- 1195 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MEVLANA'DA AŞK YUNUS'DA SEVGİ-3
YENİ BİR YOL BAŞI:
Mevlâna kendi edebiyat coğrafyasının adamıdır. Geldiği güzergah, tutulan yol, mekanlar bir arada düşünüldüğünde; bu edebiyat coğrafyasının Mevlâna üzerinde sanıldığından çok etkili olduğu görülür. Mevlâna bunun farkındadır.
Coğrafi mekan olarak, Orta Asya Türk coğrafyası, Acem-İran coğrafyası, Arap coğrafyası, Anadolu Türk coğrafyası, Mevlâna’nın kültür coğrafyasını oluşturur.
Bu coğrafya Mevlâna’nın ilgi alanı olan tasavvufi hayatın çoktan maya tuttuğu iklime sahiptir. İbrahim Ethem (777) Belh’i mesken tutarken, IX.yüzyılda Bağdat’ı yurt tutar, Tasavvuf İran’da ise hayatın ta kendisi olur. Farsça edebiyat dili olarak öne çıkarken, alfabe Arapçadır, Türkçe en yaygın konuşulan dildir.
Mevlâna ailesinin yöneldiği Selçuklu Konya’sı, Türklerle ilk kez Afşın Bey zamanında tanışır. Bu bir kuşatma olmaz. Nihayet Sultan Kılıç Arslan Konya’ya yerleşir ve başkent yapar. Artık Türk-İslâm Konya yeniden doğmaya başlar. Sultan Murat devrinde Anadolu “Turkia” Türkiye adını alır. Bu değişime uygun olarak Konya şehri de Türkün lehine değişmeye başlar.
Alaattin Keykubat yönetiminde bulunan Anadolu bugün bizim anladığımız manada tekdüze değildir. Başkaldıran beyler, ayaklanan topluluklar, olmuş ve ola gelmektedir. Ayrıca yerli halklardan Rumlar, Ermeniler, o gün olduğu gibi çağlar boyu yaşamayı sürdürürler.
Türkistan ve Horasan’dan kopup gelen; Oğuzlar, Uygurlar, Karluk, Kıpçak gibi Türk boyları Anadolu’yu baştan başa tararlar. Bir kısmı yerleşik hayata geçip medeniyet odakları oluştururken, bir kısmı göçebe hayatı sürdürür. Bütün bu olup-biten olaylar sonucu Anadolu’nun Türkleşmesi gerçekleşir. Bu gerçekleşme önce Orta Anadolu’da boy verirken, yabancı unsurlar peyderpey sahil bölgelerine çekilir. Anadolu bir yandan da İslâm Alemi’nin parçası olur. Tabiidir ki bu coğrafyayla bütünleşme sonucu, kendini emniyette hisseden kitleler; cami, medrese, kervansaray, han, hamam, tekke, zaviyelerle Anadolu’yu donatırlar. Kültürel gelişme de buna ayak uydurur.
Anadolu’ya; Şihabettin Sühreverdi, Kemalttin Ebu-Bekr, Gazioğlu Mehmet, Mehmet Ravendi, Muhyiddin Arabi, Sadrettin Konevi, Necmettin Daye, Seyyid Burhanettin, Tirmizi gibi ilim ve tasavvuf erbabı can ve dirlik verir. Türk Edebiyatı da Oğuz Lehçesiyle ilk eserlerini verir. Ticaret yolları emniyet altına alınır. Büyük şehirlere sağlam kaleler inşa edilir. Muhtemel Moğol istilasına karşı tüm emniyet tedbirleri alınır. Ancak Alaattin Keykubat’tan sonra yapılan yanlış hesaplar, emekleri boşa çıkarır ve Moğol istilası önlenemez. Pek çok coğrafya gibi Anadolu da darmadağın olur.
