- 471 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kazan Günleri
TÜRKSOY’a bağlı Türk Devletlerinin oluşturduğu Türk Devletleri Tiyatro Birliği’nin 3. Genel Kurul Toplantısına katılmak üzere Tataristan’ın Başkenti Kazan’dayım.
İstanbul Havaalanı’nda Türksoy’un Türkiye temsilcisi Sayın Elçin Gaffarlı ile buluşuyoruz. Uçak hareket saatine kadar sohbet ediyoruz. Geçmişte yaşadığımız anıları yad ediyoruz.
Uçak, gece saat 10.30 gibi hareket ediyor. 3 saatten fazla sürecek olan yolculuğumuz başlıyor.
Bizim saate göre 03.10 gibi Kazan Havaalanı’na iniyoruz. İlk dikkatimi çeken bu saatte havanın aydınlık olması. Gece bitmiş, karanlığı gitmiş, yerini gündüzün aydınlığına bırakmıştı.
Küçük bir havaalanı burası. Bizden başka uçak da yok zaten. Tüm yolcular sıraya geçiyor. Herkes düzenli. Girdiğimiz bölümde mavi renkler hakim. Yanı sıra az da olsa yeşilin tonları var. Pasaport ve vize işlemleri için 4 tane görevli var. Herkesi tek tek alıyorlar. Sıra bize geldiğinde Rusça soruyor. Tabii ben anlamıyorum. “İngilizce” diyorum. Bu sefer İngilizce olarak neden geldiğimi soruyor. Ben de “For Teathere festival” diyorum. “Kaç gün kalacağımı” soruyor. “Festival boyunca” diyorum. Bu da tam 10 güne karşılık geliyor. Çok ince ve titiz bir şekilde pasaportumu inceliyor. Pasaporttaki resme ve bana defalarca bakıp kontrol ediyor. Dakikalar sonra emin olduktan sonra bilgisayardan çıkardığı bir formu bana imzalatıp uzatıyor. Ve “Dont lost” diyor. Yani “Kaybetme” .
Dışarı çıkıyoruz. İki genç kapıda bizi karşılıyor. Bunlar Tiyatrodan görevli gençler. Elçin Bey, Rusça bildiği için hiç sıkıntı çekmiyoruz. O, bana da tercüme ediyor konuşmaları.
Şehre doğru hareket ediyoruz. Artık iyice aydınlandı her yer. Resmen sabah yüzünü gösterdi. Burada zaman bakımından 1 saatlik fark var. Burası bizden önce. Bizde saat 3 ise, burada 4. Yollar alabildiğince geniş. Caddeler büyük. Araçlar çok rahat bir şekilde ilerliyor. Tıkanma, sıkışma yok. Bir başka dikkatimi çeken özellik yemyeşil bir manzaranın bizi karşılamış olması. Adeta yeşilin her tonu karşımıza çıkıyor. İlk dışarı çıktığımızda soğuk ve serin bir hava vurdu yüzümüze. “Burada aşırı sıcaklar yok” diyor Elçin Bey. “Serin bir havası var. Yayla havası gibi” diye devam ediyor. Bu hoşuma gidiyor. Ve otele geliyoruz.
Bilyar Palace adında bir otelde kalacağız. Modern ve büyük bir hotel görüntüsü var. Kaç yıldızlı olduğuna bakamadım. Ama en az 4 yıldız olduğunu tahmin ediyorum.
Otel Octpobcksid Caddesi’nde yer alıyor. Karşısında yemyeşil Millennium Park ve onun hemen ardında Nizhny Kaban Gölü var. Doğrusu manzara müthiş. Hele de otel katlarına asansörle çıkarken bu manzarayı her an görmeniz size büyük bir keyif veriyor.
