- 871 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
'loathe'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Elinin tersiyle pencerenin buğusunu silip bana döndü. Yüzüne bakmak istiyordum. Her zaman yüzünde çaresizliğin izleri görülmeyen bir insan olduğu için yüzüne daha dikkatli bakmaya karar verdim. ‘Niye öyle bakıyorsun’ dedi. Hayır, ‘hiç’ demek istemiyordum. Bir süre öylece yüzüne bakıp sonra işimin başına dönecektim.
‘Geçen hafta muhasebeden seni çağırmışlardı ya, netice geldi mi’ diye sordu. Üzerindeki bordo renkteki önlüğe baktım. Hollanda’dan gelen kızıl arkadaş fabrikayı dolaşırken de aynı renkte önlükten giyinmişti. ‘Yoksa aynı önlük mü bu, onun önlüğünü mü giymişti Hollandalı’ diye tereddütte kalmam hoş olmamıştı. Çay molasında kahveyi pencere kenarına koyup, yaktığım sigaranın dumanını izliyordum. Tavanın köşesinde randımanlı çalıştığına pek denk gelmediğim havalandırma deliklerine doğru yoğunlaşan duman ilgimi çekmişti. ‘Lem’ dedim, ‘burada çürüyüp gideceğiz.’ Yüzüme bakarken bu sefer de çaresizliğinin yanı sıra kızgınlık vardı. ‘Yapacağız ve halledeceğiz, bu işi bitirirsek beklediğimiz zammı alabiliriz’ demişti. ‘Sahi’ demiştim Lem’e, ‘sevgililere kıyak geçiyorlar değil mi?’ Babası Lem’in kız arkadaşlarıyla kaldığını sanıyordu. İlk zamanlar Lem alışamamış, ikide bir iç huzursuzluğuyla beraber bana ‘ya biri görür de babama söylerlerse’ diye çekincelerini açık açık dile getiriyordu. Kusmukbul şehrinde kiracı olarak yaşamak dertti. Eğer tek kalmak isteseydi, maaşının yarısı kalacağı evin kirasına gidecekti. Neyse ki kredi belasına henüz girme cesareti gösteremesek de ciddi bir tasarruf yaptığımızı düşünüyordum. Banka hesabında aylık masraflarına yetebilecek cüzi miktarı bırakıp, geri kalan parasını ortak hesabımıza havale ediyordu. Güzel bir başlangıç olarak düşünüyordum.
Fabrika yeni işçi alımı için iki ay evvel internet üzerinden ilan vermişti. Sanayi çevresinde kulaktan kulağa bu ilan da yayılmıştı ama genel müdür işçi alımında hassas olduğu için internetten eleman alımına daha sıcak bakıyordu. Hatır hesabına alınan işçilerden gerekli verim alınamaz diye bir özdeyiş türetmişti. Uyduruk cümleleri seven biriydi. Yine de yerine başkalarını düşünüyordum. Lem’in ihtisasına binaen, Lem’in genel müdürlüğe yakışırdı. Genel müdire hanım olurdu. Ancak Lem bazen yaptığım boşboğazlıklardan ötürü sinirleniyor ve bana ‘onunla bununla alay edeceğine, şu proje için hiç olmayan bir şey üretebilme ya da hayal edebilme mekanizmanı çalıştırsan daha iyi edersin’ demişti. En çokta amdür meselesine kızmıştı. Servis amirimiz Ref Bey’in aymazlığı ve işçilere olan tutumundan dolayı onun hedeflediği noktaya ait bir lakap uydurmuştum. Amir ile müdürün karışımı bir şeydi ve bence mükemmel bir kelime kombinasyonu kurmuştum. İlkokul zekasıyla bu espriyi kaldırabilecek tek bünye elbette ben değildim. Samimi olduğum arkadaşlara amdür meselesini açtığımda ‘alem adamsın yahu, o nereden aklına geldi senin’ diye beni tebrik etmişlerdi. Ortada tebriklik bir durum olmasa da ben bu sözleri tebrik olarak algılamayı seçiyordum.
