- 627 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Öğretmen Gözüyle Tarihimize Bir Bakış
Bu yazıyı başım ağrıdığı için yazıyorum. Gerçekliğine kesinlikle inandığım olay ve durumları haykırmak için. Anlatacağım olaylar tarihimizle, bizimle ilgili olaylardır. Tarih bilimi gerçekleri anlatır. Şiir gibi, roman gibi şair ve yazarların hayalleriyle süslü değildir tarihin yazdıkları. Bire bir yaşanmışlıklar anlatılır. Bir özelliğim var; gerçekliğine kesinlikle inandığım bilgileri direkt “kral çıplak” dercesine anlatmak. Bu özellik biraz da severek yıllarca icra ettiğim öğretmenlik mesleğinden olsa gerek. Çocuklar dürüsttür, riyakârlığı ve yalanı sevmezler. Öğretmen bir yanlış yapsa hemen gözleri bulutlanır o küçük melek beyinlerin. Onun için öğretmenler her zaman, her yerde doğrudan güzelden ve gerçeklerden yana olmak durumundadır. Giderayak yalan, riya silinir öğretmenlerim yaşam düstürlerinden…
Gerçek öyle acıdır ki, dokundukları yerleri yakar. Yayından çıkmış bir ok gibi hedefi vurur. Kendisiyle yüzleşmeyen yüzleri, karartır, yerlerde süründürürler. Kişisel olarak bu dünyadan artık bir beklentim yok. “Ununu elemiş, eleğini asmış” durumdayım. Yaş altmış beş. Başımı sokacak bir konut ve emekli maaşım var. Şükrolsun. Çocuklarım ayaklarının üzerinde durabiliyor. Çalışıyorlar.
Bilgi ve deneyimlerimi halkımla paylaşmaktan öte hiçbir amacım yok. Peki, yazımın teması nedir? Sorun bu işte! Tiyatral deyişle, “Olmak ya da olmamak.” Halk olarak, ülke olarak hemen hemen her gün acı olaylarla karşılaşıyoruz. Ölümler, kargaşa bir türlü önü alınamayan olaylar ve nasıl sonuçlanacağı muamma olan anormal durumlar. Bir tarafta gözü yaşlı anneler, bir tarafta son derece yabancı markalı lüks taşıtlar. Günden güne artan dış borçlar. Bu sorunları çözme noktasında gerçek irade gösterilmemesi. Bilerek ya da bilmeyerek yanlış yollara girmeler…
Tarih dersi en çok sevdiğim dersti öğrencilik ve meslek yıllarımda. Tarih dersini ve tarihi olayları anlamak, yaşanan olaylardan ders çıkarmak birey için olduğu gibi devletler içinde bir beka sorunudur. Tarihi yanlış okumak ve de yorumlamak bizleri karanlık, tozlu çıkmak sokaklara götürür. Tüm bu gerçeklere karşı sürekli tekerrür eder tarih. Hani denir ya; “Tarihten ders alınsaydı tekerrür etmezdi”. Bu yargı her ulus için değil elbet. Bilim dışında rehber arayan uluslar ve bireyler için tekerrür etmektedir tarihi ve acı olaylar.
Soylu bir ulusun çocuklarıyız Türk Milleti olarak. Bu sözü söylerken şövenist duygularım yok. Yer karasındaki özellikle uygarlık yarışında izleri olan her ulus en az bizler kadar soyludur. Mete (Oğuz) Kağan”la başlar bizim yiğitliğimiz. Çinlilere ne büyük iyilik yaptık! Onlara şimdilerde dövizler kazandıran Çin Seddi’nin yapımına da dedelerimiz sebep oldu!
Fazla gerilere gitmeyelim. 1071’de geldik bu topraklara.
Nazım’ın dediği gibi:
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket, bizim.”
Evet, bu memleket bizim. Osmanlı doğdu, bitek topraklarda büyüyen bire kırk veren başaklar gibi. Büyüdü kök saldı, upuzun selvi oldu. Ulu çınarlar gibi dal budak açtı. Atalarımız üç kıtada at koşturdular. Bu gerçekler bilinir. Hele Kanuni’nin Fransa kralına yazdığı ve saymakla bitiremediği Osmanlı topraklarının genişliği elbette göz kamaştırıcı büyüklükteydi.
En büyük Osmanlı kimdir diye sorulsa bana, düşünmeden Fatih Sultan Mehmet’tir derim. Fatih yaşadığı çağda dünyanın en aydın, en yenilikçi, en cesur imparatoruydu. İstanbul’u toplarıyla fethetmiştir. İslam’da resim çizmek yasaktır anlayışını yıkıp İtalyan ressama kendi resmini çizdirmiştir. Kaç dil bildiğini meraklılar araştırsın. Topları kullanmasaydı fetih işi belki daha da gecikirdi. Yavuz’un Çaldıran Savaşı’ndaki başarı sırrı; Osmanlı ordusunun Şah İsmail ordusuna göre daha modern silahlara sahip olması, top kullanmasıydı. Tel kuyruk Safevi ordusunun topları yoktu.