Biz, hemen dinlenmek için odalarımıza çekildik. Ben, kendimi yatağın koynuna bırakıverdim. Anında uyumuşum. Uyuyan sen misin? Biraz sonra bir alarm sesi, ışıklar yanıp sönüyor. Mikrofondan Rusça bir ses duyuluyor. Kalkıp bakıyorum. Bir şey göremeyince tekrar yatıyorum. Ne olduğunu sonradan öğreniyorum. Elçin Bey, telefon açıp öğrenmiş: Müşterilerden biri odada sigara içmiş. Burada odalarda sigara içmek yasak. Her odada sigara alarmları var. Eğer sigara içerseniz yangın alarmı veriyor. Bu sefer Otel yönetimi bütün müşterileri güvenlik açısı bakımından dışarı alıyor. Tehlike geçtiği an herkes odasına dönüyor. Meğer sabah herkes dışarı çıkmış. Bir tek ben odamda kalmışım.
Bizim saate göre 10’da kalktım. Elçin Bey’le Kahvaltıya indik. Kahvaltıdan sonra dolaşacağız. Bu gün serbest günümüz. Şehir merkezine yakın olduğumuz için yürümeyi tercih ediyoruz.
Bir banka karşımıza çıkıyor. Burada para birimi olarak Rus Rublesi kullanılıyor. Paraları çevirmemiz gerek. Bankaya giriyoruz. Burada, para değişimi için pasaportunuzu istiyorlar. Çok inceliyorlar. Her parayı tek tek kontrol ediyor görevli. Bütün özelliklerini inceliyor.” Üzerinde bir işaret, bir mühür dahi olsa bozmuyorlar” diyor elçin Bey. 100 dolar veriyoruz, 3000 Ruble alıyoruz. İşlem bitince çıkıyoruz…
Millennium Park’tan geçip karşıda bulunan Kazan Devlet Tiyatrosu Binası’na gidiyoruz. Bu arada gölün manzarası çok güzel. Müzik eşliğinde su gösterisi hazırlanmış. Sular, yükselip iniyor.
Tiyatroda diğer gelen misafirlerle karşılaşıyoruz. Kazakistan Devlet Tiyatroları Müdürü bize katılıyor. Hep birlikte gezmeye çıkıyoruz.
İlk gezimizde Kazan’ı yavaş yavaş tanımaya başlıyoruz…
Kazan Şehri
Otelin hemen arka tarafında Bauman Caddesi var. Burası trafiğe tamamen kapatılmış bir cadde. Uzun bir yol. Sağlı sollu alış veriş merkezleri , cafeler, restaurantlar ve barlar var. En önemlisi bu cadde Kazan’ın adeta kalbi. En işlek, en kalabalık, en canlı caddesi. Sanatçılar burada sanatlarını icra ediyor. Yer yer, müzisyenleri, ressamları, karikatüristleri veya dövme yapan sanatçılarını görmeniz mümkün…
Kazan Şehri’nde Tatar Türkleri ve Rus halkından olmak üzere iki halk yaşıyor. Bu nedenle hem Camii hem de kiliseleri yan yana görmek mümkün… Binaların yapım tarzı genelde Rus biçimi. Binaların üzerindeki birçok kubbe Moskova’da bulunan kubbeli binalara benziyor.
Alfabe olarak Kiril alfabesi kullanılıyor. Tatarlar, ortak dil olsun diye Latin Alfabesine geçmek istemiş, bunun için bütün hazırlıkları da tamamlamış. Ancak Rus Hükümeti buna izin vermemiş. Dil olarak Tatar Türkçesi ile Rusça konuşuluyor. O nedenle burada herkes Rusça biliyor. Konuşma arasında “Da Da Da” seslerini sıkça duyabiliyorsunuz. “Da” Rusçada “Evet” anlamına geliyor. Bu kelimeyi söylerken üç kez tekrar ediyorlar…
Yolun sonuna kadar yürürseniz Kazan Kremlin Sarayı’na ulaşırsınız. Moskova’daki Kremlin Sarayı ile aynı adı taşıyor. Ama burası Kazan Kremlin’i olarak adlandırılıyor. Günümüzde, Kazan Cumhurbaşkanlığı Sarayı olarak kullanılıyor.
