- 638 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BÜYÜK BİR AŞK HİKAYESİ/1
GÜL ile BÜLBÜL
Ağustos/1975
Dönüş…
Köyden başlayan üç günlük seyahatim yine köyde bitiyordu. Onunla birlikte üç gündür çektiğim sıkıntı da sona eriyordu.
Bükmeyi dönüp köy göründüğünde ilk duyduğum, minibüsün açık camından girip kulaklarımı delen davul zurna sesleri oldu. İlk gördüğüm de nalbant Hüseyinlerin harman yerindeki rengârenk giysili insan kalabalığıydı.
Köy düğünleri harman sonu olur…
Sürerler, ekerler, çapa yaparlar, sularlar, yolarlar, biçerler, döverler; yaz boyu durmaksızın işlerlerdi. Güz gelmezden önce de yaz işleri biterdi. Göğün altından kaldırılmış emanet mahsul diri bütün ambarlara koyulunca rahatlar, oh derlerdi.
Güz yağmurları yağıp toprak kabarınca yeniden ekim işine başlamazdan önceki bu boşluk zamanın adı harman sonuydu. Köy düğünleri o zaman olur, yeni yuvalar o zamanlarda kurulurdu.
Henüz harman zamanıydı. Harmanlıklar sivri külahlı, şiş göbekli yüksek ekin yığınlarıyla doluydu. Öküzlerin çekip döndürdüğü çakmak taşlı dövenler yoktu artık ama pırpır batözlerin bir boğulup bir soluyan sesleri, saman olup tozuyan ekinlerin yel önünde uçuşup gidişleri de yoktu. İşler bir günlüğüne bırakılmıştı o gün. Çünkü nalbant Hüseyin’in yıllık izne gelmiş Almancı oğlu, oğulları Serhat ile Ferhat’a sünnet düğünü yapıyordu. Bu iki sünnet çocuğu da Gül’ün anne tarafından kuzenleri oluyordu.
Üç gün önce takım elbiselerimi, iskarpinlerimi giyip yola çıktığımda karmaşık duygular içindeydim. Öncelikle sevinçliydim; çünkü bu seyahatin sonunda belki de kapağı devlet kapısına atmış işi olan biri olarak dönmüş olacaktım. Hüzünlüydüm; birkaç günlüğüne olsa da Gül’ümden ayrılmış oluyordum. Aynı zamanda sıkıntılıydım. Çünkü sınav, Türkiye Elektrik Kurumunun altıcı bölge başmühendislik binasındaydı ve o da Adapazarı’ndaydı. Sabahın dokuzuna yetişebilmem için gün öncesinden gidip geceyi orada geçirmem lazım ama nerede kalacaktım?
Onu halletmiştim. Pamukova’nın bir köyünde öğretmen arkadaşımın öğretmen arkadaşı varmış. Oraya gidecek, onlarda geceleyecek, sabah erkenden kalkıp Adapazarı merkezine inecektim ama gene de rahat değildim. Hiç gitmediğim, bilmediğim bir yer, hiç görmediğim tanımadığım kimseler; bir de sınav denilen o lanet şey…
Okul yeni bitmişti. Daha üç ay bile geçmemiş ki, böyle bir iş imkânıyla yüz yüze gelmiştim. “Sanat altın bileziktir” demez miydi atölye şefimiz. Erdoğan hoca da Ankara’da okumuş. İlk tayiniydi bizim okul. Ama öğretmenliği sevmiyordu nedense. “Ankara’da okuyup öğretmen olacaksınız da ne olacak?” diyordu. Gençti. Biz son sınıftayken yaşıt değilsek de arkadaş gibiydik. Okul tuvaletlerinde birlikte sigara içerdik, sinemaya birlikte giderdik, akşamları atölye bitişiğindeki yatıp kalktığı bekâr odasını meyhane ederdik.
