- 791 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ANA ŞEFKATİYLE KUCAKLAMIŞTI SEVGİMİZ!
ANA ŞEFKATİYLE KUCAKLAMIŞTI SEVGİMİZ!
BEN BİTTİM ÖZLEMİN DEĞİL.
İNADINA ÖZLEDİM, İNADINA SEVDİM!
GERÇEK DOST’UM
SEVGİLİ TONY’M
Seni öylesine özledim ki; kaç gündür, gözlerin, o sevgi dolu, o masum, o insandan fazla insan bakan, pek çok insanı utandırası bakışların gözümün önünden gitmiyor. Aradan geçen otuz beş yıla rağmen, seni her gün daha bir artan özlemlerle anıyorum.
İnsanoğlu, dostça uzanan ellerimi, kollarımla birlikte koparttıkça, sevgi dolu avuçlarıma, kor yumakları bıraktıkça, hele hele insan olmanın gereğince açtığım yüreğe, hançerlerle karşılık verdikçe, seni daha bir özlüyorum. Seni hayvan olarak niteleyenlere daha bir kızıyorum!
Otuz beş yıl önce; seni İzmit’te bırakıp, Ankara’ya geldiğimde, bir daha görüşemeyeceğimiz hiç aklıma gelir miydi? Bir gün dönüp, seni tekrar sevgiyle kucaklayacağım düşüncesi katlanılır kılıyordu özlemini. Ta ki annemden gelen mektuptan, seni amcamın yanında çalışanlardan birine verdikleri, onun da, seni köyüne götürdüğünü öğrenene dek. Bu gün gibi taze o acı. İnsan dünyasındaki kokuşmuşluk artıkça, senin dostluğunu daha bir özlüyorum! Ve o acı, daha bir tazeleniyor, daha bir acıtıyor yüreğimi! Benim çocukluğumun arkadaşıydın sen, çocukluğumun dostu. Her sabah benimle okula gelirdin. Kâh önümde, kâh arkamda koşuşturur, olmadık şaklabanlıklarla beni güldürüp mutlu kılardın. Öpüşe, koklaşa koşuştururduk okul yolunda. Okul çıkışı da, hiç aksatmaz, kapıda dilin bir karış dışarıda, nefes nefese, meraklı bakışlarla beni beklerdin. Bütün çocukların sevgilisiydin sen
- Tony, hoş geldin.
- Tony gene mi geldin?
Sorulardan, okşayışlardan, öpüşlerden sıkıntıyla kurtulmaya çalışır, boynunu koparcasına uzatıp, kalabalığın arasında beni görmeye çabalardın. Nasıl da mutlu olurduk birbirimizi görünce. Alışmıştın, o gün okulda ne yediysem, yarısını sarar sarmalar sana saklardım her gün. Dönüş yolunda da mutlaka pastaneye uğranılırdı. Daha uzaktan görünce, poğaça veya tereyağlı halkalarını hazırlarlardı. Ve yine; önümde, ardımda koşturur, kimi yarışlar yaparak, kimi saklambaç oynayarak, yine öpüşe koklaşa dönerdik eve.
Senin, arkamdan ağlamaklı, mahzun bakışına, neredeyse okula dek peşimizden koşmana dayanamıyordum. Yol boyu ağlayıp, derslere de kendimi veremeyerek olamayacağını anlayınca, servisle okula gitmekten vazgeçmiştim. Ne soğuğu umursuyordum, ne de sıcağı. Yağmur bile ıslatmıyordu beni sen yanımdayken.
Hastaysam, okula gitmeyeceksem, o gün akşama kadar gözün kapıda, dilin bir karış dışarıda, kıpırdamadan, saatler, bazen günlerce beklerdin kapıdan çıkışımı. Yemek bile yemezdin. Annem acır, “Kalk kapıdan bir bak, seni görsün, hatta yemeğini de sen ver belki yer” derdi.