Gelelim bazı gerçekleri anımsamaya. Osmanlının en güçlü dönemi Kanuni dönemi olduğu kabul edilir. Şu gerçeği kaçımız biliyor acaba! Bütçe ilk kez Kanuni zamanında açık vermiştir… Kanuni en bahadır oğlunu aymazca öldürtmüştür. Bu olaydaki yanlışını kendine hatırlatan büyük bilim insanı kendisinin sütkardeşi şeyhülislamı görevden acz etmiştir Muhteşem Süleymanımız. Geri gidişin sinyalleri o dönemde başlamıştır.
Elbette Kosova, Niğbolu, Çaldıran, Mohaç ve daha nice zaferler göğsümüzü kabartır. Osmanlı, kuruluş ve yükseliş dönemlerinde dünyanın en disiplinli ordusuna ve o dönemin en güçlü silahlarına sahipti. Ulu Cami’nin açılışında içkiye düşkün Niğbolu mağruru padişah Yıldırım’a, “Haniye bunun meyhanesi?” deme cesaretini gösteren âlimler yetiştirebiliyordu.
Kanuni’den hele vezir Sokullu’dan sonra neler yaşandı. Sefahat dönemi, kıskançlıklar, sadrazam olma savaşları, aziller. Nihayet iç isyanlar… Ne kadar acı ve düşündürücü olaylar. İyi niyetlerle açılan rasathanenin sırf cehalet ve kişisel hırs nedeniyle kısa sürede yer ile yeksan ettirilmesi. Müneccimlerden yardım umulması.
Padişah 3. Mustafa’nın (1717-1774) elçi Resmi Ahmet Efendi’yi dönemin Prusya Kralı 2. Friedrich’ten üç adet müneccim istemesi. Kral, hünkârımıza üç adet müneccim salık verir!
“Her an savaşa hazır güçlü bir ordu, dopdolu bir hazine ve tarih okumak.”
Peki, bu dönemlerde Avrupa ne yaptı? Öncelikle dinde reform hareketleri, bilimde, sanatta, teknikte Rönesans başlattı. Keşiflerle yani kıtalar keşfetti. Afrika’nın güneyinden Hindistan ve Uzak doğuya ulaştı. İpek Yolu ile yapılan ticareti bitirdi. Keşfedilen yerlerdeki zenginlikleri ülkelerine taşıdı. Matbaayı bularak kitap bastı. Üniversiteler açtı. 1450’lerde bulunan matbaa ülkemize ancak 1728’lerde getirildi. Matbaayı yıllarca gayrimüslimler kullandı. Batı bilimde, teknolojide, sanatta arayı iyice açtı. Sanayi devrimiyle seri üretime geçti. Osmanlı batı mallarının pazarlandığı yarı sömürge bir ülke konumuna düştü.
Yine trajikomik bir örnek. Evliya Çelebi bilgi kaynağımız. Ünlü Hezarfan Ahmet Çelebi’miz boğazı kendi bulduğu teknikle uçması sonucu 4.Murat tarafından Cezayir’e sürgün edilir.
Kanuni döneminde başlayan çürüme nihayet 1683 II. Viyana bozgunu ile ete kemiğe büründü. Rüşvet, adam kayırma, isyanlar. Uzun süren, yenilgi ve toprak kayıplarıyla sonuçlanan savaşlar. Ricatlar…
Her yurttaş ister elbet, Osmanlı çağa ayak uydursaydı. Bilimden uzak kalmasaydı. Avrupacın yaşadığı devrim hareketlerinden dersler çıkarsaydı. Bir zamanlar üç kıtada söz sahibi olma durumumu devam ettirebilseydi. Ecdadımız tarihte kazandığı zaferlerde ne kadar o dönemin koşullarına en uygun askeri, mali tedbirleri yerine getirdiyse hezimet dönemlerinde de o oranda akıl, bilim dışı yollar denenmiştir.
Osmanlı 1855 Kırım Savaşı sonunda dış borç almaya başladı. Dış borçları devlet daha sonra ödeyemez duruma gelmiştir. Geliyoruz 1881 yılına. Biz bu yılı Selanik’te sarı saçlı, mavi gözlü Mustafa adlı bir çocuğun doğuşuyla hatırlarız daha çok.
Hatırlanması gereken önemli bir olay daha var 1881 yılı için. Duyum-u Umumiye idaresi kuruldu o yıl. Başta kim vardı bazılarımızın hayran olduğu Sultan II. Abdulhamit. Duyum-u Umumiye Osmanlı dış borçlarını ve bunları idare eden birimin adıydı. Bu birim Osmanlının, tütün, tuz, ipek, damga pulu gibi kalemlerinin vergisini topluyor, toplanan paraları devletin dış borçlarına tahsis ediyordu. Yani batılıların “hasta adam” diye niteledikleri devletimiz resmen iflas etmişti.