“Devlet öğretmeni sevmiyor arkadaşlar, süründürüyor. Bu günden sonra öncelik hakkınız olan mühendisliği de okuyamazsınız. Ülke genelinde boykot edip komünist diye mimlendiysek bile biliyorsunuz bir şey elde edemedik. Sırf imam hatipliler üniversiteye gitsinler, din adamı yerine avukat olsunlar, savcı, hâkim olsunlar; sonrasında da devlet kademelerinde çöreklenip güçlenerek Cumhuriyete takoz koysunlar diye bütün meslek okullarını dengi lise yapmadılar mı? Belki mühendis olabilirsiniz. Doktor bile olabilirsiniz ama fizik, kimya, biyoloji okumuş, modern matematikle tanışmış liselilerle yarışamazsınız…”
Sınavlara girmiştim. Birçok üniversitenin birçok bölümüne yerleşebileceğim puanı tutturmama rağmen tercihlerime en seçkin okulların(ODTÜ gibi) ve en iyi bölümlerini (avukatlık, doktorluk gibi) yazdığım için kendime “kazanamadın” bildirisi gelmişti.
Kazanmadığıma çok da üzülmemiştim aslında. Anarşi almış başını yürümüş, üniversiteler kaynar kazan gibiydi o günlerde. İçine düşen yanıyordu. Direnip diklenip düşmesem bile büyük şehre gidip üniversite okuyacak ekonomik gücüm zaten yoktu. Devlet yurdunda kalarak zor bela liseyi bitirmişim yetmez mi? Hem kolumda altından bileziğim vardı artık. Biz gibiler için bir işe girip çalışarak hayata kısa yoldan atılmak da hiç fena değildi…
Düğün yeri…
Davullar gümlüyor, zurnalar ötüyordu. El ele tutuşmuş çiçekli fistanlı güzel kızlar, rakı içip güzelleşmiş civan delikanlılar harman düzünde alay çekiyorlardı. Samanlık yanına dizilmiş adamlarla nal hane dibindeki toprak yere çöküp oturmuş kadınlar da pür neşe onları seyreyliyorlardı.
Düğün yerine gelince kadınların sırtlarını verdikleri taş duvarın yol tarafında dikilip kaldım. Giderkenki gibi duygularım değilse bile bu sefer de aklım karmakarışıktı.
Sevinmem gerekirdi; çünkü üç günlük ayrılık sona ermişti. Sevinmem gerekirdi; çünkü sınavı kazanmıştım. Genç yaşıma rağmen devlette bir işim vardı artık. Çalışacaktım ve param olacaktı. Dediklerine göre lojman da vereceklermiş, şehirde bir evim vardı. İçine halı, kilim, koltuk gibi şeyler alarak dayayıp döşeyecektim. Ama sıkıntılıydım. Altı sene evden ayrı kalmıştım. Hadi ona alışıktım ama Gül’den ayrılmak gibi bir durum vardı şimdi. Hele yokluğumda “gözden ırak, gönülden ırak” diyerek başka bülbüllere kokular saçacak olursa dayanılmaz bir acının yaşanılası hali bile vardı…
Alay çeken kızlar arasında Gül’ü aradı bakışlarım. Ama yoktu. Göremeyince, hiç mantıklı değilse bile içten içe sevindim. Görseydim, belki de bu kısacık yokluğumda gamsız baykuşlar gibi düğün edip eğleniyor olması kıskançlık damarımı çatlatabilirdi.
Gül’ü oynayanlar arasında göremeyince alaya katılmamışlar arasına bakındım. Orada da yoktu. İçten gülümsedim o zaman. “Yârim yokken düğün neyime” deyip kendini eve kapadıysa işte o iyiydi. Çünkü ben öyleydim. Gezecekse benimle gezsin, eğlenecekse benimle eğlensin; gözüm ondan başkasını görmüyordu ki, o yoksa ölüp gebereyim.