Coğrafya, demografik yapı, kültürel mayalanmaya bakıldığın da, Alaattin Keykubat döneminde Mevlâna ailesinin en doğru seçimi yaptığı anlaşılır. O dönemde bu kutlu aileyi kaldıracak başka yer ve mekan da yoktur. Mevlâna bu zeminde zaman zaman insan unsurundan bizar olsa da, bu şikayetler iyi bakıldığında geneldir ve temel insan problemine aittir. Lokal bir tasarrufta bulunmaz. Verdiği onca eser, gündelik hayat, bıraktığı derin izlere bakıldığında, Konya’nın o dönem Mevlâna için biçilmiş kaftan olduğu görülür. Bu elverişli iklimdir ki, Mevlâna’ya yüksek perdeden ses çıkarma hürriyetini bahsetmiş O’da bu iklimi oldukça verimli kullanmıştır.
Çok karmaşık ve zengin olan bu dönem, gerek Arap, Fars, gerekse Türk tarihçileri açısından zor bir dönemi işaret eder. Öyle ki ünlülerin isimleri bile çoğu kaynakta farklı yazılabilmiş. Ana ekseni söz-rivayetler oluşturmuştur. Tarihçi bu rivayet dünyasından hakikati çekip, çıkarmak zorundadır. Coğrafi bölgeler, yer adları, soy, boy, hakimiyet unsur ve alanları karmaşa içindedir. Beni de en fazla yoran tarih dilimi bu Selçuklular dönemi olmuştur. Olayları sınırlandırmak net bir sonuca ulaşmak her zaman güç olmuş ve olacaktır.
Özellikle Selçuklu dönemi tarihimiz açısından çok çalışılması gereken bir dönemdir. Olayları bağlamada büyük boşluklar mevcuttur. Bugün Anadolu’yu gezdiğimizde; ciddi bir medeniyetle karşılaşırız. Bu medeniyet bizi çelecek kadar güçlüdür. Çevremizi ve ruhumuzu anında kuşatır. Bu dönemi derinden fethetmek için, önce İslâm’ın yayılışı açısından, mezhepler tarihi, tarikatların oluş ve yayılışı, tarikat önderlerinin hayatı, milletler mücadelesi, Türk yayılma sahaları, boylar, alt kimlikler, azınlıklar ve guruplar açısından, kültürel ve ekonomik, demografik açıdan inceleyerek bir Selçuklu koleksiyonu oluşturmak en çıkar yol olarak gözükmektedir. Değerli çalışmalar mevcut ama yetersizdir.
Anadolu’nun son vatan parçası olması, bu talebimizi güçlendiren en büyük nedendir. Mevlâna gibi yüce değerlerin yeniden ihyası ise birinci nedenimizin mayasını teşkil eder. Anadolu gezildiğinde görülür ki Anadolu’da Osmanlı’dan çok Selçuklu ve devri hakimdir. Erzurum, Konya, Sivas, Kayseri hattı gezildiğinde bu açıkça görülür.
Selçuklu ve Mevlâna’nın ihyası öyle anlaşılıyor ki boynumuza borçtur
MEVLÂNA VE KONYA
Kudretli ve kendinden oldukça emin bir idarecinin yönetiminde olan Konya’ya Mevlâna ailesi davet edildiklerinde hiç tereddüt etmez ve yola koyulurlar. Karaman Emiri Musa bu önemli aileyi göndermeye pek rıza göstermese de yapacak bir şey olmaz. Her karizmatik lider gibi Alattin Keykubat bu daveti yalnız Mevlâna ailesi için yapmaz, çemberi içine tüm ilim ve irfan sahiplerini katar. Ciddi bir medeniyet kurucusu olduğunun farkındadır. Mevlâna ailesi Konya’ya geldiğinde; başta Alaattin Keykubat, tüm devletlilerden, ilim erbabından ve halktan yeterince saygı görmüştür. Ailenin ünü zaten Konyalılarca malumdur. Gelişi ile birlikte Baba Veled’in etrafında Konya halkı bir nevi halelenir. Bu hava bütün Konya’yı sarıp-sarmalar. Bahattin Veled de dağarcığında ne varsa kıskanmadan Konyalılara sunar. İki yıl yaşamasına rağmen Konya halkı O’na bu günkü mezarını layık görür, bezer, süsler, bir nevi kutsar. Konya çok özel bir insanı kaybettiğinin farkındadır.