Sıçancılar ilçesinin yüksek yerlerinde, Daryer’e giden minibüslerinin olduğu parkın arka sokağında olan evimize adım attığımızda Lem’in ayakkabılarını çıkartışını seyrettim. Topuğunun ağrıdığını ve şikâyet olarak kabul etmemem şartıyla çalışmaktan nefret ettiğini söylemişti. Lem’in şikayetlerine bayılıyordum. Bununla ve diğer her şeyle beraber Lem’le aramızda yaşadığımız en büyük sorun proje değildi. Lem’in yalnızlığını oynayan, yatakta ıssız bir bağevini andıran bacaklarım ve ayak parmaklarım bir orospu iştahı çektiği gerilmelerden uzak bir hayat sürüyordu. Sebebini elbette hatırlamaktan nefret ediyorum. Beş ay geçtiğini anımsıyorum. Sırayla şunları her gece banyo aynasının karşısında kendimi söylüyor olarak buluyordum: ‘Dağa mı çıkacaktın? Çıktınız. İnternetten çadırı aldınız, Uyku tulumunu aldınız. Panço, kilim, kasatura, portatif bir ocak, gerekli küçük eşyalar; tırnak makası, makas, tarak, bıçak, çatal, demir tabak ve bardak, sabunlu bir bez, vagonsu sırt çantası, pusula ve hatta matara dahi aldınız. Tanrının cezası! İyi bok yediniz. Ne oldu? Dağ havasında, Lem’in baba evinde az kalma pahasına çadır kurup, yaptığınız mini tatil sonucu, yani yaklaşık beş aydır aynı yatakta iki kız kardeş gibi yatıyorsunuz. Bunun tüm suçlusu sensin lanet kafam!’ Saçlarımın arasında en uzun beyaz kılı bulup çektim ve kafamı aynaya vurmamak için diş fırçasını dişlerimle iyice sıkıyorum. Lem bir gün ‘senin diş fırçanı daha yeni almamış mıydık, ne çabuk eskidi böyle’ demişti.
Çadırın içinde ilk gecemizdi. İlk defa çadır kurmadığını söylüyordu Lem. Lisede izci olduğunu hiç söylememişti. Benim bildiğim izcilik denen aptalca şey, çocuklar için eğlence gereksiniminden başka bir şey değildi. Seferberlik verilmiş ve düşman askerleri ormanda takip mi ediliyordu? Neyin izini sürme iddiası güdülüyordu? Ne saçma şey; izcilik! İngiliz avuntusu! Lem’in izcilik konusunda herhangi bir yüksek iddiası ve gururu yoktu ama çadır kurmayı bilen biri olduğu için en azından kendisine teşekkür etmem gerektiğini gözleriyle ifade etmişti. Boktan bir çadırı dikebilmek o kadar da zor olmasa gerek diye düşünüyordum. Herhangi bir harpte değildik. İnternetten aldığımız çadırın da kullanma kılavuzu vardı. Hatta İspanyolca ‘çadırımızı nasıl kuracağız’ cümlesini öğrenmiştim ama bunu ben söyleyince Lem’e komik gelmişti. Kendi dilimizle yazılmış kısmını okuyarak kurabilirdim. Lem kusuruma bile bakmadan çadırı kurmuş halde ‘işte bu kadar’ derken, ‘evet bu kadar, benim de okuduğum kadarıyla böyle kurulacaktı zaten’ demiştim. Ateş yakmak için güzel bir geceydi. Önce çalı çırpı toplamak gerekiyordu. Bunu ben yapmalıydım ama Lem’i çadırın yanında bırakıp, uzaklaşınca içime giren ürperti canımı sıkmaya başlamıştı. Onu aşağıdaki düzlükte yalnız bırakıp, çalı çırpı toplamaya çıkmıştım. Lem ‘şunu da al, ağaçtan keseceğin iri bir parça ateşin daha uzun süreli yanmasını sağlar’ diyerek, el testeresini elime vermişti. ‘Bununla mı keseceğim bu karanlıkta’ derken, ‘fenersiz git demedim’ diyerek, nereden çıkardığını bilmediğim, büyük pilleri olan feneri bana uzatmıştı. ‘Bizim böyle bir fenerimi mi vardı’ dediğimde, ‘Sikea’dan almıştık bunu, ne çabuk unuttun’ demişti. Lafı uzatmadan dediğini yapmalıydım. Lem’in her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmesi beni rahatsız ediyordu. Tam arkamı dönüp dönmemekle tereddüt edip, çadırdan ve Lem’den uzaklaşmaya başladığımda ‘şu ufak halatı al da bağlarsın topladığın, kestiğin dalları’ diyerek iyice beni rencide etmeyi becermişti.
