- 706 Okunma
- 5 Yorum
- 3 Beğeni
MUTLU’YDU ADI
Mutlu, komşularının oğlu İbrahim’i, Eskişehirspor’un futbol okuluna yapılacak seçmeler için kayıt olduğunu söylediğinde, çok kıskandı.
Kızdı ona. “Bana da haber verseydin ya! Annem beni de kaydettirirdi,” diye söylendi.
İbrahim, “benim de haberim yoktu. Babam götürüp kaydettirdi işte,” dedi. “Hem kayıtlar yarın sona erecekmiş. Kaydolabilirsin istersen…”
“Yarın mı?”
Hemen eve koştu.
Sevgi anne mutfaktayken nefes nefese gelip karşısına dikilen oğlunun bu heyecanına bir anlam vermeye çalışarak, “ne oldu kuzucuğum? Bir şey mi oldu?” diye sordu.
Düzgünce cümleler kurup anlatamadı Mutlu, bir süre sözcükleri geveleyip durdu. “Es Es… Futbol okulu… Seçmeler… Yarın…”
Sevgi anne onun sakinleştirmeye çalıştı. Ellerinden tutup yemek masası kenarındaki sandalyelerden birine oturttu, bir bardak su doldurup uzattı. “İç şu suyu, sakinleş, sonra da ne demeye çalıştığını düzgünce anlat bana!”
Mutlu suyu içip heyecanını az bastırdı.
“Anneciğim, İbrahim var ya, Eskişehirsporun Futbol Okulu için seçmelere yazılmış. Ben de yazılayım, ne olur!”
Sevgi anne, doğurduğu günden beri hiçbir isteğine olmaz dememişti ki onun. Yine, “olur!” dedi. “Yazdırırım.”
“Ama yarın son günmüş…”
“Tamam, yarın sabah gider yazdırırız seni de…”
Mutlu, annesinin boynuna atılıp öpücüğe boğdu onu. “Sağol anneciğim! Seni çok çok çok seviyorum!”
“Ama ben seni daha çok seviyorum!”
“Hayır, ben daha çok seviyorum!”
“Ne kadar çok, göster bakayım…”
Mutlu iki kolunu yana açıp gösterdi. “Bu kadar…”
Bu onların birbirine olan sevgilerini ifade etmek için bebekliğinden beri oynadıkları bir oyundu.
Ertesi sabah kahvaltıdan hemen sonra Eskişehirspor’un kulüp binasına gittiler. Oldukça uzun bir kuyruğun peşine takılıp kayıt yaptırdılar. Kaydını yapan adam hangi mevkide oynadığını sorunca, “kaleci!” dedi Mutlu.
“Tamam, kaleci Mutlu,” dedi adam; “seçmeler Pazar günü; Pazar günü saat tam dokuzda burada ol, emi!”
“Tamam efendim, sağolun!”
Pazar günü dokuz buçuk gibi başladı seçmeler. Sekiz yaşından on altı yaşına kadar yüzlerce çocuk tribünlerde oturarak anons yapılıp kendi yaş gruplarının yeşil sahaya çağırılmasını beklemeye başladı. Sahaya çıkanlar iki ayrı takım halinde on beşer dakikalık maçlarda kendilerini beğendirebilme telaşı içinde koşuşup durdular. Beğenilmeyenler evlerine yollanırken göz dolduranlara bireysel yeteneklerini ölçmek için futbol topuyla top sürmek, top sektirmek gibi bir takım hareketler daha yaptırılıyordu.
Mutlu, on-on iki yaş grubunda girecekti seçmelere. “Bir sürü çocuk var burada, imkanı yok seçilemem ben,” diye hayıflanmaya başlamıştı.
Sevgi anne ona elinden geldiğince umut vermeye çalıştı. “Hiç biri senin kadar kabiliyetli değil onların. Sen hepsinden iyisin. Güven kendine!”
“On, on iki yaş grubundakiler lütfen sahaya!”
Anonsu duyar duymaz ayaklandı. Onunla beraber elli kadar çocuk da indi sahaya.
Görevliler, “kaleciler şu tarafa!” dediklerinde gösterilen yere beş çocuk yürüdü. Hepsi Mutlu’dan daha boylu posluydu.
Görevliler tasnifi tamamladığında rastgele oluşturulan altı, yedi kişilik takımlar karşılıklı oynamaya başladılar.
Mutlu’ya “geç kaleye!” dediklerinde koşarak gösterilen kaleye geçip maçı gözlemeye başladı. Top ortada bir o tarafa, bir bu tarafa atılıp duruyordu ama bir türlü ona gelmiyordu. Gelmeli, şöyle havalı bir kurtarış yapmalıydı ki seçilebilsin. Uzunca bir süre bunu bekledi. En sonunda beklediği gerçekleşti. Karşı takımdan bir oğlan birkaç çocuğu çalımlayıp topu ona doğru sürmeye başladı. Sürdü, sürdü… Mutlu bir yay gibi gergin onun çekeceği şutu beklemeye başladı.
Sevgi anne tribünde heyecanla onun yapacağı kurtarışa kilitlendi. “Haydi oğlum, göreyim seni! Sakın gol yeme!”
Topu getiren oğlan topa olanca gücüyle bir vurdu, top sanki mermi oldu, gitti, Mutlu’nun elleri arasından geçip tam da suratında patladı. Mutlu, neye uğradığını anlayamadı bile, topun şiddetinden gözleri karardı bir an, dünya başının etrafında şöyle bir döndü, sonra nakavt olmuş boksör gibi sırtüstü yıkılıp kaldı. Bayılmıştı.
