- 796 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
MEVLEVİLİKTE MANEVİ MOTİVASYON
Motivasyon, insan davranışlarına yön veren en güçlü psikolojik güdüdür. Bu güdünün gücünü tayin eden en köklü kaynak da kuşkusuz din ve maneviyattır. Hayat, dinle anlam kazanır. İnsanın en büyük ruhsal ve fikrî krizi, hayatın dinle anlamlı hâle getirilememesiyle başlar. Din dışı bir hayat, tam bir kaos demektir. Kaossa kasvet ve mutsuzluk getirir. İnsanı şehvet, dünya hevesi ve nefis sarmaşıkları arasında dolaştırır, ruhunu âdeta çelişkiler yumağı içerisinde felç eder. Nitekim bugün Batılı ülkeler başta olmak üzere yeryüzünün birçok yöresinde insanlar, bu çelişkiler yumağının ortaya çıkardığı kaotik hâli aşmak için daha güçlü motivasyon arayışları içerisine girmekte, kurtuluşa ermek için dine, tasavvufi ekollere ve manevi değerlere yönelmektedirler.
Bu yönelişlerin önde gelen ekollerinden biri de 13. Yüzyılda Mevlana Celaleddin Rumi tarafından Konya’da kurulan Mevleviliktir. Mevlevilik, Mevlana’nın müritleriyle birlikte yürüdüğü bir arınma yoludur. Mevlana bir Hak ve halk aşığıdır. O; muhteşem Mesnevisi, içli şiirleri ve derin deyişleri ile sekiz asır ötesinden günümüzü ve gönlümüzü aydınlatan bir İslam meşalesidir. Dolayısıyla doğudan batıdan, kuzeyden güneyden nice insan, aradığını bu meşalenin ışığıyla bulmaktadır. Bundan böyle Mevlana ya da Mevlevilik, eşya ve varlığa dair algılarımızı yeniden gözden geçirmek istediğimizde, bizi apayrı ve yepyeni bir âlemle tanıştırır âdeta. Hayata ve ölüme çok daha farklı bir pencereden baktıracak güçlü bir motivasyonun, pek aziz bir gönül kapısının anahtarlarını verir bize.
Mevlana, ışığını İslam güneşinden alan bir yıldız simadır. Dolayısıyla onun tasavvufi anlayışı da İslam’ın tevhit inancına dayanır. Ona göre varlık, Var Olan ve var edilen olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi varlığı mutlak olan Allah’tır. Diğeri ise insanın ve dünyanın da içerisinde olduğu bütün kâinattır. Allah yaratandır, insan ve varlık âlemi ise yaratılandır. Bütün peygamberler de birer insan ve yaratılandır. Ancak onlar aynı zamanda hem dinin hem tevhidî akidenin mümessilleridirler. Bundan böyle birbirlerinin hasımı değil iman kardeşi veya hısımıdırlar. Bu nedenle her peygamber bir diğer peygamberin muhalifi değil selef veya halefi olmuştur. Peygamberlerin ilki, insanlığın atası olan Hz. Âdem aleyhisselamdır. Sonuncusu Muhammed Mustafa aleyhisselam efendimizdir. Her peygamber bir elçidir. Allah ile kulları arasında vahye aracılık etmiştir. Biz insanlar, Allah’ın ve onun elçilerinin emir ve nehiyleri ile mükellef olan akıl sahipleriyiz. İnsan, Allah’ın kendisinden hoşnutluğu nispetinde mutludur. Bu mutluluğun doruğu en büyük aşklardan daha aşkın, en leziz zevklerden daha zengindir.
Mevlevi geleneğe göre can, ten kafesinin içerisinde mahpustur. Oysa onun yeri kafes değil bize can bahşeden Sahib-i nefestir. Diğer bir deyişle insana bu canı üfleyen, onu var eden, et ve kemiğe büründüren Cenabı Hak’tır. İşte canın asıl özgürlüğü, bu kafesten çıkıp ait olduğu yere doğru kanat çırpmasıyla başlar. Özgürlük de ölümsüzlük de budur. Değilse dünya hayatının suyu acılı, zevki sancılıdır. İnsana önce bir dilim baklava yedirir ardından iki sille geçirir. İnsan Rabbin rızasıyla huzura erer. Onun sevgisiyle muhabbetler gönüllerde yer eder. O birisini sevdi mi, herkes onu sever. O, bütün güzelliklerin sultanıdır. Varlığın satır aralarını böyle okuyamayan, eşyaya olan bakışını bu şekilde düzeltemeyen sadece yorulmuş olur. Ten kafesinin içerisinde olduğunu unutur, özgürlüğün lafını etmekle avunur. Göklere doğru uçup pervaz etmeyi bir yana bırakır, eteğini yerin taşı toprağı, çanak çömleğiyle doldurur. Mevlana bunu bir şiirinde şu coşkun dizeleriyle dile getirir: Can bağışlıyor o güzeller sultanı, güzellik bağışlıyor./ A güzellik vurgunu yol nereye./ Açıldı işte beden kafesinin kapısı/ Uç ey kuş, öz cevherine doğru uç!/ İşte acı su, işte bataklık/ İşte ölmezlik işte özgürlük/ Canın yüce doruğuna uç/ Çık git aradan ey can/ Çekil de ayrılıktan kavuşmaya göçelim/ Ne vakte dek taşla toprakla, çanak çömlekle dolduracağız eteğimizi.
