakıp illa da bu buluşmanın sırrına kilitlenir. Dostları da düşmanları da hep bu buluşma üzerinde dururlar. Bu duruma neden olan birazda Mevlâna’nın kendisidir. Çünkü Mevlâna’nın Şems’i takdimi sıradan insan ilişkisinin çok ötesindedir. İnsanın insana bu denli etkisinin başkaca örneği yoktur. Bu durum Mevlâna’nın hayatına bir şoklamadır. Mevlâna feryatları ile bunun böyle olduğunu eserlerinde anlatır. Gerek ruh planında, gerekse iki insanın ilişkileri açısından bazı mahremiyetlerin bulunması ve art niyetlileri harekete geçirmesine neden olan tutum birazda Sünni geleneğin doğasından kaynaklanmaktadır. Kerbela Vakası, Sıffın Savaşı ile ilgili tarihi Sünni tutum bu olayda da kendini göstermiştir. Eğer Şems son olarak Konya’yı terketmiş ise sorun yok. Ancak hakikatte Konya’da öldürülmüş, bir bilinmeze itilmiş ise, bu tutumun devreye girdiği kanaatindeyim. Benim çocukluğumda, konak odamızda Kerbela Vak’ası konuşulmazdı. Şems Vak’ası gibi. Herkes gibi bende tarihin derinliğine havale ediyorum. Yapacak çok şey yok, kuru akıl yürütme olacaktır.
“Biz Şems’in kadehiyle sarhoşuz
O’nun şarap kadehi asla bizsiz olmayacaktır.”
Mevlâna kesintisiz sürdürdüğü bu iç yürüyüşünde Şems’le kendisini bütünleşmiş kabul etmektedir. Denizdeki su gibi ,fakat o bu durumu saf nur olarak nitelemektedir. Şemste kendini bir nur bütünlüğü içinde görür. Bu gelinen nokta, bölünme, kesiklik ve eksiklik kabul etmez. Bu kabullenmedir ki, Şems ayrılınca, Mevlâna, deliye divâneye döner. Bu birlikten kopamaz. Bu ördüğü nur topu birliğiyle, başka bir nur topuyla birlik kurmak açlığındadır. Bu eksiklik gidermek değil, denizi daha büyütmek arzusudur.
Şems’ten sonra karşısına Kuyumcu Selahattin ( Selahaddin-i Zerkubi ) çıkacaktır. Beyşehir Gölü kıyısında Kamile adlı köyde doğmuş, balıkçı bir ailenin çocuğu, Konya’ya gelir ve kuyumcuda çırak olarak hayatını sürdürür. Bu arada Seyyid Burhaneddin’in de mürididir. Seyyid Kayseri’den ayrılınca oda tekrar köyüne döner. Bilahare yeniden Konya’ya gelir. Bildiği kuyumculuğa devam eder, artık bir dükkan sahibidir. Alaattin Camii’nde de vaazlara devam eder. Mevlâna ile karşılaşmalarında pek çok rivayet olsa da akli olan Mevlâna’yı Seyyid Burhaneddin zamanında tanımış olmasıdır. O Mevlâna’da, Mevlâna’da onda bir şey bulmuş olacak ki arkadaşlıkları sürerek dostluğa, şeyh-mürit ilişkisine dönüşür. Artık Mevlâna’nın çevresinde Kuyumcu Selahattin bir numaradır. Yükünün bir kısmını da ona devreder ve Selahaddin artık Şeyh Selahaddin’dir. Mevlâna’dan yaşça büyük, beyaz ve berrak yüzlü, beyaz sakallıdır. Sultan Veled “İptidanâme” adlı eserinde onunla ilgili: ”Mevlâna’nın coşkunluğu onun sayesinde yatıştı. O’nun irşadı başka çeşitti. Erenlerden yıllar yılı elde edilen feyzi, ondan bir nefeste almak mümkündü. Dilsiz dudaksız sırlar söyler, akla getirmeksizin, gönül diliyle mana incileri dizerdi. Az yer, az uyur, az konuşur, başını secdeden kaldırmaz.” Görüyoruz ki hali tasavvufun ana esprisine oldukça uygundur.