Osmanlı borçlarının ödenme sorunu bazılarımızın beğenmediği Lozan’da çözüme ulaştırıldı. Dış borçlar yıkılan devletin üzerinde kurulan devletlere ödetilmesi koşuluna bağlandı. Elbette en büyük borcu Atatürk’ün kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti ödedi. Bu borçların ödemesini ancak 1954 yılında bitirdik.
Osmanlı neden yıkıldı? Tekrarlayalım! Bilim insanı yetiştirecek kurumlarını yenileyemedi. Bilim insanı yetiştiremedi, bilim üretemedi. Batı sanayi devrimiyle seri üretime geçti. Bizde sanayi kuracak sermaye ve bilgi birikimi sağlanamadı.
Okuyup öğrendiğimde çok üzülmüştüm. 1877 Plevne önlerinde Gazi Osman Paşa’nın emrinde birden patlayan beş yüz top Alman malıydı. Çanakkale savaşlarında silahlarımızın çoğu yine Alman fabrikalarında üretilmişti. Üstelik I. Dünya Savaşı’nda ordumuzun üst düzey komutanları Almandı.
Göklere çıkarılan II. Abdulhamit 1908’de tahttan indirildi. Bu tarihten kısa bir zaman sonra 1911 yılında başlayan Balkan savaşları hezimetleri yaşadık. Ta Çatalca’ya kadar çekildik. II.Abdulhamit otuz yılı aşkın süre devleti madem iyi idare etti. Güçlendirdi. Peki
Osmanlı Ordusu kendi döneminden kısa bir süre sonra girdiği savaşı niçin acı bir biçimde kaybetti? Düşünüp irdelemek gerek…
I.Dünya Savaşı sonunda dağıldık. Tarih öğretmenimiz anlatırdı. Savaşın başında bir milyon beş yüz bin askerimiz vardı. Savaş sonunda ancak yetmiş bin askerimiz kalmıştı. Yakın tarihimizi hepimiz az-çok biliriz. Ömrünün en güzel yıllarını savaş meydanlarında geçiren bir yiğit insan çıktı ortaya.
Yakup kadri anlatıyor. “İşgal yılları, Paris’teyim. Kendimizi Türk diye tanıtmaktan utanıyoruz arkadaşlarımla. Yenilmiş bir ulusun boynu bükük çocuklarıyız. Gazetelerde yazılmaya başlandı. Anadolu’da bir general ortaya çıkmış yenilen, dağılan ulusunu toplamaya çalışıyormuş. Hepimiz o akıntıya uyduk.” Kurtuluş savaşı yaşandı…
Bu savaşın iki amacı vardı. İşgalci güçleri yurttan atmak. Egemenliği gerçek sahibi halka vererek yeni bir devlet kurmak. Mustafa kemal ve arkadaşları destansı bir başarıyla amaçlarına ulaştılar.
Atatürk kurduğu devletin ilelebet yaşaması için aklında tuttuğu yol ilim yoluydu. Tam bağımsızlıktan yanaydı. O, yaşam için en gerçekçi kılavuzun ilim olduğunu söylüyordu. Bunun için okullar açtırdı. Avrupa’ya öğrenci gönderdi. Hitler faşizminden kaçıp ülkemize sığınan Yahudi bilim insanlarından da yararlandı. Eğitim Birliği Kanunu ile çocuklarımızın aynı terbiye ve eğitimi almasının yolunu açtı. Yerli sanayinin kurulması için neler gerekiyorsa yapmaya çalıştı. Demir yolları devletleştirildi. Bir toplu iğne yapmaya muktedir olmayan bir ülkede kendi uçağımız yapıldı.
Peki, ne yaptık sonunda. Güvenliğimizi Nato’ya teslim ettik. Uluslararasında dostluk diye bir kavram yoktur. Sadece çıkar ilişkileri vardır. Nato ülkeleri yıllarca Osmanlı’yı yeme yutma, Türkleri Anadolu’dan atmak isteyen devletler. Yıllarca bizi Avrupa Birliği üyeliği hayalleriyle uyutuyorlar.
Çözüm… Tarihe mal olmuş Osmanlı’yı unutmamak, başarılı ve eksik yönlerini tarafsızca incelemek, öğrenmek. Ve bu güzel vatanı Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup, bizlere emanet eden atalarımıza saygı duymak. Yeni nesilleri bilimsel ve nitelikli eğitim programlarıyla yetiştirmek. Eğitim-öğretim işlerine bütçemizden en çok payı ayırıp, bu işi devlet kanalıyla yapmanın en akıllıca ve bilimsel yol olduğu gerçeğini idrak etmek gerekiyor artık…
Araya cemaat ve tarikatları sokmamak çok önemli. Eğitim-öğretimi gereği gibi yapamasak ülkede birlik ve beraberlik sağlanmaz. Cemaat ve tarikatlar devreye girerse, neredeyse devletimizi yıkma aşamasına kadar içimize sızmış Feto örneği başka cemaatler de çıkar. Terör hortlar, can ve mal kayıpları yaşanır. Emek ve enerjimizi ülke kalkınması, halkın refahı için harcayacak yerde yanlış politikalar sonucu anarşi ve terörle mücadele etmek zorunda kalırız.