Mevlana ile varlık, özgün ve deruni bir anlam kazanır. Her şey, yeryüzünün efendisi olan insan için var edilmiştir. Bu sebeple bütün varlık âlemi, insanın düşmanı veya rakibi değil dostu ve refikidir. Yeryüzü gemisinde yer alan bütün nimetler insan için var edilmiş, ona Hak Teâlâ’nın birer lütfu olarak bahşedilmiştir. Bu sebeple insan bu nimetlere kayıtsız kalamaz, onlara karşı yabancılaşamaz ve onlara korkunç bir obje olarak bakamaz. Bütün insanları kardeş, bütün varlığı yoldaş görür. Herkesle güzel geçinmeye, uyumlu olmaya; önce kendisiyle sonra çevresindekilerle barış içerisinde yaşamaya gayret eder. Allah’a şükür, kula teşekkürle mukabelede bulunur. Muhabbeti varlığın mayası kabul eder. Hak hatırına halk edileni sever. Allah’ın takdir ettiği ömür süresince iyi bir yolcu olmaya çalışır. Sözün özü; bütün varlık âlemine karşı “Atom, Merih, yer, gök, toprak, insan, taş/ Hep birlikte yürüdüğüm milyonlarca yoldaş” şeklinde bir bakış geliştirir.
Mevlana’ya göre kâinattaki her şey Yaradan’ın birlik ekseninde buluşur. Diğer bir deyişle atomdan galaksilere kadar hemen her mevcut teklikte randevulaşır. Bundan böyle kâinat, hem bir şeyden her şeyi, hem her şeyden bir şeyi ifade eder. Mesela güneş, ay ve yıldızlar ayrı ayrıdırlar ama ışıkları itibariyle aynıdırlar. Bütün dillerin kelimeleri farklıdır ama anlamları birdir. Bir ülkede çıkan altınla diğer ülkede çıkan altın aynı cevherin çocuklarıdır. Bir şairin Mevlevi düşünceyi anlatırken Sevginin Senfonisi adlı şiirinde “Hani nasıl aynıdır, ayrı toprakların altınları/ İşte öyle birdir her yerin erkek ve kadınları” beytinde ifade etmeye çalıştığı gibidir. Dolayısıyla insanlar, hukuk ve yaratılış noktasında birbirleriyle eşittirler. İnsan insandır. İyilik veya kötülük sadece bir kişinin, grubun veya milletin madalyası ya da prangası değildir. Fazilet veya rezaletin rengi, ırkı ve milliyeti yoktur. Kalıptan kalıba değil kalpten kalbe yol vardır. Mevlana bir şiirinde bunu şöyle dile getirir: Dünyada nice diller var, nice diller/ Ama hepsinde anlam bir./ Sen kapları, testileri hele bir kır/ Sular nasıl bir yol tutar, gider./ Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak/ Can nasıl koşar, bunu canlara iletir.
Mevlevilikte asıl olan korku değil aşktır. Allah korkusu da bildiğimiz salt korkuyu değil aşkla beslenen derin sevginin kılı kırk yaran inceliğini ifade eder. Bütün varlık bir şekilde onu tesbih etmekle meşguldür. Deyim yerinde ise bütün kâinat Tanrı Teâlâ’yı terennüm eden bir koroyu andırır. Yeryüzünün en şerefli varlığı olan insan da hamt ve zikriyle bu koronun şefi ve imamı konumundadır. Bundan böyle O’nun mührünü taşıyan her yüz veya her çehre mümkün mertebe O’nu sevgi ile anmalı, zikirle yâd etmelidir. Bu, O’nun bizim muhabbet ve övgümüze muhtaç olmasından değil, tam aksine bizim O’nun yâdına ve zikrine ihtiyacımızın olmasındandır. Bizim mutluluk ve rıza yurdumuzun sınırları, O’na duyduğumuz sevgi ve muhabbet oranında artacak ya da daralacaktır. Bu hakikat Kur’an’da, Ra’d Suresinin 28. Ayet-i kerimesinde “Şunu iyice bilin; kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur” şeklinde ifade edilir. Bir şair de Mevlevi gelenekteki bu aşk ve muhabbeti şu beyitlerle dile getirmeye çalışır: Bütün âlem bir koro, kulak ver kendini aş/ Sanki aşktan inler o; kart, taze, kuru, yaş/ Varlıktan Var edene sunulan bir beste o/ Öyle bir sevgi ki her yerde ve herkeste o.