Bir gün, bir tek gün, okul çıkışı görememiştim kapıda. Nasıl da korkmuş, nasıl da telâşlanmıştım. Deliler gibi koşturuyor, herkese, “Tony’mi gördünüz mü?” diye ağlayarak yalvarıyordum olumlu bir cevap adına. Yoktun! Bir umut pastaneye koştum, orada da yoktun. Sık sık çocuk kütüphanesine giderdim, sende sabırla beni beklerdin kapıda. Belki de şaşırıp kütüphaneye gitmişsindir diye koşturdum kan ter içinde, Dursun öğretmen “Görmedim” dedi. “Gelmedi.” Hastalanıp evde olabileceğin düşüncesiyle koştururken, bir duvar dibinde titrerken buldum seni. Nasıl da mutlu oldun beni görünce. Kuyruğunu kaldırmak istedin önce, sevinçle sallamak için, olmadı, yapamadın. Sonuçsuz bir gayretle atılmak istedin kollarıma, gene olmadı. Tek becerebildiğin, ağlamaktan vazgeçmekti beni görünce. Evet, ağlıyordun, gözlerindeki yaşı gördüm. Acıdan ziyade, bana gelememendi, beni merak etmendi. Yoksa kesilmezdi beni görünce. Ana gibi özlüyor, ana gibi düşünüyordun beni. Ana gibi, yar gibi seviyordun. Gerçek bir dostun gözyaşlarıydı onlar. Eminim, çünkü aradan geçen kırk yıla rağmen, hiçbir dost veya arkadaş olarak nitelediğimin gözünde, benim için olanını göremedim henüz!
Ayağının yanında oluşan minik kan birikintisi ve ayağındaki iç parçalayan o yarayı gördüğüm an, beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Elime bir geçirsem bunu yapanı, hiç tereddütsüz öldürürdüm o an. İnsan olamazdı bunu yapan. Çocuk aklımın güzelliği, insanoğlundan, insana yakışırlığın dışında bir davranışı algılayamıyordu. Ama şimdi aradan geçen yaklaşık kırk yıl, senin ve diğer dört ayaklı, ya da kanatlı dostlarım, bana gösterdiniz ki böyle şerefsizlikler, böyle adilikler, böyle kalleşçe insanlık dışılıklar, yine insanlara özgü davranışlar.
Şimdi, ağlama sırası bendeydi. Delice ağlarken, çılgınca öpüyor öpüyor, acıtmaktan korkarak, ama içime sokarca sarılıyor, sarmalıyordum seni. Nasıl kucakladım, nasıl eve geldim bilemiyorum! Ama orada yaralanmadığın, yol boyu devam eden kan izlerinden belliydi. Belli ki hangi kırılası el, hangi acımasız vicdanın ve sapık ruhun eseriydiyse, seni bulduğum yerden çok önce yapmıştı bu vahşeti. Sen ise, o acına rağmen, bana ulaşmak için epey yürümüştün. Ta ki adım atamayacak hale gelene dek. O noktada tükenmiş, yığılıp kalmıştın. Hâlâ tüm beddualarım, o seni o hale getiren ve onun gibilerine!
Tamamen iyileşinceye kadar, bahçe kapısından dışarı çıkmaman kararlaştırılmıştı. Giderken, senden kaçmanın bir yolunu buluyordum. Lakin çok sıklıkla, bir yolunu bulup kaçıyor, okul çıkışında beni bekliyordun. Topallaya, tökezleye yürümene dayanamıyor, seni kucaklıyordum. Küçücük bedenim için fazla büyüktün. Kan ter içinde, ıkına sıkına eve vardığımda, annem, sana kaçıp gittiğin, bana ise, oldukça ağır olan seni kucaklayıp getirdiğim için kızıyordu.