‘Sevişmek güzel şey, güzel şey seninle sevişmek, sevgi güzel şey, güzel şey sevişirken sevişmek.’ Alp dağlarında değildik. Bunu Peru doğumlu, Avusturyalı Ranchez de söylemiyordu. Ben söylüyordum. Lem ile ormanın içinde, dağ başında, çadırın içinde veya dışında, ateşin yanında sevişmek istiyordum. Ciğerlerimize karbonsuz temiz hava gireceğine dair umutlarımızın içerisindeki en şımartıcı eylem sevişmemiz olacaktı. Onu unutmuş olamam, ikimize birden aldığımız yandan cepli, su geçirmez ve maaşın altıda birine denk gelen pantolonlarımızdan bahsediyorum. Kalçalarının üzerine denk gelen ceplerin ve o iki cebin düğmeleri aklımı başımdan almıştı. Bulunduğumuz alana yürürken bir kez olsun onlara dokunmalıyım diye düşünüyordum. Dokundum da ancak Lem’in tepkisi canımı sıkmıştı. ‘Ne yapıyorsun şimdi, ter içinde kaldım zaten, aklın fikrin nerede senin’ diyerek azar işitmiştim. Defalarca gördüğüm bacaklarına ilk defa bu kadar yoğun bir arzu duyuyordum. Pantolonun su geçirmez, yumuşak kumaşı içerisinde adımları sonucu önce bir bacağı öne ilerliyor sonra diğeri arkasından geliyor ve ortada sürtünen, ince bir artık kumaş kalçalarının arasında ritmik bir hareketini bitirip, tekrar başlamasına sebep oluyordu. Fabrikadaki robotik kollara benziyordu. İşlem bitince, bir an hareketsiz kalan kollar, kodlanmış yönü doğrultusunda tekrar aynı iş yapmak için aynı yoldan ve aynı hız da hareket etmeye başlıyorlardı. Yol eşittir kuvvet çarpı… Hayır, saçmalık! Kuvvet eşittir Lem çarpı hareketinin zamana ait hızı. Hiç değişmiyor ve nemli, yaprak sayısı önemsiz yonca kokulu kıç aralığını sonsuza kadar önümde görebilirdim. Bu his yoğunluğumun fetişe dair bir yorumunu yapmam gereksiz kaçacaktı. Dokunmak istiyordum. Aralarından geçtiğim, küçük testereyle kesebildiğim dalları olan ağaçlara dokunabildiğim gibi ona dokunmak istiyordum. Fabrikada yapılan olağanüstü toplantı sonucu ortaya çıkmış, daha doğrusu alınmış emir gibi karar hükmündeki proje yüzünden Lem değişmişti. Proje yüzünden gecesi gündüzüne, gündüzü de gecesine karışmış, aptalca bir hayatı yaşayan insana dönüşmüş Lem’e yaklaşmam mümkün olmuyordu. Bazı geceler tek şekerli kahvesini ona yaklaşma maksadıyla çalıştığı masaya bırakıyor ve arkasına geçip, boynuna masaj yapmaya çalışıyordum. Çalışıyordum çünkü buna izin vermiyor, ‘ağrıyor zaten sen sıkınca daha da ağrıyor, elleme’ diyordu. Güzel saçlarını boktan bir tokayla arkadan bağlıyordu. Sarı bir süpürgenin burulduğu uç kısmına benzeyen saçının tellerine acıyordum. Saçını arkadan o aptalca tokayla bağlayınca yine de yüzünün apaçık ortaya çıkışına seviniyordum. Bu avuntum olmaya başlamıştı. Konuşmak istiyordum. Bir gece kendimden emin bir şekilde yine kendisine yaklaştığımda, önündeki bilgisayarda yaptığı çizime odaklanmıştı. ‘Ara vermeyecek misin’ diye sorduğumda bana sancılı bir bakış fırlatarak, ‘of, yine mi ya’ diyerek ayağa kalkmıştı. ‘Yarım saat önce değiştirdim şu şeyi, böyle olursa çalışamam ki düzgünce’ derken çoktan banyoya varmıştı.
