- 782 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GÖZÜME YEL KAÇTI!
GÖZÜME YEL KAÇTI!
Yaşam çok acımasız. Köpeğin kediyle oynaması gibi oynuyor. Ayağında top tutuyor sonra kısa ya da uzun paslarla belli mesafelere şutluyor. Kader dediğimiz şey belki de o şutlarda gizli.
Dün çocukluğumdaki bir resme döndüm. Büyümüş de küçülmüş çocuğun yanaklarından süzülen gözyaşları, bakışlarındaki hüzün yaralayıcı. Boğuluyorum.
Sokaklardayım. Yüzümde sadece rüzgârın eli var sevgilinin dokunuşu gibi ılgıt ılgıt okşuyor. Çok geçmiyor o resmin içinden fırlamış gibi oradaki çocuğu görüyorum. Gözlerim yerinden çıkacakmış gibi oldu. O an döndüm çocukluğuma. O şaşkınlık ve heyecanla, sesim titreyerek “Kimsin sen?” diyebildim.
Güçlü bir sesle “Geçmişten gelen rüzgârla buraya yerleşen çocuğum.” dedi.
Ah, dedim ah… Rüzgâr şarkısı düştü aklıma.
“Yabancısın buralara nerelerden geliyorsun
Otur dinlen başucuma belli ki çok yorulmuşsun
Bana esmeyi anlat bana sevmeyi anlat
Bana esmeyi anlat esip geçmeyi anlat” diye.
Rüzgâr, fırtına, boran… Hangimizi savurmadı ki bir yerlere acımasızca.
Üzerime vazife olup olmadığına bakmadan, “Hayırdır ne işin var burada?” dedim.
Tepeden tırnağa şöyle bir süzerek gözleri gözlerime değdiğinde ağlamaklı hâlini yakaladım. Bu kez başını yukarı kaldırdı. Binaların arasından görebildiği gökyüzüne baktı. Bir gıdım nefes aldı. İçimden, soruma nasıl yanıt vereceğini düşünüyor her hal derken; uzun hava kıvamında ağdalı bir ses tonuyla;
“Oluşum ve doğuşum hiç sorulmadı. Sizden farklı değilim esasında.”
Şimdi bu sorduğum soruya karşılık mıydı? Kederlendim birden. Söyledikleri, derinliklere yolculuk ettirdi beni. Yeniden gözü gözlerime değdi.
“Herkes yolcu. Ama yollarımız farklı. Benimki bir arayış şimdi.”
Nefes almadan ekledi. “Yolum uzun ve dönemeçli ama ben de yaralıyım buralarda.”
Boyu küçük, kurduğu cümleler büyük. Ağlıyor ama düşündürüyor. Şaşkınım. Soracağım soruları bir daha düşünüyorum. Yaptığı şey nedir diye soracaktım ki; ağzımdan aldı soru cümlesini.
“Ne yapıyorum burada diye düşünmüş olmalısınız. İşim yok, savruluyorum bu hava akımlarında. Rüzgâr sesim olur her savrulduğumda.”
İçimden “rüzgâr çocuk” geçti. Oysa daha önce “ağlayan çocuk” imgesi asılı kalmıştı aklımda. İkinci cümlemde gördüğüm tedirginliği ifade edecektim ki yine o bilmiş ve ürkek edasıyla;
“Sanma ki korkum sizden. Dedim ya rüzgâr sesim olduğu kadar korkulu rüyamdır da. Alt üst yaşıyorum ve bazen karış(tır)ıyorum. Önüne kattı mı rüzgâr, fırtınasını borana çevirdiğinde ne toprak tanır ne kaya. Gözyaşların yağmur olur, çığlıkların gök gürültüsü, saçların bir orman olup salınır dört bir yana.”
Ah ne güzel tarif! Hayat ve içinde biz. Sustum. Dudaklarımın kuruduğunu hissediyorum. Çölün ortasında bir yudum suya hasret gibiyim. Ne çok hüzün yaş(at)ıyoruz. Birden aklıma geldi: Kimin rüzgârıyız?
Bu kez ben süzüyorum baştan aşağıya. Eski haki bir mont içinde balıkçı kazağı. Gri bir pantolon ve onu tamamlayan yağmur ve çamurdan adeta renk cümbüşüne dönmüş ayakkabıları var. Her biri yırtığın, rengin sıkıntısı sanki yürüdüğü yol gibiydi. Yollar mı yaşadıkları mı onu bu hale getirmişti? Anlamlandırmak zordu. Ama görüyordum ki her adım bir anı biriktirmişti ayakkabılarında. Yüzü başka giyim kuşamı bambaşka bir şey anlatıyordu.
Hayatın bir özetiydi. Bu kez gözlerimde bir çiğ soğukluğu vardı. Damlalar kristalize oluyor. Her şey bir ağır roman kıvamında ilerliyordu. Gördüklerimi anlayamadım, bir daha bakıyorum yüzüne; solgun ama aydınlık bir suratla yüz yüzeydim. Gözlerinde sabah güneşinin tepelerini aralayarak ulaşmak istediği bir heyecan var. Yaşanmışlıklar aydınlattı bir ışık gibi. Hangi poyrazın önüne kapılmış da düşmüştü bu yollara?
Rüzgârın buraya attığı çocuk, sese de uzak değildi muhtemelen. Kulaklarında asılıdır o korkutucu ve boğucu uğultu. İnsan duyar da tanımlamaz duyduklarını. Tıpkı yaşayıp da ne olduğunu bilmeden ayrılması gibi buralardan. Dalgınlığım, onun dinginliğiydi.