Bir seferinde de sen beni kurtarmıştın! Seninle kovalamaca oynuyorduk; kaydırağın iki paralel demirinin birinden atlarken, ayağım takılmış, diğerinin üzerine düşmüştüm. Boşluğuma gelmiş bayılmıştım. Kim bilir nasıl telaşlanmış, etrafımda dört dönmüştün. Bir türlü kalkamayıp, dizimden ve ağzımdan akan kanlarla, öylece yattığımı görünce de, Subay Mahfil’inin (Orduevinin o zamanki adı) girişindeki inzibatı, paçasından sürükleyerek getirmiştin. Gözümü açtığımda, nöbetçi subayın odasında, dizime pansuman yapar, bir yandan da ayıltmaya çalışırlarken, sen ise ellerimi yalıyordun. Askerlerden biri, kucağında beni oturduğunuz lojmana götürürken ise, etrafımızda dört dönüyor, durmaksızın askere havlıyordun; nereye götürdüğü veya ne yapacağı endişesiyle. İkimizin de birbirimize bir şey olacak diye ödümüz kopardı.
Bir başka defasında da, yine okul yolunda, koca bir taşla başımı yaran çocuğun paçasını ısırıp yırtmıştın. Can yakmazdın sen! Sonra da dönüp, başımdan akan kanları yalamaya başlamıştın. Bir yandan da, etrafa yalvaran gözlerle havlayarak. Ayıldığımda öyle bulmuştum seni başucumda. Yine bir inzibat bulmuştun bir yerlerden ve ben de, yine inzibat kucağında eve getirilmiştim sayende. Annemin ise telaşını unutamam. Başımdan akan kanlar, gözümden ağzıma bir yol oluşturmuştu; Annem, gözüm çıktı zannıyla, feryat figan bağırıyor, bir yandan da söyleniyordu.
- Nee! Bu sefer de gözü mü gitti? Olacağı buydu. Ters olmuş bu ters, erkek olmalıydı. Hanım hanımcık oynamayı bilmez ki. Hangi ağaç tepesinden düştü kim bilir.
Doğruydu da galiba, erkek çocuklarla kovboyculuk, misket oynar, topaç çevirir, maç yapardım. Bisiklet yarışları yapar, kan ter içinde dönerdim eve. Hafta sonları Deniz Gücünün maçlarındaydım. Ya benekli tavuğum, ya da yeşilbaş ördeğimi de götürürdüm yanımda, seninle birlikte. Hafta sonları sizlerin de maç izleme hakkı vardı bence! Bir hafta, yeşilbaş, bir hafta da benekli, sıkılıp elimden kurtulmuş, stadın içine fırlayıvermişti. Tam maçın orta yerine. Maç durmuş, askerler sahanın içinde tavuk, ördek yakalamaya çalışılıyor, sen ise onlara engel olmaya çalışıp havlıyordun. Tam bir curcunaydı. Hep birlikte kovulmuştuk stattan. Ve uyarılmıştık görevli subaylardan biri tarafından: Bir daha, buraya bütün hayvanları toplayıp gelirsen kulaklarını çekerim. Burasını hayvanat bahçesine çeviriyorsun. Babam da: Bu çocuklar tezkere aldığında, askerliklerinin bittiğinden ziyade senden kurtulduklarına seviniyorlardır, derdi.
Gölcük’teydik o zamanlar. Daha sonra İzmit’e taşınmıştık. Ben Ankara’ya gelince, yemeden içmeden kesilmişsin. Sabahtan akşama, sokak sokak beni arıyor, araba altlarında ezilmekten kıl payı kurtuluyormuşsun. Sonra da saldırganlaşmışsın. Eve gelen herkese saldırıyor, yoldan geçenlere bile rahat vermiyormuşsun. Niye öyle yapıyordun? O güzel kafandan neler geçiyor, yokluğumu nasıl algılıyordun da böyle yapıyordun kim bilir? Ama gerçek olan, benim kadar, sen de beni özlüyordun. Ben emindim, emin ellerde olduğuna. Oysa sen, benim akıbetimden habersizdin. Beni kaybetmenin çılgınlığını yaşıyordun belki de.