Bu sarayda. 6 Katlı, görkemli bir kale var: Esenbike Kalesi. Elçin Bey’in verdiği bilgiye göre bu kale, Tatar Hanı’nın güzeller güzeli eşi için yapılmış. Rivayete göre Rus Çarı Korkunç İvan, Tataristan’ı işgal edince Han’ın eşine aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş. Tabii evlenmek isteyen Çar olunca akan sular dururmuş. Ama Han eşi de Çar ile evlenmeyi asla istememiş. Çar, evlenme kararında ısrarcıymış. Hanın eşi de “Madem öyle, benimle evlenmek istiyorsun o zaman bunu göster” demiş. “Bir şeyler yap ki buna inanayım” demiş. Tabii asıl maksat zaman kazanmakmış. Bunun üzerine Çar, Kazan’a bu kaleyi yaptırmış. Kalenin bitmesiyle de Hanın eşi, Korkunç İvan’ın isteğine oyun eğmemek için kalenin en yüksek noktasına çıkıp oradan kendini aşağı atmış. Ve tabii ölmüş. Böylece sevmediği Çarla evlenmemiş. Kale de o günden günümüze bir kültür mirası olarak kalmış. Hanın eşinin adı da bu kaleye verilmiş.
Sarayın içinde Kazan’ın en büyük ve en görkemli camii var. Yine burada çeşitli kiliseler ve katedraller bulunuyor. Ayrıca her sokakta Tatarların geçmişte isim yapmış tarihi kişiliklerin veya sanatçıların heykellerine rastlamanız mümkün.
Sarayın sonuna doğru gittiğinizde, sizi, “Kazan Nehri” karşılıyor. Görkemli bir görüntüsü var bu nehrin. Kazan Şehri, adını bu nehirden alıyor. Nehir, şehri adeta bıçak gibi ikiye bölmüş. Buralarda bol bol resim çektiren turistler var. Biz de onlar arasına katılıp resim çekiyoruz…
Kremlin Sarayı içinde atlı faytonlara rastlıyoruz. Eski Osmanlı Döneminde bilinen atlı faytondan başkası değil bunlar. Özelliği kullanıcılarının bayan olması. Önümden üç tane fayton geçti. Üçünü de kullanan bayandı. Başlarında şapka, deri bir ceket, ince, dar, jokeylerin giydiği türden bir pantolon ve ayaklarında çizme…
Burayı gezmek hayli vaktimizi alıyor. Bitişte dönüyoruz. Kazak arkadaşımız yorulduğunu ve otele taksiyle dönmek istediğini söylüyor. Biz, yürümeyi ve daha çok yer görmeyi tercih ediyoruz. Bu konuda Elçin Bey de benimle aynı görüşü taşıyor. “Bir daha Kazan’a nerede geleceğiz? Ne kadar yer gezersek” diyoruz…
Dostumuz, taksiye binerek ayrılıyor. Biz, yürümeye devam ediyoruz.
Dönüşte bir cafeye oturuyoruz. Artık yorulduğumuzu iyice hissediyoruz. Tabii burada Türk Kahvesi bulmanız mümkün değil. Cafe latte var. Çaresiz biz de onu tercih ediyoruz. Ama kahve burada çok pahalı. İki cafe latteye 15 dolar ödüyoruz. Oysa otelde bunun yarı fiyatıydı…
Bir süre sonra kalkıyoruz. Tam kapıdan çıkarken, arkamdan iyi giyimli, orta yaşlı bir bayan bana sesleniyor. Rusça konuştuğu için hiçbir şey anlamıyorum. Bir şeyler istiyor. Elçin Bey gülüyor. “Parası bitmiş. Evine gidecekmiş. Taksi parası istiyor” diyor. Gülüyorum: “Ya bu kadın madem ki bu kadar lüks bir yerden çıkıyor, o halde nasıl dilencilik yapıyor” diyorum. Türkçe olarak “Allah versin” diyorum. Elçin Bey gülüyor. Kadın ısrarla Rusça bir şeyler söylüyor. Ben “bye bye” diyorum ve yürüyorum. Kadın arkamdan söyleniyor. Meğer burada bye bye uyuklamaya dalan kişiler için söylenirmiş. Bunu öğrenince bu sefer ben gülüyorum.