Saygın bir babanın devamı olan Mevlâna’nın işi bir bakıma zordur, ancak avantajlıdır da. Babasından boşalan kürsüye layık görülür. Mevlâna kısa sürede koltuğunu hakkıyla doldurduğu gibi farklı biri olduğunu da hissettirir. Önceleri günlük 300-400 kişiye fıkıh vaazları verir. Hitap ettiği kitle kısa zamanda yığınlara dönüşür. Zaman ilerde on binlere vazedeceğine şahit olacaktır. Bu ilk aşamada Mevlâna, tanıdık, bildik bir medrese alimidir. Halkça benimsenen kıyafetler giyer. Babasına duyulan itimat nedeniyle de fazla sorgulanmaz. Zira güven veren bir nesep-soya sahip olmak doğu kültürlerinde daima saygı gören peşin bir avantajdır. Bu örneklere günümüzde de şahit olmak mümkündür. Bu durum bir nevi kültürel nastır. Anlıyoruz ki Mevlâna’nın bu tutum ve davranışları,işi idare etmekten öte değildir. Bu kadar iç kaynamalarından pek kimse haberli değildir. Çok fazla renk vermez ancak ileride görürüz ki, gün gelecek kürsüleri terk edecek, giyim-kuşam değişecek, farklı ve olağan dışı davranışlar sergileyecektir. Çünkü Mevlâna’da halkın anlayamayacağı ruh burkuntuları çoktan başlamıştır. O gerçekte farklı bir alemde seyretmektedir. Cüssesi Konya’ya sığamamaktadır.
Mevlâna’dan söz açınca önce özlem-hasret kelimesinin mana ve önemini kavramamız gerekmektedir. Mevlâna’nın bu hummalı özlemi biz inanıyoruz ki, çocuk yaşta terk ettiği Belh’e olan özlemiyle başlamaktadır. Eserlerinde bu özlemi müşahhaslaştırmasa da, çocuk ruhunda bu ayrılığın ne denli bir özleme dönüşe bileceği tüm insanlığın gerçeğidir. Bundan doğal bir şey yoktur. Bir çocuğun zamansız ve iradesi dışında, bir kısım kötü nedenlerin de farkında olarak toprağından koparılması hiçbir çocuğun kaldırabileceği türden şey değildir.Çok yer değişmiş bir memur olmam nedeniyle kendi çocuklarımda bunu hep gözlemlemişimdir. Koştuğu, coştuğu, çelik-çomak oynadığı sokakları, bayram şekeri topladığı sevecen dedeler, nineler, safça bağlandığı çocukluk arkadaşlarından koparılmak, çocuk ruhunda derin izler bırakacak güçtedir.
Zamanla olgunlaşan Mevlâna Belh’le başlayan ayrılık ve özlemini Elest alemine irca edecek derin ve yüksek perdeden feryatlarla uyanacak, inleyecek ve uyandırılacaktır.Şu müthiş feryadıyla altı ciheti-yönü sarsacaktır.
“Dinle neyden duy neler söyler sana,
Derdi vardır ayrılıklardan yana;”
Dikkat edilirse burada ayrılık tekil değil, çoğuldur. Mevlâna bu feryadıyla bütün ayrılış ve kopuşlara öykünür.
“Kestiler sazlık içinden der beni,
Dinler, ağlar; hem kadın, hem er beni;”
Ayrılığın nedeni olarak asla kendisini görmez, ayrılığa neden olan hep başkalarıdır.
“ Göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir,
Sen o gün benden işit, özlem nedir.”
Ruh olgunluğuna erişmiş olan Mevlâna, Mesnevi’sine bu yaralayıcı müthiş girişle başlar.Tarih açılımını irdelersek bizi insan olmanın ebedi problemine çeker. İlk yaradılış nüvemize döneriz. Ruhlar aleminden insan olarak ilk koparılışımız, ilk acımız olur. Bütün ayrılış ve kopuşlarımız buradan başlar. Mevlâna küçük dünyaları, büyük dünyalara eklemleyerek örgüsünü gerçekleştirir. Konuları seçişinde bildik, tanıdık, günlük olaylar çıkış noktası olur. Buradan erişilmez ötelere kanat açar.
“Her kim aslından uzak düşsün:Arar;
<Asl>a dönmekçin bir uygun gün arar.
Özlem maya tuttuktan sonra anlıyoruz ki arayış başlayacaktır. Aramak, ulaşmakta, oldukça insani bir taleptir. Artık mesaisini uygun zamanı kollamaya harcayacaktır. Mevlâna’da uygun gün ölüm olarak karşımıza çıkacaktır.
“Dost’a kah yoldaş olup, kah düşmana,
İnleyip sesler duyurdum her yana.”
Mevlâna insanlık içinde ayrılık gözetmez. Bu farkında olmamaktan çok uzak ve asil bir duruştur. Düşmanla işbirliği gözlemekten çok, burada insanı tövbekar olma özelliğine vurgu yapmaktadır. Nasıl olsa bir gün kapımızı çalacak anlayışı.
“Dost olur. Zannınca-her insan bana,
Sırlarım gel gör ki meçhuldür ona.”
Mevlâna her irfan sahibi gibi başkalarının onu anlamasını beklemez. Eserlerinden herkes nasiplensin diye bunu gözetmiş olsa da, gerçek dünyasından halkı devamlı uzak tutmuştur. Buda tabii bir şeydir. Öyle ya söz anlayana söylenir. Mevlâna’nın ağır yüküne talip olmakta zaten her babayiğidin işi değildir.
“Sırlarım olmaz iniltimden uzak,
Her göz etmez fark, işitmez her kulak.”
Mevlâna iniltisinin sırlardan mürekkep olduğunu söylemekle zaten öyle bir hal diline sahip olduğunu beyan eder.Bunu anlamanın ve çözmenin de her kişinin işi değil, er kişinin işi olduğunun farkındadır.
“Saklı olmaz birbirinden can ve ten,
Canı görmekçin izin yok bil ki sen!”
Mevlâna burada kendi farkında lığına vurgu yapar. Can ve tenin bir bütün olduğunu kendisi fark etmiştir. Bu farkında olmanın ise ulvi ve çetin bir çaba gerektirdiği kanısıyla, bu izni elde etmenin kolay şey olmadığını seslendirir.
“Bir ateştir,yel değildir ney sesi,
Kim ateşsizdir: Yok olsun böylesi.”
Mevlâna ateşe atılmanın İbrahimce bir tavır olduğunu bilerek haykırır. Bunu göze almadan “olmak” mümkün değildir. Zaten yok olacak insanlara da madem ateşte yok olmayı göze alamıyorsunuz, Boşu boşuna yok olacaksınız diyerek aslında sitemini belirtir.
“Sevgiden ağlar eğer ağlarsa ney,
Sevgiden çağlar eğer çağlarsa mey”.
Mevlâna sevgiyi insanın tam karşılığı olarak görür. Bütün verilen çabalarla elde edilecek olan sevgidir, muhabbettir. O’da zaten işin aslıdır. Allah’ın sevgi ve muhabbeti aşkına inlemek ve çağlamaktır.
“Ney o şeydir; perde yırtıp perdesi,
Dost edinmiş dosta hasret herkesi.”