Ben böyle isem o da öyle olmalıydı. Lakin bazen öz eleştiri yaptığımda korkuyordum da bu durumdan. Bu ne kardeşim, aşk mı diyordum. Eğer aşk bu ise onunla mutlu olunmaz ki! Bırak huzuru, mutluluğu; yaşanmaz bile! İş lazım, aş lazım, ev lazım, bark lazım. Bana ne bunlardan diyorsa onunla anlaşılmaz ki! Adı sevda mıydı yoksa? Eğer öyle ise; değil ikimiz, bütün dünya yandı…
Amcakızı Seniha…
Dokuz yaşında âşık olmuştum ilk. O yaşta âşık mı olunurmuş? Adı aşk mıdır bilemiyordum ama onu her gördüğümde küçücük yüreğim vurgun yemiş gibi güm güm ediyordu. Aklımda hep o vardı. Yemiyor, aç açına geziyordum. Yatıyor, kalkıyor hep onu düşünüyordum. Vahiy bile kırkından sonra gelmiş Muhammed’e ki dokuz yaşındaki çocuğun aşk neyine! Diyebilirler ama gerçek öyleydi…
Küçücük lastik topla futbol maçı yapıyorduk okul bahçesinde. Taca kaçan topu tutan seyirci atıp yeniden oyuna katıyordu. Zeliş, tutmuşsa eğer, rasgele değil arayıp buluyor; topu rasgele değil de özellikle bana atıyordu. Başkaları fark etmese de bu çok özel bir durumdu benim için. Duygulanıyor, gururlanıyor, koltuklarım kabarıyor; neşem üçe, beşe katlanıyordu.
Sıcak bir yaz günü gene. Köy içindeki derede don gömlek geziyorduk. Bir gölcükte kalıp yüzedururken Zeynep’le onu karadutun tepesine görmüştüm. Kuşlar gibi daldan dala geçip dut yiyorlardı. Olağan bir şeydi bu. Yüzerken, arkadaşlarla boğuşup oynaş ederken göl bulanıklaşmış; oksijensiz kalan balıklar da bayılıp su yüzeyinde sırtüstü kalakalmışlardı. Bu olağan dışılığa şaşakaldıysak da baygın balıkları yarış edercesine toplayıp solungaçlarından geçirerek sazlara diziyor, sevinçten de havalara uçuyorduk. Bir ara bir avuç karadutla Zeynep geliyordu yanımıza. Uzatıyor; “ Al,” diyordu. “Zeliş gönderdi. Bunlar sana…” Başımı kaldırıp o yana bakıyordum. Karadutun tepesindeki kıvırcık saçlı kız koca gözleriyle bana gülücükler yolluyordu.
O yaz sonu İstanbul’a göçen ailesiyle birlikte gitmişti Zeliş. Gidiş o gidiş, bir daha da görüşememiştik…
Seniha görmüş beni, çıkıp geldi yanıma. Güleç yüzüyle; “hoş geldin Oğuz!” dedi. Sarılıp öpüşürken; “hoş buldum” dedim ona.
“Hadi iyisin, düğüne yetiştin.”
“Yetiştim.” dedim.
Demir tabanlı tekerlerin ezip toz ettiği yolca mezarlık tarafına yürüyüp az ötedeki tarlanın toprak setine yan yana oturduk. İlk Gül’ü sordum. Az önce buradaymış ama şimdi nerededir, bilmiyormuş. “Bakar bulurum.” dedi. “Hele konuşalım biraz.” Sonra konuştuk. Ne oldu, ne bitti, nasıl gittim, nasıl geldim anlattım her şeyi. Lakin havası kaçıp büzüşmüş balon gibiydi içim. Bütün organlarım sıkışıyor, nefes alıp vermekte zorlanıyor gibiydim. Yüreğim yerinde değil de can evinde atıyordu sanki.
“Neredeyse bul söyle, hemen gelsin. Konuşmalıyız onunla.”
Seniha.
“Hemen gelsin, konuşmalıyız! Oha be, ne oldu ki?”
“Konuşmalıyız.”
Seniha:
“İyi de nereye gelsin?”
“Size…”
Seniha:
“Tabii, nikâhlı karın ya! Emret, kopsun gelsin. Güpegündüz…”
“Herkes düğün dernekte, kendi eğlencesinde Seniha! Kim görecek?”
Beklerken…
Açık kapı eşiğinde dikilip bekliyor, sonra taşlı yol boyundaki bodur dut ağacı yanına gidip aşağıları gözlüyor, tekrar dönüp iki göz evin kapısına geliyor; daralmış içimde sıkışıp kalmış ciğerlerim patlayacak gibi; zor şişip zor iniyor; soluksuz kalıp öleceğim sanki.