Mevlevi geleneğe göre, yeryüzünde insanoğlunun karşı karşıya kaldığı sıkıntı ve ıstıraplar, Allah’tan insanlara verilmiş birer imtihan vesilesidir. İnsan bu sıkıntı ve ıstıraplara sabırla göğüs gerdiği, onun aşkıyla motive olduğu oranda olgunlaşır ve arınır. Demirin ateşe girdikçe pasını atması ve çelikleşmesi gibi insan da ıstıraplara metanetle mukabele ettikçe saflığını ve sağlamlığını artırır. Aynı zamanda bu arınma onun manevi olarak yükselmesine sebep olur. Mevlana da ömrü boyunca kendini ıstıraplarla arındırmanın çilesini yaşamıştır. O, hayatı boyunca bu çileyi üç dönem hâlinde yaşamış ve bunu bir deyişinde “Hamdım, piştim, yandım” sözleriyle özetlemiştir. Bundan böyle o, bir rubaisinde dert ve ıstırap noktasında insana şöyle bir öğütte bulunur: “Git, kendine dert ara, dert bul/ Dertlerden bir dert seç kendine! Çünkü bundan başka çare yoktur./ Bahtın yâr olmadı diye üzülme sakın./ Ancak derdin yoksa o zaman üzgünlük göster.” Mevlana’ya göre bu yolun sonunda da insan, sabrı sayesinde ilahî bir armağanla karşılaşır; o da asıl dermanın bu dertte, gamsızlığın bu gamda, hazların da bu ıstırapta oluşudur. O, bu deruni hâli şu dizeleriyle ifade eder: Bu ırmakta ne ölmek var bize/ Bu ırmakta ne gam var, ne keder var, ne dert./ Bu ırmak alabildiğine yaşamaktan/ Bu ırmak iyilikten, cömertlikten ibaret.
Sonuç itibariyle İslam kültür ve medeniyetinin en parlak kandillerinden biri olan Mevlana ve onun yol göstericiliği ile ortaya çıkan Mevlevilik, günümüz dünyasının önde gelen tasavvufi geleneklerinden birisini teşkil etmektedir. Onun gösterdiği yüksek kıymetlere ve işaret ettiği manevi motivasyonlara olan ihtiyacımız her geçen gün artmaktadır. Özellikle Avrupa ve Amerikan toplumlarında, başta Mevlevilik olmak üzere birçok İslam mutasavvıf ve düşünürünün dünyaya ve kâinata olan bakış ve kanaatleri inceden inceye etüt edilmekte; alkolizmin, madde bağımlılığının, ailevi çöküşün ve tüketim köleliğinin gayyasında boğulan kitlelere çözüm yolları aranmakta; tasavvuf ve manevi motivasyonun bu noktada önemli bir çıkış yolu olabileceğine dair reel görüşler ve kanaatler ortaya konulmaktadır. Zira bu tür tasavvufi oluşumlar, ruhunu İslam’dan almaktadır. Bu ruh; hakiki hazzı arayan gönüllerin can suyu, diriliş şurubu olacaktır. Çünkü Allah Rasulü Muhammed aleyhisselam efendimizin bir hadislerinde ifade ettiği gibi “Din samimiyettir”. Yaşadıkları ve yazdıkları Allah ve Rasulünün yolundan başka bir şey olmayan Mevlana Celaleddin Rumi de büyük bir maneviyat, tefekkür ve samimiyet abidesidir. Yazımızı o yüce şahsiyet hakkında kaleme aldığımız “Hasret-i Mevlana” başlıklı şiirin beyitleriyle bitirelim:
Aşk güneş olsa ışığın kim diye sorsa bana
Hemen cevabım; Mevlana derim Mevlana
Şayet olsaydı hayatın sevgisiz bir manası
Yaşar mıydı hiç bugün asırların Mevlana’sı
Sen de Mevlana gibi büyüterek gel sevgini
Güzel gör renklerin tüm varlıkların hepsini
Aştı bütün kalıpları çiğken pişti yana yana
Tek potada eritti insanlığı bir etti Mevlana
Ha Ermeni ha Yahudi insan isen gel yaklaş
Biz de Mevlana gibi olalım dost ve arkadaş.
Mesut ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Eflaki, Menakıbname isimli eserinde Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'e atıf yaparak şunları söyler:
Mevlana bir gün hücresinde oturmaktadır, bir ziyaretçisi gelir ve dergâhta rastladığı (oğlu) Sultan Veled'e sorar.
Hz. Mevlana Mesnevi'ye neden Kur'an demiş?!