Ne dilim varıyor, ne de yüreğim kabulleniyor, ama doğa kanunlarına karşı çıkmak mümkün değil! Çoktan ölmüşsündür şimdiye. Ama orada neler yaşadın? Sevildin mi yeterince? Doyuruldun mu? Canını acıttılar mı? Üşüdün mü? Islandın mı? Hep uykularımı kaçırdı uzaklığın ve bilinmezliği yeni yaşamının. Bağışla beni ne olur. Kader, öylesine bizim dışımızda ve arzularımız hilafına kurguluyor ki yaşamımızı, elimiz böğrümüzde, çaresiz kalakalıyoruz.
Beni düşünme emi? Rahat uyu sen. Benim şimdi bir Öpücüğüm var. O da ne mi? Bir kuş. Muhabbet kuşu. Adı Öpücük. Camgöbeği mavi, sırtı dantel gibi desenli, kanat uçları ve kuyruğu beyaz. Tam bir sanat harikası! Özel tasarım gibi. Görsen, sen de çok seversin eminim. Çünkü o da çok dost, onunla da çok seviyoruz birbirimizi. Bütün dünyası ben’im. Onu da senin gibi minik bir yavruyken aldım. O da senin gibi, ana bildi kardeş bildi. Tek arkadaşı tek dostu benim. Ve bu dört duvar. Sen öylemi ya, sen benimle her yere geliyordun. Onu evde bırakıp gidiyorum ve o da saatlik ayrılıklarda bile, senin gibi deli oluyor. Ama biraz nazlı; senin gibi, özlemle kollarıma atılmıyor. En az yarım saat küsüyor her defasında, konuşmuyor benimle. Sonra da susturabilene aşk olsun; geveze bir dost anlayacağın.
Şehir dışı nereye gidersem gideyim o da geliyor. Onun da şansı burada. Sen şehirlerarası gelemezdin. Komşulara emanet olunurdun. Bir de ona sarılamıyorum. Sana nasıl da sarılırdım. Bir defasında annem, ikimizi sığınakta sarılmış uyurken bulmuştu da, nasıl kızmıştı hatırlar mısın? Sen eve giremezdin çünkü. Öpücük mü daha şanslı, sen miydin bilemiyorum, ama benim çok şanslı olduğum kesin. Hayatımın bir döneminde sen vardın. Sonra, artlarından günlerce gözyaşı döktüğüm, birçok dostum oldu sizler gibi; hep ecelin ayırdığı. Hiçbirinizi ne sokağa terk ettim, ne de başka birine verdim. Bir tek sen verildin, o da benim bilgim dışında.
Öpücük senden daha kıskanç. Niye mi? Bilmem! Belki de erkek olduğu için! Paylaşmaya tahammülü yok kimseyle. Telefonla konuşmam bile çıldırtıyor onu. Dudaklarımı, ellerimi ısırıyor, telefona saldırıyor. Hep onunla konuşayım, hep onu seveyim, öpeyim istiyor. Şimdi, sana yazarken bile nasıl kavga ediyor benimle. Yazmaya başladığım andan beri, göz yaşlarımın dinmemesine mi üzülüyor, yoksa sana özlemimi, sevgimi dile getirişimi hissetti de kıskanıyor mu; kâh parmaklarımı gagalıyor, kâh kaleme saldırıyor, kâh kâğıdın kenarlarını parçalıyor, sonra da, kâğıdın tam orta yerinde durup yazmamı engelliyor. Çekil dediğimde de, kanatlarını açıp, çocukluğumun mecmualarının çizgi öyküsündeki Twetycesine, ellerini beline dayamış, kavga ediyor görünümünü hatırlatarak, öyle süratle bir şeyler söyleyip bağırıyor, kavga ediyor ki benimle; kelimeler birbirine girdiği için, ne dediğini anlayamıyorum, ama öyle şirin kavga edip saldırıyor ki, gözyaşlarım, ister istemez yerini kahkahalara bırakıyor. Sen gözlerin ve kuyruğunla konuşuyordun, o ise otuz, otuz beş kelime konuşabiliyor.