Yürüyerek otele geliyoruz. Vakit artık epey ilerledi. Gecenin 11’i oldu. Geç de olsa hava karardı. Çünkü burada hava neredeyse akşam 10’da kararıyor…
O kadar yorulmuşum ki, duşa giriyorum. Yorgunluğumu atıp bu satırları yazmaya başlıyorum. Biter bitmez de uyuyacağım…
Yarın yoğun bir gün bizi bekliyor…
Kazan’da Sürpriz Buluşma
Sabahın erken saatleri. Otel odamın telefonu çalıyor. Ahizeyi alıp “Efendim” diyorum. Sanki Kıbrıs’tayım. Oysa Rusça sesler geliyor karşı taraftan. “English please” diyorum. Telefondan bu sefer Türkçe bir erkek sesi. “Hakan Merhaba”. Önce alamıyorum sesi. “Ben Hikamettin.” diyor. Bu liseden arkadaşım Hikamettin Şimşek. Şaşırıyorum…
“Lobide seni bekliyorum aşağı gel” diyor. Oysa burası Kazan. Rusya’nın bir bölümü. Biri şaka yapıyor olmalı diyorum. Aşağıya iniyorum. Gerçekten de Hikamettin Şimşek karşımda duruyor. Sarılıyoruz. Yıllardır görüşmemiştik. Biraz kilolanmış ama görüntüde aynı pek değişmemiş…
Oturup sohbete başlıyoruz. Hikamettin 16 yıldır Kazan’da yaşıyormuş. Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitmiş. Mühendis olmuş. Kıbrıs’a dönmüş. Bakmış Kıbrıs’ta iş yapmak zor, Londra’ya gitmiş. Uzun yıllar orada çalışmış. Sonra Kanada’ya geçmiş. Burada da uzun süren bir çalışma ortamı geçirmiş.
İşi çok iyi öğrenmiş. İlerledikçe ilerlemiş mesleğinde… Büyük başarılara imza atmış. Sonra bir şekilde kendi şirketini kurmuş. Kazan’a gelmiş. Bir daha da buradan ayrılamamış. Rus bir bayanla da evlenmiş. İki çocuğu olmuş. 16 yıldır buralı olmuş…
Kazan’da şirketini daha ileri taşımış. Birçok büyük projeler yapmış. “Kazan’da gördüğün birçok büyük ve önemli binaları ben yaptım” diyor. Kısaca Hikamettin, Kazan’a, adeta tek başına Türklük damgasını vurmuş.
“Neden Kıbrıs’a dönmedin?” soruma, “Döndüm” diye cevap verdi. “Döndüm, ama orada olmadı. Şansım dönmedi. Küçük yer. Orada en büyük bildiğin iş, bile burada benim küçük diye almadığım iş kadar” diye cevaplıyor. Ve devam ediyor: “Orada yapılan işleri küçümsemiyorum. Oradayken yaptığım işleri ben de büyük sanıyordum. Ama buralara gelince öyle olmadığını anladım. Şu an yüzlerce kişi yanımda çalışıyor. Birçok mimar ile işbirliği yapıyorum. Burada binlerce metrekarelik işler yapıyorum. Aldığım işler milyon dolarlık işler. Artık sadece bura ile değil, başka ülkelerden gelen tekliflere de bakıyorum. Kıbrıs’taki arkadaşlara da öneririm. Mutlaka dışarı da açılsınlar. Kapalı bir kutunun içinde kalmasınlar. Kıbrıs küçük. Ne kadar da iyi işler yapılırsa yapılsın buraya göre çok küçük kalıyor. O nedenle dışarı çıkmaları şart. Bunu görmeleri, yaşamaları gerekiyor. Er geç yine Kıbrıs’a döneceğiz.”