Selahaddin’in esasta görevi bir regülatör olmak. Mevlâna’dan aldığı yüksek enerjiyi hazmedilebilir hale getirerek, müridlere sunmak. Bu dostluk oldukça ilerler ve Mevlâna Selahaddin’in iki kızından biri olan Fatma’yı Sultan Veled’le evlendirirler. Semanın ana ekseni oluşturduğu coşkulu bir düğün olur. Mevlâna kulaklara küpe şu latif öğütleri Sultan Veled’e verir. “Bugün, sen oğlumuzun nikahında, sana, seni denemek üzere teslim edilen, gönül ve gözümüzün aydınlığı Fatma Hatun’un gözetilmesi için şunu vasiyet ediyorum: umulur ki oğlumuz ona haksızlık etmez. Bir an bile kadının gönlüne: babanın ölümünden sonra haksızlık ediyorlar diye bir düşünce girmez, o, öyle bir kadındır ki cevherinin temizliğinden ötürü şikayette bulunmaz, sabreder.. Fatma Hatun’u aziz tutasın, her gün ve geceyi, bayram günü ve gecesi bilesin.”
Bu vasiyetten kadının kırılganlığının ne denli keşfedildiğini ve bu kırılganlığa karşı erkeğin ne denli mahirce bir davranış içerisinde bulunması gerektiğini anlıyoruz. Evlilikten beklenenin de düğün ve bayramdan başka bir şey olmadığını anlıyoruz. İtilmek, kakılmak, horlanmak, boşanmak bu iklimden ne denli uzak, görüyoruz.
Anlıyoruz ki, Mevlâna Şems’in yüklendiği hicranı, Selahaddin’in ruhuna boşaltmaktadır. Selahaddin’de bu halden oldukça memnun olur, ancak fitne çarkı yine dönmekte ve Şems’i çekemeyenler, Selahaddin’i de çekemezler. Selahaddin’in ümmiliği ile alay edilir, öldürülmesi dahi düşünülür.
Mevlâna-Selahaddin birliği onbir yıl sürer. Selahaddin’in yaşlı vücudu bu ağır yükü artık çekemez. 1258 yılı aralık ayı, sert, çetin bir kış günü Hakk’a yürür. Mevlâna çok üzülür ve bu yoldaşına da Şems’e yaptığı gibi yakarışlarda bulunur.
“Bizim canımıza gelsin, senin acın, senin ağrın...”
Vasiyeti üzerine, Şeyhin cenazesinde, neyzenler, kudümzenler, semâzenler, okuyucular ve Konyalılar bulunur... Cenaze namazını Mevlâna kıldırır ve Babası Burhaneddin Veled’in mezarı yanına defnedilir.
Konyalıları da ağlatan şu beyitler Mevlâna’nın dilinden dökülür.
“ Firkat-ü hicrinden ey yar çerh-ü devran ağladı,
Kana gark oldu gönül, hep akl ile can ağladı.
Cebraili kudsiyanın yandı bal-ü perleri,
Enbiyanın, evliyanın gözleri kan ağladı.
Ey yazık, eyvah yazık, eyvah yazık,
Böyle bir Çeşm-i yakiyaneşek-kü vicdan ağladı.”
Selahaddin’in ölümüne kadar bir çok şiir söyleyen Mevlâna’nın, Mesnevinin azığını da bu dönemde hazırladığı kanaatimizdir. Mesnevi, potansiyel halde artık Mevlâna’nın ruhunda, kalbinde yerleşmiştir. Patlamaya hazır hale gelen Mevlâna, çağlayacağı yataklar aramaktadır. Kuyumcu Selahaddin ise tasavvuf ehlinin muazzam bir fotoğrafı olarak tarihe düşülür.
Takdiri bize ait olmayan, Mevlâna’nın mükemmelliğe ulaşması Şeyh Selahaddin ile tamamlanır. Mevlâna artık oluş devrini çoktan tamamlamıştır. Artık Mevlâna’nın bundan sonra muhatap olacağı kişilikler Mevlâna’ya bir şey katmaktan ziyade, oluşmuş olan som cevheri işlemekle ilgilidir. Artık Mevlâna’nın ağzından çıkan her söz, hal ve tavırları, giyim kuşamı, illa da sözleri, hemen herkes için çok çok önemli olmuş, zayi olmaması için elden gelen titizlik gösterilmiştir. Eserleri ve onlarca menkıbede, bu takipçilerin kutlu meyveleri olarak toplumun ağzına, diline düşecektir.