Sevgiden sonra Mevlâna dostluğu öne çıkarmaktadır. Dostluk doğurmayacak muhabbet boşa çabadır. Sevgiden amaç dostluk kurmak, bir olmak, bütün olmak, ayrılığı bitirmektir.
“Hem devadır; ney denen şey hem zehir,
Bir bulunmaz arkadaştır: Hem fikir”.
Zehir ve deva, problem ve çare, sevgi ve nefret; bunlar zaten hayatın içinde bizimle var olan gerçeklerimizdir. Önemli olan insan neyin yanında olduğu, yani tercihi. Burada zehirden çok ney’in yanında hemfikir olmak, Mevlâna’ca insana yakışandır.
“Anlatır ney:Aşkı Mecnun’un nedir,
Kanlı bir yoldan haber vermektedir.”
Burada Leyla ile Mecnun hikayesine vurgu yaparak, bu yola çıkmanın ve devamlı olmanın kolay şey olmadığı, bin bir badirenin de insanı beklediğinin bilinmesi gerekmektedir. Nitekim Şems’in başına gelenler Mevlâna’yı ağır şekilde yaralamıştır. Bu beyitte ki vurgu biraz da o hadiseyle ilgilidir zannı benim kanaatim.
“Müşteri ancak kulak: Söz satsa dil,
Ancak aşık akla mahrem, böyle bil”
Mevlâna aşkın akla mahremiyetinden söz ettiğine göre, şu anda anlama adına benim gösterdiğim çabada beyhude. Yine de ısrarla biz anlıyormuşuz gibi belki rüya tabirliyoruz. Ne bileyim. Herkes anladığınca bizde öylesine.
“Derdimizden gün zamansız dolmada,
Her yanış bir günle yoldaş olmada.”
Dert süreklilik arz etmede,bizse zamanı kendimizce bölmelere ayırırız dakika, saat, gün, ay gibi. Esasta zamanda süreklidir. Sürekli olan süreksiz hale dönüştürülünce uyumsuzluk doğmaktadır. Mevlâna bunu çözmek için derdin sürekliliğini de “yanış”lara bölerek süreksizliğe uyum sağlayarak sonucu iyiliğe bağlar.
<Geçtiği gün!> der, etmeyiz yersiz keder;
Var ol, ey sen tertemiz insan! Yeter.”
Değerlendirilmiş olarak geçirilmiş zamanın, anın ancak mutluluk vereceğine vurgu yapan Mevlâna, bu safiyete ulaşan insanı kutlulamaktadır.
“Yurdudur engin: Balık kanmaz suya,
Rızk eğer eksikse: Gün dolsun mu ya!
Bu lezzete ulaşan insanın artık mutlu olacağını,gerisinin lafügüzaf olduğunu belirtir.
“ Anlamaz olgun adamdan ham adam;
Söz hem az hem öz gerektir vesselam”
Mesnevinin ilk on sekiz beyitinden oluşan yukarıdaki açıklama getirmeye çalıştığım beyitler, Mevlâna için önemli olduğu kadar Türk edebiyatı içinde çok önemli bir edebi anıttır. Gerek muhteva, gerek ses, gerek örgü bakımından şaheser niteliğindedir. Hafızalarda kalıcı olması nedeniyle, gerekli önemi verip incelememiz içine almayı uygun gördük. Çok fazla çevirisine rastladığımız bu on sekiz beyitin şeçiminde şiir lezzetini oldukça baskın bulmam, birazda şairliğim olması nedeniyle Dr. Abdullah Öztemiz HACITAHİROĞLU’nun çevirisini incelememe almayı uygun buldum.
Bu özlemlerle Mesnevisine başlayan Mevlâna, bir yandan kendini inşa ederken, bir yandan da Konya’yı, Anadolu’yu, İslâm coğrafyasını insanlığı yeniden inşa ediyordu.
Hayrettin YAZICI