Sonra lise yıllarımıza dönüyoruz. Çektiğimiz sıkıntıları, yoklukları anlatıyoruz birbirimize. Gözlerimiz doluyor. “Nereden nereye?” diyoruz.
Ekmek parası bulamadığımız, harçlıklarımızın hiç olmadığı, arkadaşlarımıza hiçbir şey ısmarlayamadığımız, aynı elbise ve ayakkabılarla neredeyse okulu bitirdiğimiz o yokluk günlerini konuşuyoruz.
Kendisi, o zamanlar ailesinin Türkiye’ye gidince yalnız kaldığını, hafta sonları herkes köyüne giderken, kendisinin pencereyi açık bırakıp da öyle içeri girdiğini, sabah kahvaltı yapabilmek için bir arkadaşının çalıştığı ekmek fırınına gittiğini ve orada çay demleyerek ekmek zeytinle karınlarını doyurduklarını anlatıyor.
Ben de tiyatro çalışmaları için tatillerde yurtta kaldığımı, para olmadığı için geceyi ekmek zeytinle geçirdiğimi ve o da bitince yakınlarda evi olan bir öğretmenimizin evine gidip acıktığımı, evde o saatte yemek kalmadığından yine ekmek zeytinle akşam ettiğimi anlatıyorum. Gözlerimiz doluyor.
Geçmişi konuşmak özellikle de acı yanları hatırlamak insanı alıp götürüyor. Ve o günleri hatırladıkça, yaşadığı anın kıymetini biliyor insan.
O zamanlar deselerdi bize, “bu şartlarda Rusya’da Kazan’da karşılaşacaksınız” diye her halde “Bu deli” diye gülüp geçerdik…
O güzel günlerin anısıyla saatlerin nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Tercüman bayan bana yaklaşarak “Hakan Bey toplantı başlamak üzere” diyor…
Türk Dünyası Tiyatro Birliği’nin 3. Genel Kurul Toplantısı yapılacak. Ben de ona katılacağım. Hikamettin de bir iş için şehir dışına çıkacak…
Kim bilir belki bir daha nerede karşılaşırız. İnsan yaşamaya görsün, bir çok tesadüflere maruz kalıyor…
Vedalaşıp ayrılıyoruz…
Türksoy Buluşması
1 Haziran 2014 tarihinde Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan’da TÜRKSOY Genel Sekreterliği’nin organize ettiği TÜRKSOY Üyesi Ülkeler Devlet Tiyatroları Yöneticileri Kurulu’nun 3. Toplantısı yapıldı. Ben de Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları’nı temsilen katıldım bu toplantıya.
Türksoy Azerbaycan Temsilcisi Elçin Gafarlı, G. Kamal Tataristan Devlet Akademik Dram Tiyatrosu Müdürü İlfir Yakupov, TC Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt, Konya Devlet Tiyatroları Müdürü Alpay Asum, Çetigen Hakas Dram Ve Etnik Müzik Tiyatrosu Müdürü Vitaliy Kanzıçakov, M. Gafuri Başkurdistan Devlet Akademi Dram Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Oleg Hanov, G. Musrepov Kazakistan Çocuk ve Genç Devlet Akademi Dram Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Sultan Srailov, T. Abdumomınov Kırgız Devlet Akademi Dram Tiyatrosu Müdürü Marat Alışpaev, S. Seydi Türkmen Devlet Müzik ve Dram Tiyatrosu Baş Yönetmeni Mekan Silapov, D. Tanasoğlu Gagauz Devlet Tiyatrosu Müdürü Mihail Konstantinov,Saha Akademi Tiyatrosu Müdür Yardımcısı Danil Markov, Altay Devlet Dram Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Tatyana Sinkova katıldı.