Hadi be, hadi be! Kör kuyuya mı düştün de çıkıp gelemiyorsun? Düğünde misin, davul zurna ötüşünde? Sana ne Serhat ile Ferhat’ın kapçıklı çükünden? Bana ne Gülizar’ın sahte neşesinden, Remzi’nin bira şişesinden! Bize ne kara çarşaflı zavallı karıların yalancı gülüşlerinden, ağzı salyalı adamların iğrenç bakışlarından! Gelip gelmeyeceğin belli değil ama biliyorum geleceksin, hadi hadi!
On altı yaşında yar mı sevilir?
Dokuzunda âşık, on üçünde Mecnun olmuşsun. Bilmiyor muyuz beyim? Sen dokuzken o kaçındaydı? On üçünde Mecnunken sen, o Leyla olamamışsa on altının günahı ne? Ağzın yanmış sütten ayranı üflüyorsun. Büyük söz. Bilene. Ellerini tutmayacağım demişsin kendisine. Alışırlarsa yokluğumda tutunacak el ararlar. Hadi be! Öpmeyeceğim demişsin. tadını alınca yokluğumda dudakları öpecek dudak arar. Ne kafa ama! Herkes bir mi? Birisi öyle yapmışsa sana, benim suçum ne?
İşte bu yüzden Gül’üm! Sen busun, böylesin diye karar verdim; ölünceye dek tek seninle yürüyeceğim. Bundan sonra senden başkasını görecekse gözlerim kör olacak. Başka elleri tutacaksa ellerim kuruyacak. Yastığıma bir başkası baş koyacaksa başımda boynuzlar çıkacak. Aynı gün birlikte ölmeyeceksek bil ki yarın kıyamet kopacak. Böyle bir yemindeyim. Var mısın benimle?
“Varım” demişti. “Ölmek var ayrılmak yok” demişti. Öyle demiş, öyle sözleşmiş; okul biter bitmez evlenecektik. İşte o gün gelip çatıvermişti…
Siyah kumaş pantolon üzerine giydikleri çiçekli fistanlarıyla yamaç yolun ortalarında göründüklerinde gözlerime inanamıyordum. Dünyalar benim olmuş gibi sevinirken durduğum yerde duramıyor; bir taşlık yol kıyısındaki çıplak sırta, bir evin kapısına git gel yaparken böylesi sabırsızlık içindeki birinin ne kadar heyecanlı olduğunu değil köyden birisi, çocuklar görse anlardı.
Sözde büyümüştüm. Okul bitmişti de işe bile girmiştim! Anama babama danışmadan, değil akıl, izin bile almadan evlenecektim…
Tuttum elinden; “gel” dedim. Neye uğradığını şaşıran zavallı kız peşim sıra sürüklendi. Amcamla yengemin yattığı odaya çektim onu. Kapıyı kapatırken de, “sen orada kal” diye emrettim Seniha’ya. Şaşırdı kaldı. Kapıda durup gelene geçene karşı gözcülük mü yapacaktı? İyi de çektim kızı içeriye, kapıyı da kapadım; yatağa yatırıp bir şey mi yapacaktım acaba? Günah. Kızı o getirmişti buraya; eğer canı yanacaksa vebali de kendisinin boynuna…
Aldatmıştı da hani seni, ağlıyordun dünyası kararmışlar gibi, evin önünde çömelmiş! Bıraktım demiştin. Bir değil, iki değil, kaç oldu! Aşkın gözü kör ama canıma tak etti, artık kesin demiştin. Teselli etmeye çalışmıştım seni. Biraz da sevinmiştim aslında. O kız sana göre değildi ama kör olmuş gözlerinle göremiyordun. Bıraktım ama içim yana yana demiştin. Biliyordum zaten. Unutmana faydası olur diye ben seçmiştim bu kızı sana. Gidip ben söylemiştim kendisine. Herkes biliyordu köyde. O da biliyordu. Bahane etmiş, ama onun istediği biri var demişti. Ayrıldılar demiştim. Bu sefer kesin kez. Sen demesen de artık seni istiyor diye yalan söylemiştim. İkna etmiştim. Ama ciddi olacaksın, gönül avuntusu edip kızı üzmeyeceksin diye de tembihlemiştim. Tamam demiştin. Saçının teline zarar vereceksem felç insin bedenime gibi insan boyunu aşan laflar söylemiştin. Bu ne şimdi?
İki göz evde dökülen ecel terleri…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.