Bu hayat akışında önüne , Çelebi Hüsamettin çıkacaktır. Ahi-Türkoğlu, Urmiye’den göçmüş bir ailenin çocuğu, babası Ali Muhammed, Konya ve çevresindeki Ahi Teşkilatı Reisi olduğu için “Ahi Türk” diye anılmıştır.
Çelebi Hüsamettin, ahi reisliğini babasından devralmış, Mevlâna’nın şemsiyesi altına girmiş, artık mürididir. Bir tür Selahaddin’in devamıdır. Ancak Ahilik Teşkilatını elinde bulundurması ona maddi olarak ta büyük imkanlar bağışlamış, oda bu imkanı sonuna dek Mevlâna ve hareketinin ayağına kıskanmadan sermiştir. Mevlâna toplumla arasıdaki ilişkiyi Çelebi Hüsamettin aracılığıyla halledecektir. Çelebi Hüsamettin’in Meram’daki bağı Mevlâna’nın önemli sema yeri ve hayat durağı olacaktır. Çelebi eğitimli biridir ve medreselerde öğretmenlik yapmaktadır. Çelebi Hüsamettin Mevlâna’dan yeterince övgü alacak ve “Şaçının her telinde yüzbinlerce Şems asılacaktır.”
Tam da bu aşamada eğitimli birinin Mevlâna’nın önüne çıkmış olması Mevlâna’nın sanki özel takdiridir. “Hakikat ve kesinliğe ulaşmanın sırlarını gözü önüne koymak bakımından dinin, temelinin temelinin temelidir” denilen Mesnevi bu Ahi Türkün kucağında doğacaktır.
Bu akışta Mevlâna’nın bugüne kadar yaşadığı şiirler, gazeller bir divanda toplanır ve “ Divan-ı Kebir ” olur. Çelebi Hüsamettin artık ısrarlıdır. Geçmişte örneği görülen Mesnevilere bir yenisinin eklenmesi için elinden gelen gayret ve ısrarı gösterir. Meram bağındaki konağında bu ısrarlı talebini Mevlâna’ya açar: “Sultanım! Gazel tarzında bir çok şiirler tanzim buyurdunuz. Divan hayli büyüdü. Eğer Hakim Senai’nin İlahiname’si, Feridettin Attar’ın Mantıkk’ut Tayr’ı vezninde bir eser yazsanız aşıklarımıza can yoldaşı olacaktır. Artık gönüller sizin eserinizle dolacaktır. Buna himmet, efendimizin pek bol olan lütuf ve inayetine kalmıştır.”
Mevlâna buna çoktan hazırdır. Denir ki, tebessüm etti. Sarığının kıvrımları arasından bir kağıt çıkararak Çelebi Hüsamettin’e uzattı. Mesnevinin muhteşem ilk onsekiz beyiti bu kağıdın hülasasıdır, denmektedir.
YORUMLAR
Firkat-ü hicrinden ey yar çerh-ü devran ağladı,
Kana gark oldu gönül, hep akl ile can ağladı.
Cebraili kudsiyanın yandı bal-ü perleri,
Enbiyanın, evliyanın gözleri kan ağladı.
Ey yazık, eyvah yazık, eyvah yazık,
Böyle bir Çeşm-i yakiyaneşek-kü vicdan ağladı.”
--------------------------------------------------------------
mevlana hakında değişik şeyeler yazılsada önemli olan düşüncelerini yansıttığı yazılarıdır.
her zaman meyve veren ağaç taşlanır.
ölümsüz eserleriyle dillere destan olan mevlana yazısı verdiğiniz emeye ellerinize sağlık.
Teşekkürler yüreğinize,gözlerinize ben yoruldum okurken ama güzel bir çalışma olmuş ve günün değil bence tüm zamanların yazısı olsun çok kapsamlı bir çalışma emeğinize değmiş.Selam ve saygıyla günün yazısını ve değerli büyüğüm şair ve bana dost kalemi yürekten kutladım efendim.
Üstadım emeğinize yüreğinize sonsuz teşekkürler.
Büyük düşünürümüz hakkında öğreneceğimiz daha neçok şey olduğunu hatırlattı yazınız.
Dünya bile felsefesini kabullenmiş,takdirle yad ederken hala
bu zatı muhteremin hakkında bilmediklerimiz olduğunu itiraf etmek ne kadar acı olsada sizler gibi duyarlı yürekler sayesinde bir nebzede olsa açığımızı kapatıyoruz.
Selam ve saygılarımla.Kaleminiz baki olsun.