Dedim ya, o da çok dost diye. Geçenlerde ameliyat oldum. Yok, yok korkma, öyle çok önemli bir şey değil. Ufak bir operasyon. Kuş yumurtası büyüklüğünde bir kist. Lakin biraz uzun sürdü. Doktor ilk kez yapıyormuş bu ameliyatı. Şans işte, sonra da kanamayı durduramadı. Kan istediler. Dışarıda bekleyen kimsem yoktu ki gidip kan getirsin. Çantamı da yatan hastalardan birine bırakmıştım. “Gidin içinden para alın, biri gidip alsın. Böyle kan revan içinde kalkıp kan arayacak değilim ya” dedim. Ameliyat bitiminden sonra da, tekrar kanama olursa diye, bir dört saat daha ameliyathanede beklettiler incecik ameliyat giysisiyle, üstelik içerisi buzdolabı gibi. Bir de yirmi saattir açım. Değil eve gidecek, ayağa kalkacak halim yoktu. Başım dönüyor gözlerim kararıyordu.
Eve gelir gelmez kendimi kanepeye zor attım. Saçlarım kanepenin kenarından sarkıyordu. Alışıktı öpücük, kapıdan girerken daha, kendisini selamlayıp hâl hatır sormama. Sessizce kendimi kanepeye atışım şaşırtmış, endişelendirmişti besbelli. Seslendi, seslendi, cevap verecek halde değil, bayılmak üzereydim. Birinin saçımı çekmesiyle irkildim. Canım benim. Senin gibi, insandan insan minik dostum! O daracık kafes telinin arasından, yarı beline kadar uzanıp, saçımı çekiyor, cevap vermemi, ayağa kalkmamı istiyor, bir yandan da, “Annecim, canım benim, gel seveyim azcık. Hanimiş annem, gel, gel öpeyim, bi yanak ver bakiim” deyip duruyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Tıpkı, senin başucumda, başımdan akan kanları yalayarak temizlemeye, burnunla iterek, kaldırmaya çalışmandaki ruh halindeydim.
İnsan dostlarımı anımsadım ister istemez!!! Daha bir ağladım. Daha bir acıdı içim.
Ayağım çatlamış, bağ doku da kopmuştu. Bir ay yatmıştım tek başıma. Kontrol için hastaneye gitmek çok zor oluyordu. Hele merdivenleri inip çıkmak. Bir de öyle gereksiz evrak akışları var ki, koşturmaktan, sağlam insan hasta oluyor hastanede. Tek bacakla ölüm geliyordu.
En yakın arkadaşlarımdan birini aradım(!) Dostumdu aynı zamanda(!) Koşarak gelir, girerdi koluma. “Gelemem” dedi.
Daha sonra; bir gün, çok ağır grip olmuştum. Raporluydum. Üç gün geçmiş, iyileşmek bir yana, daha da ağırlaşmıştım. Üstelik evde yiyecek bir şey de kalmamıştı. Öyle kalkıp, çorba falan yapacak halde de değildim. Oysa sıcacık bir tas çorba, bir fincan çay, nasıl da burnumda tütüyordu. Geçtim, biraz ekmek olsa, peynir vardı az da olsa, açlıktan bayılacağım. Aynı dostu arayamazdım! Kaldıramazdım bu halde tekrar yıkılmayı. Hâlâ, dostum olduğunu sık sık dile getirse de lâfla, olmadığını çok net kanıtlamıştı.