Tatyana Sinkova, bu toplantıda tek bayan katılımcıydı.
Toplantı, Tataristan Uluslar arası Türk Halkları Nevruz Tiyatro Festivali himayesi altında yapıldı. Kazan, 2014 yılının Türk Dünyası Kültür Başkenti ilan edilmişti.
Toplantıyı ev sahibi İlfir Yakupov yaptı. Açılış konuşmasında, böyle bir toplantıya ev sahipliği yapmaktan mutlu olduğunu, Türk Dünyasını kendi ülkelerinde ağırlamaktan gurur duyduklarını söyledi. Birlik ve beraberlik mesajları verdi.
Sonra konuşmayı Azerbaycan Temsilcisi Elçin Gafarlı yaptı. Gafarlı şu ana kadar yapılan faaliyetlerin raporunu sundu.
TC Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt da yaptığı konuşmada bu tür etkinliklerin önemli olduğunu, bunu sadece Dede Korkut oyunlarıyla sınırlamayıp daha geniş bir platform içinde yapmak gerektiğini belirtti.
Sıra bana gelince ben de “Devletlerin kültür ve sanatla yakınlaşması ve bütünleşmesinin önemini, Ülkelerin sanat sayesinde birbirlerini daha iyi tanıyacaklarını, sevgi, dostluk ve kardeşlik içinde birbirleriyle kenetlenebileceklerini” söyledim.
“Türk Devletlerinin birbirlerine gitmesi gerektiğini, tiyatronun bunun için büyük bir fırsat olduğunu, diğer ülkelerden davet aldıkları taktirde bunun mutlaka karşılık bulacağını ve bu ülkeleri Kuzey Kıbrıs’ta ağırlamaktan onur duyacaklarını” dile getirdim.
“ Kültür ve sanatın, yerinde ve doğru amaçla kullanılırsa en büyük güç olacağını, bu gücü de hiç kimsenin kıramayacağını” belirttim. “Özellikle devletlerin yapacağı ikili ilişkilerin önemli olduğunu, birbirleriyle ne kadar çok temas kurarlarsa ilişkilerin o kadar çok artacağını” dile getirdim.
Böyle bir toplantının ilerde KKTC’de yapılmasına talip olduğumuzu, Kuzey Kıbrıs’ta Türk Dünyası Devletleri Tiyatro Festivali düzenlemek istediğimizi belirterek, diğer Türk Devletlerinden bu konuda destek istedim. Orada bulunan herkese Kıbrıs Devlet Tiyatroları yayınlarından olan, yerel yazarlarımızın eserlerinden olan “Tiyatro Oyun Dizisi 2” adlı kitapları da hediye ettim. Kitaplarımız büyük ilgi gördü.
Toplantıda her Türk Devleti, kendi sorunlarını dile getirerek ilerde nelerin yapılması gerektiği düşüncelerini aktardı. Birlik ve beraberliğin önemi dile getirilerek bu toplantıların çok faydalı olduğunu ve mutlaka devam etmesi gerektiğini söylediler.
Özellikle Başkurdistan Müdürü bize karşı yakınlık duydu. Yanıma gelerek “Kardeş Kipir’ı Başkurdistan’da görmek bizi mutlu eder. Biz, sizi çağıralım, siz de bizi davet edin, karşılıklı gidip gelelim. Birbirimizi daha yakından tanırız. Biz kardeşiz” dedi.
Kamal Tiyatrosunda
Kamal Tiyatrosu, Kazan’ın Devlet Akademik Dram Tiyatrosu. Burada Tataristan Nevruz Tiyatro Festivali düzenleniyor. Festivalde oyun gösterileri, konferanslar, seminerler ve eğitim veriliyor.