“Ruhumu söküp atan bu karanlık ses bir boşluk oluşturur, atar insanı. Hani hep çıkmak istersin de bir şeyler çeker seni. Sözlerin gitmek ister, bedenin kalır oracıkta. İşte o hâldeyim anlayacağın.” dedi.
Ürkütücü geldi. Soracağım şeyleri daha önceden bildi. Ve de ne demek istediğimi sör sökün edip akıtıyordu ağzından bir şerbet misali.
Şimdi sözler bir rüzgâr. Ağızdan çıkar sürükler insanı. Çıkmaz bir sokaktır biraz da acı. Yüreğim dayanmaz diyecektim ki;
“Bunları kim yaşamadı ki. Tek ben miyim sanırsın… Hemen ötende dolambaçlı yola düşen bir genç kız mı, dağ yoluna sapmakta olan şu genç adam mı? Her birimiz bir başka yolda yürüyoruz. Kim düşmüşse bu yollara biraz düş gezginidir aslında. Hep düşkünler ders verir düşe kalka yürümekten, zaman buldukça. Düşlerimiz ise bir güneş değil ama karanlıkta ay gibi parlamakta.”
Seni cesaretli ve de kararlı gördüm. Ama biraz da dağınık bedenin. Düşüncelerin, düşlerin olmuş gibi duruyor şimdi. Tam diyecektim ki düşlerinizin peşinde koşun. Şimdi kendimi yürür buldum. Yine kendinden büyük sözlerle başladı anlatmaya;
“Dünya bir han, içindekiler birer yolcu. Nefes aldıkça düşüneceğiz yapacaklarımızı, yapamayacaklarımızı. Düşleyerek de yürüyeceğiz çıkışa doğru. Tabii ki bir labirent yaşadığımız şehirler ve ilişkiler. Bazen saplanacağız bir çıkmaz sokağa. Bazen de kestirme bir yol bulacağız elbet yaşadığımız aralıklarda.”
Ders vermemin anlamı kalmadığını anladım. Her söylenecek söze bir yanıtı vardı dağarcığında.
“Bak işte! Yağmur taneleri ısırıyor saçlarımı. Gözlerim iki çeşme misali akıtıyor bütün bunları. Yağmurlara yağmur katıyordum sessiz çığlığımda. Gözlerimden kristaller düşüyor, billurlaşan damlalara. Yalnızlığın ortasına atılmış bir bedenim. Kimim kimsem olsaydı. Bu içi soğuk dışı kuru hanın misafiri olur muydum?” Bir dokun iki ah işit cinsindendi söyleyecekleri.
“Rüzgâr babam oldu, savurdu durdu. Kimi zaman gözyaşlarım oldu. Kimi zaman yağmur, gözü yaşlı annem.”
Onu yanıma almayı ve yoldaşım olmasını önerecektim ki;
“Yürüyelim gidebileceğim yere kadar. Nasıl bırakırım yalnızlığımı? Bu yaşamam gereken bir süreç. Bir başıma yaşayarak hayata karşı perçinliyorum kendimi.”
“Çocuk olmak dar sokakta… Sıkışmak bu aralıklara... Gökyüzünün bir parçasını oradan daha az görebilmek… Çıkmak anayollara sonra düşmek patikalara. Dağ başlarına. Buluta dokunabilmek bir kulaç uzunluğunda.”
“Bu kez gözlerim doldu, dolu büyüklüğünde. Patladı patlayacak. Bir rüzgâr esti, yaladı bütün yüzümü. Sağanak yağış yakındır şimdi.”
Son bir kez daha yardım elimi uzatmak istedim. Bizim eve gel. Islanan elbiselerini, çamurlu ayakkabılarını hazırlayalım, çıkacağın yeni yolculuğa. Biraz yemek, biraz içmek. Zaman kalırsa sohbeti bitiririz isterim.
Kendisine baktı. Çok mu dağılmış, dağıtmıştı her şeyi. Gözlerimden kaçırdı gözlerini. Maviye çalan gözlerini, maviyi kirleten havanın rengine kaydırdı. Gülümsemesi bir hediye sevinci sıcaklığında yüzünü kapladı.
Eline usulca uzandım. Gözyaşları yağmur olup indi toprağa. Toprağın kokusu sardı bir anda her yeri. Yüreğinin sıcaklığı eline yansıdı. Nefes alırken, elimi mutluluğun buğusunun sardığını hissedebiliyordum. Yürüyorduk hiç konuşmadan. Ara sokaklardan bir caddeye çıktığımızda daha aydınlıktı artık ortalık. Yüzümü bir sevinç kapladı. Çok uzun sürmedi. Elini elimden tereyağından kıl çeker gibi çekti.
Çok geçmeden “Sen de doğru söylersin usta. Yolcu yoluna gerek. Gidecek yollar var. Bir de yolumu bekleyen insanlar var.” ve ardına bakmadan yürüdü.
Hiçbir şey söyle(ye)medim. Öylesine bakakaldım. Sevincim tasaya döndü; “Yolcu yoluna gerek” sözü kulağımda asılı kaldı. Kar beyazı yüzünden kristalize olan sıkıntılı bir yaşam sızdı. Avuçlarım buz kesti. Bir rüzgâr esti ortam yine karıştı. Ortalık aydınlandığında yanımda kimse yoktu.