Daha emin olduğum, en yakınım, canım bildiğimi aradım bu defa(!) Anlattım, açım dedim. İş çıkışı bir ekmek getirip getiremeyeceğini sordum. “ Oooo, ta buradan oraya nasıl geleyim?” dedi. Oradan buraya, Kızılay’dan Balgat’a. Yürüse yarım saat. Donup kaldım! Yanlış mı duymuştum? Ama doğruydu. “ Kusura bakma” diye ilâve etti. “İşim var.”
Bir gece de, tansiyonum düşmüş mü çıkmış mı bilmem, ayrıca, herhalde sinir krizi geçiriyordum. Kasılmalar, titremeler, bayılmakla yeniden ayılmak arası gelgitler, uyuşmalar, çarpıntılar, nefes alamamalar, ne ararsan var. Sonradan defalarca özür dileyip, bir dahaki gereksinimimde aramazsam, yüzüme bakmayacağını antlar verdirerek dile getiren bu ikinci dostu aradım yine inanç ve güvençle(!) Hem insanları bir kalemde silip atamayışımdan, hem de bir şans daha vermek gerekir dostluğa düşüncemden, aynı zamanda sınamak da dostluğu. Son bir ümit! Bu defa kesin, biraz umarsız da olsa. Kapıya çıkıp taksiye binecek halim yok. Arıyorum zorlukla. Zor konuşabiliyorum. Kesin gelir bu defa; üzülmüş, utanmıştı ya, yüzüme de bakmayacaktı aramazsam bir daha, gelir götürürdü beni hastaneye mutlaka. Az mı baktım ona zamanında. İki ay hastanede, öğlenleri yemek yemeksizin; yıkayıp, ütülediğim çamaşırları, evde hazırladığım yiyecek ve içecekleri götürüyor, akşamları da, iş çıkışı koşarak gidip, gecenin on iki, birlerine kadar yanında kalıyordum. İşlemler, ilaçlar için sağa sola koşturmalar, iş yerinden izin almak için verilen uğraşlar da ayrı. Üstelik annesi de “Evladım, önce Allah, sonra senin sayende kurtuldu” diye dualar ediyor, kendisi de “Kardeşlerim yapmadı, yaptığını” diye, hep minnetle anımsıyordu, son dakikada fark edip hastaneye, onun gerek yok ısrarlarına rağmen yetiştirişimi ve ölümün eşiğinden dönüşünü. Evet, evet, hiç tereddütsüz gelirdi. Emindim. Gelmek ne kelime, evde olduğu halde, annesine yok dedirtti. Ve ben o akşam kapının önünde bayıldığım için, taksi şoförünün kucağında, hastaneye gitmiş, gözümü açtığımda, polisin “Şikâyetçi misiniz?” sorusuyla şaşırmıştım. Şoförü bırakmamışlar ben ayılana kadar. Ne kadar üzülmüş, defalarca, teşekkür ve özürlerimi bildirmiştim kendisine. Sonrasında da bir kutu çikolatayla yinelemiştim ziyaretine gidip, çalıştığı durakta.
Yaa... İşte böyle canımcım.
Daha sonra da, merak edip aramamıştı bile. İşi bitmişti çünkü ve çok iyi biliyordu ki karşısındaki kin tutmaz. İyilikleri asla unutmamasına karşın, olumsuzlukları çabuk unutur. Acıma duygusu çok gelişmiş, üstelik de duyarlı. Bir gün, yine işi düşerse, her şeyi unutup koşar, tutar ellerinden.
Utanır mı?! Bilemem.
Sen ne dersin rahat uyuyasıca?
Sen de sil gözlerini, uzun ömürlü olasıca.
Sizleri üzmek değil amacım.
Merhamet dilenmek hiç değil.
Siz beni iyi tanırsınız.
Size değil lâfım.
ANLAYAN ÇOKTAN ANLADI!
ANLAMAYAN SİZDEN UTANASI!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.