Fırsat buldukça hepsine katılmaya çalışıyorum. Hemen hemen bütün oyunları izledim. Birkaç konferansa katıldım.
Dün de bir seminere katıldım. Seminerden sonra Kazan Kamal Tiyatrosu’nun hazırladığı “Banknot” adlı 2 perdelik komediyi izledim.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim: Burada tiyatroya karşı büyük bir ilgi var. Bütün oyunlar seyircilerle dolup taşıyor. Festival boyunca oyunlardan ücret alınmıyor. Oyun bitiminde ise bütün seyirciler oyuncuları dakikalarca hiç durmadan ayakta alkışlıyor…
Katıldığım seminerde konuşmacı olarak Moskova’dan gelen Anna Steponova bulunuyor. Konusu “Everyday routine as a rituel.” Bunu Türkçeye “Ritüel olarak günlük rutin” şeklinde çevirebiliriz.
Konuşmacı “Normal hayatın tiyatroda nasıl gösterilmek istendiğini anlatmak istiyorum” diyerek sözlerine başladı. Tabii O, Rusça konuşuyor. Tercümanım Elvira, sağ yanıma oturmuş, her şeyi anında bana tercüme ediyor. Doğrusu ikimiz çok iyi bir ikili oluşturduk. Mükemmel denecek bir şekilde anlaşıyoruz.
Konuşmacı anlatıyor, Elvira o tatlı ses tonuyla tercüme ediyor: “Çocuk dünyaya gelince ilk önce karşısında bir yüz görür. O dünya, ona göre çok farklıdır. Objeler, çocuğa farklı farklı görünür. Çocuk bu farklı noktaları zamanla seçiyor. Bunları birbirinden ayırıyor ve zamanla bu noktalardan kendisine bir hayat yapıyor.
Alışkanlık yapmak, insan hayatında önemlidir. Bir şeye alıştığınızda onu sever ve devam ettirirsiniz. İnsan, yaşamında önce çalışmak istemez. Bazen çalışmaya başlamadan önce bir kahve içer. Bunu her zaman yapar. Ve bu onda alışkanlık hale gelir. Kahveden sonra çalışmaya başlar. Çünkü ona alışmıştır. Alışkanlık önemlidir.”
Konuşmacı, TV ekranında bir oyun gösteriyor. Yardımcısı, istenilen yerde oyunu durduruyor veya başlatıyor. Elvira’nın tercümesine göre “Yuri Butusuf”un bir oyunu bu. Oyundaki su satan birinin ilk sözleri dikkatlerimi çekiyor: “Dünyada bir tane bile iyi insan olmazsa hayat devam edemez. Dünyanın kurtarılması için bir tane iyi insan olmalı.”
Konuşmacı anlatıyor: “Bu oyunda sahne, köşelerden köşeye bir çizgi ile üçgen biçiminde ikiye ayrılmış. Sol köşeden sağ alt köşeye çizgi çekilmiş. Sol taraf eşyalarla donatılırken, sağ üst boş bırakılmış. Dolu olan yer, sahte yaşamı, boş olan yer gerçek yaşamı temsil ediyor. Sahte kısım siyah renklerle verilmiş. Gerçek kısım ise daha canlı renklerle ifade edilmiş. Bazen sahte yaşam insana gerçek gibi gelir. Ama bunu ayırt etmek gerek. Rutinler önemli insan yaşamında. “
Burada araya girerek başka bir oyunda genç bir kızın oyun esnasında sürekli salata yaptığını, hiç konuşmadığını, yine başka bir oyunda bir oyuncunun bir yumurtayı saatlerce hiç konuşmadan soyduğunu anlatıyor. “Bunlar aslında hayatımızda var olan günlük yaşam biçimleri. Bakınca önemsiz gibi görünüyor. Ama bunlar da hayatımızın bir parçası. Önemsiz gibi görünen şeyler ne olursa olsun bizim yaşamımız” diyor.