Fıkıhçılar buna müthiş itiraz ediyorlar, biz de bunu savunmakta çok zorluk çekiyoruz !
Mevlana keşke Mesnevi'ye Kur'an demeseydi!
Sultan Veled bundan sonra şöyle devam ediyor.
Babam içerdeydi ve adamın söylediklerini duydu ve çıkıp yanımıza geldi.
O adama dedi ki, "Ey har, çıra Kur'annist?!
(yani, ey eşşek, neden Kur'an değil?!)...
Devamen:
"Ey sek, çıra Kur'annist?!"
(yani ey köpek, niye Kur'an değil?!)
Yani Mesnevi neden Kur'an değil, olmasın?
Burada da kalmayan Mevlana bir üçüncü laf daha etti.
"Ey madarı kahpe, çıra Kur'annist?!"
(yani ey kahpe analı, niye Kur'an değil?!)
Öfkeyle yanlarından uzaklaşırken de "Mesnevi'yi mazdı Kur'an verterest!" der.
(yani Bizim Mesnevimiz Kur'an'dan da yücedir!)
Olay budur !
Bir kere değil üç keresi kesin.. ortada Müslümanım diye gezenlerin dini, kitabı, yalavaçı değişmiştir haberleri yok !
Meşhur laf; toplumsal olarak öylesine ölmüşüz ki, kendimizden de imanımızdan da, "habarımız" yok !
İnsan tariflerinin dışına çıkmayacaksınız...
Kendinde olmayanın dini, imanı mı olur Allahaşkına; bizimki de laf işte!?
Göktürkmen tarafından 1/8/2017 10:17:56 PM zamanında düzenlenmiştir.
Tasavvufu şeriattan üstün tutma gayreti. Hatta şeriatı değiştirme, yumuşatma gayreti.
Tasavvuf denildiğinde en cahilimiz bile saygıyla eğilir, fakat iş "enel hak" diyen Mansur'a yahut Nesimi'nin felsefesine geldi mi kafirler zındıklar, sapkınlar diye höykürürüz. Mansur 'kitabın ortasından" konuştu diye diye derisi yüzüldü. Nesimi boğazlandı. Enel Hak kavramının modifiye edilmişi vahdet-i vücut ise el üstünde tutuldu.
Mevlana ve Yunus Emre'nin işimize gelen sözlerini İslam'a dahil ederiz de geriye kalan kısmında ne dediklerini hiç umursamayız. Yani bizdeki tasavvuf anlayışı biraz garip bana göre. Bakın Elif Şafak bile bir mutasavvıftır mesela. Aslında bu ülkede köy imamları bile kendi tasavvufunu ortaya koymaktadır. Neticesi Kuranla alakasız bir İslam.
Tasavvufun İslam dünyasında değeri büyük, doğrudur. Fakat tasavvufun kralı Budizm'de var bana göre. Zaten o öğretilerden de bir şeyler koparmıştır bizim tasavvufumuz.
Mevlana günümüzde her kesim tarafından tepe tepe kullanılan bir araçtır artık. Doğru tanıtıldığını, felsefesinin doğru algılandığını da düşünmüyorum. Mevlana İslam peygamberini bile gölgede bırakmayı başarmıştır. Şimdi bazıları "aa olur mu hiç öyle şey" der. Oldu efendim. Peygamberden bir hadis aktarmayı gericilik sayanlar Mevlana'nın aforizmalarını gururla kullanırlar. Mesnevi bir başyapıttır evet. Fakat hikayeleri günümüzde bile fazla müstehcendir ki o zamanı düşünemiyorum. Yani kitapçılardan kağıda sarılarak alınsa yeridir. Öyle herkesin bir okuyuşta anlayabileceği bir şey de değildir. O yüzden çoğumuz Mesnevi'yi okumadan yorum yaparız. Ya da anlamadan.
Ayrıca bu vesileyle Konya'daki sözde Şems türbesi yanındaki mescitte kadınlara sadece on dakika zaman ayrılmasını da (O da ziyaret için) kınıyorum. Orada sadece erkekler namaz kılabiliyor. Yani türbede, hem de boş türbede namaz kılınmasını da kınıyorum. Bakınız şahsın mezarı bile belli değilken bir yere bir türbe kondurup bunu da kara çevirmeyi pek ala becermişiz.
Bunlar da benim düşüncelerim tasavvuf konusunda.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz tarafından 1/8/2017 3:42:19 AM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
1/ mevlana mevlevi degil melami'dir..
2/ mevlevilik bir tarikat degil ibadet bicimidir, ritueldir.
3/ esasi olan vahded-i vucud'dur, insan-i kamil olmaktir.
4/ hallac ile mevlana arasinda bir fark yoktur, her ikiside devriyecidirler. mevlana rituel ile, hallac dumduz gider..