Sevgi annenin ta ciğerlerinden bir çığlık koptu. “Mutlu!...” Korkuyla ayaklanıp sahaya indi, oğluna ulaştı.
Onunla birlikte ilk yardım çantalarıyla iki doktor da koşturdu, vardı. Adamlar, Mutlu’nun fiziki kontrollerini yaptılar, nabzını tutup tansiyonunu ölçtüler. Telaşla, “hemen hastaneye götürülmeli! Ambulans gelsin!” diye emrettiler.
Sevgi anne çıldırmak üzereydi. “Ne oldu? Nesi var oğlumun?” diye çığlıklar atıyordu.
Mutlu’nun ambulansa konulmasına refakat ederken cevap verdiler ona. “Oğlunuzun hayati fonksiyonları çok düşük görünmekte, hemen hastaneye yetiştirilmeli!”
Sevgi anne Mutlu’nun yanında bindi ambulansa, onun ellerini tutarak enerjisini ona akıtmaya çalıştı. “Sakın ölme oğlum! Sakın! Sen ölürsen ben de yaşayamam. Yaşamam…”
Hastanede büyük bir heyecanla karşıladılar onları. Sanki bütün doktorlar, bütün hemşireler, bütün hastabakıcılar ve teknisyenler onlar için seferber olmuştu. Tüm tetkikleri olanca hızıyla yapıldı. Tamamlandı. Teşhis konulmuştu. “Lösemi!”
Mutlu, yoğun bakımda kendine getirildi. Servise çıkartıldı. “Ne oldu bana anne?” diye sordu.
Sevgi anne, “sabah evden çıkarken kahvaltını iyi yap dediğimde, dinlememiştin, gördün mü bak, açlıktan başın döndü, bayıldın,” dedi ona.
Mutlu, lösemi hastasıydı. Kabul edilesi bir şey değildi bu. Sevgi anne, acı içindeki kalbine kararlılıkla direniyor, acısını, biricik oğluna hissettirmiyordu.
Mutlu, futbolu çok severdi. Büyüyünce, Eskişehirspor’un kalecisi olacağım ben, derdi.
Hangi anne istemezdi oğlunun büyümesini? O da istiyordu ya, lösemi karşıydı onun bu isteğine. En çok bir ay daha, diyordu doktorlar, oğlunu sev bir ay daha…
Mutlu, kaleci olma hayalini gerçekleştirebilmek için, seçmeleri seçilip seçilemediğini bile öğrenememişti.
Oğlunun hayalinin gerçekleşmeyeceğini bilmek, Sevgi anneyi yiyip bitiriyordu.
Mutlu ise, Hastane yatağında, hastalığından bile çok, bunu sorguluyordu. Sık sık soruyordu Sevgi anneye, “kazanabildim mi, acaba?”
Sevgi anne, Eskişehirspor kulübüne gitmeyi akıl etti nihayet. Orada iyi bir adamla tanıştı. Adı Celal Sölpük’tü; Eskişehirspor’un başkanıydı o... Oğlunun durumunu anlattı adama ve seçmeleri kazanıp kazanamadığına dair bilgi rica etti.
Adam, “ne demek,” dedi; “kazanamamak? Hem de birincilikle kazandı. Mutlu, kulübümüzün lisanslı kalecisi…” Hemen telefon etti, altyapıdan sorumlu teknik direktöre; makamına çağırdı, “Gelirken, on, on iki yaş grubunun seçmelerine dair listeyi de getir” diyerek.
Çağırdığı adam, çok geçmedi, listelerle geldi.
Ona da anlatıldı durum, o da iyi adamdı.
Mutlu için hakikisinden ayırt edilemeyecek bir kalece lisansı hazırlandı Ve seçmeleri birincilikle kazandığı için bir onurluk ile sertifika. Daha başka, kulübün renklerinde forma takımı, eşofman, kaşkol, şapka…Ve tam da Türkiye Kupasında Galatasaray ile yapılacak final maçında ziyaretine gelindi Mutlu’nun; verilen her hediyede onun sevinç çığlıkları yankılandı hastane odasında.
“Sen niye yatıyorsun burada?” denildi; “takımını yalnız bırakmamalısın Galatasaray karşısında!”
Mutlu’ya bundan daha büyük bir hediye olmazdı. Doktorunun da refakatinde final maçına götürüldü.
Ve Mutlu’nun Es Esleri Galatasaray’ı üç iki yenerek kupayı müzesine götürdü. Şampiyonluk turunda, uğur böceği gibi Nihat’ın, Fethi’nin, Ender’in omuzlarında taşındı…
Türkiye’nin en büyük futbolcusu, gocunmadı, geldi Mutlu’un yanına. Ve Metin Oktay abisi de böylece alnından öpüp “iyileş!” dedi, ona. “İyileş ki, en güzel gollerimi atayım sana…”
Bu etkinlik çok yormuştu Mutlu’Yu, Dünyanın en mutlu çocuğu hastaneye çok yorgun döndü…
Birkaç gün dinlenirse toparlanır , deniyordu. Oysa Mutlu birkaç gün çok mutlu olduğu yorgunluğu iliklerinde hissetti, kanserin hücreleri yerine…
Ve hiç kimse ağlamadı onun ardından, çünkü o ölürken çok mutluydu. Düzenlenen cenaze töreninde Es Es’in tüm futbolcuları yerlerini almıştı ve onun idolü kaleci Hakkı tabutunu omuzlarında taşımıştı.