“Önemli olanın insanın gerçek yaşamı anlaması” diye belirtiyor. Soruyor “Nedir gerçek yaşam?” “Makarna yedikten sonra uyumak mı?”, ”Ya da mutlu olduktan sonra şarkı mı söylemek gerçek hayattır?”
Oyunda bir sokak kadını var. Geçimini vücudunu satarak sağlıyor. Para kazanmak zorunda. Kazanmadığı taktirde ev kirasını ödeyemeyecek. Yemek yi yemeyecek, elbise alamayacak. Bu nedenle mutlaka çalışacak. Oyunda 3 Tanrı var. Bunlar gökten inmişler. Bizim sahnede gördüğümüz kadın kılığında. Burada ben dayanamıyorum ve soruyorum “Tanrının kadın mı erkek mi olduğunu bilmiyoruz. Neden burada kadın olarak düşünülmüş?”
Konuşmacı şaşırıyor bu soruya. Elvira hemen tercüme ediyor soruyu. B elli ki böyle bir soru beklemiyor konuşmacı. Cevaplıyor: “ Bu yönetmenin bakış açısı. Yönetmen öyle düşünmüş. Neticede biz, oyunu yönetmenin bakış açısıyla görürüz” diyor.
Burada yine dayanamıyorum ve soruyorum: “Peki, her yönetmen aynı oyunu farklı biçimlerde ele alıyor. Oyunu izliyoruz. A yönetmen aynı oyunu farklı biçimde, B yönetmen daha başka, C yönetmen de bambaşka bir şekilde ele alıyor. Bu oyuna bir müdahale değil mi? Yazarın düşüncelerine haksızlık olmuyor mu? Yazarın nasıl düşündüğünü, yönetmen nereden bilecek? Her yazarın aynı oyunu farklı şekillerde ele alması o oyunu katletmiyor mu? Yazarın düşüncelerine sadık kalınması gerekmez mi?”
Konuşmacı gülüyor. Tatlı bir tebessüm ediyor. Belli ki hoşuna gidiyor bu sorular: “Oyun, yönetmenlerin elinde şekil değiştirebilir. Yönetmenler, oyuna kendilerinden bir şeyler katarlar. Her yönetmen, öncelikle yazarın ne demek istediğini anlamaya çalışmalı. Oyuna başlamadan önce yazarın her isteğini anlamaya çalışmalı. Yazarı çok iyi araştırmalı. O dönemi, yaşayış biçimlerini, düşünce tarzlarını, kısaca o dönemle ilgili her şeyi araştırmalı. Yazar, düşünceleriyle yol gösterir. Birkaç farklı yön çizer. Yönetmen bunları algılar. Kendi düşüncelerini de katarak oyuna şekil verir.”
Anton Çehov’un “3 Kızkardeş” oyununu örnek veriyor: “Oyunda Çehov, Nataşa’yı çok kötü biri olarak veriyor. Ama bizim yönetmen buna farklı bakıyor. “Acaba Nataşa neden kötü?” diye soruyor. Çünkü, erkek, onu sevmiyor. Yazar, burada kızı sadece kötü olarak göstermiş. Nedenini ise yönetmen ortaya koyuyor.”
Farklı şeyleri yan yana getirebilirsiniz. Bunlar birbirinden etkilenir. Yazarla yönetmeni buluşturursanız, ortaya bir farklılık çıkar. Bazen de izleyici kendi anlamak istediğini anlar. Bu da başka bir farklılıktır.”
Son olarak şunları söylüyor konuşmacı: “Yönetmen, esere düz gözle bakmıyor. Farklı bir çerçeveden ele alıyor. Her yönüyle inceliyor oyunu. Kendi düşüncelerini katıyor. Bu da oyunun farklı olmasını sağlıyor.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.