Dalları ve yerden topladığım çalı çırpıyı bir güzel iple bağlayarak tekrar Lem’in yanına dönerken, ‘bu sefer olacak inanıyorum’ diye düşünüyordum. Çadırı gördüğümde gözlerim Lem’i arıyordu. Birkaç metre yan tarafa gözlerimi kaydırdığımda, Lem’in bir adamla beraber oturup, konuştuğunu görünce beynime kan sıçramıştı. Kemere astığım kasaturaya bir an elim kaymıştı. Lem gülüyor, konuşuyor, adamı dinliyor ve adamın ona anlattığı her neyse mutlu oluyordu. Yanlarına yaklaşırken adımlarımı sessiz atma eğiliminde olsam da ayakkabımın altındaki kırılmış dal parçaları yüzünden geldiğimin farkına varmışlardı. Sırtımda taşıdığım dal parçalarını hışımla yere fırlatarak adamın yüzüne bakarken, Lem ‘Yuni Bey’le tanış sevgilim, kendisi ilkokul öğretmeniymiş, o da yukarıda çadır kurmuş iki haftadır burada kalıyormuş, öyle şeyler anlatıyor ki, çok eğlenceli gerçekten’ diyerek gardımın düşmesine sebep olmuştu. Adamın yüzüne bakınca tiksindiğimi fark ettim. İri bıyıkları olan, sakalları iki üç haftalık uzadığı belli olan, elindeki uzun dal parçasını toprağa sürterken bir alim edasıyla etrafını süzen bir tipe benziyordu. Rahatsız olmuştum. ‘Yuni midir, Suni midir her ne boksan siktir git pezevenk’ diyen iç sesimi susturmak istemiyordum. Lem mutlu gözüküyordu. Projenin p’sinin dahi söylenmediği o güzel günlerde Lem’i ben de böyle mutlu edebiliyordum. Sevişiyorduk. Nemli saçlarını yastığa koyarken, yastığın üzerine damlayan terinin kokusuna burnumu saplayıp, gülerek bir şeyler anlattığını hatırlıyorum. Oysa uzun yıllardır evli olanların bile böyle anımsayacağı güzel anılar pek azdır. Elbette mutluluğumuzu sadece seviştiğimiz anlara değil, işten beraber eve dönüp de izlediğimiz filmlerden, hafta sonu geç saatlere kadar yürüdüğümüz sokaklara, ayda bir gittiğimiz o lüks restorandan, yatakta beraber sesli olarak okuduğumuz kitaba kadar mutlu olduğumuz pek çok şey vardı. Beni asıl mutlu eden şeyin Lem’in varlığı olduğunu az kalsın unutuyordum. Sahi, yatakta aynı kitabı okuyorduk. Hava sıcak olduğu zamanlar, alt pijama harici üzerime bir şey giymiyordum. Sıra bana gelip de kitabı okumaya başladığımda başını göğsüme yaslayıp, beni dinliyordu. ‘Hem kalbini hem de sesini dinlemek huzur veriyor’ diyen Lem gitmiş, geriye bir ilkokul öğretmeninin karşısında mutlu olmakla yetinen biri kalmıştı. Adamın emeklisi çoktan gelmiş olmalı diye düşünürken, Lem ‘Yuni Bey bu sene emekli olmuş, otuz dört sene öğretmenlik yapmış sevgilim’ dediğinde birden afalladım. ‘Ben ateş yakayım’ diyerek, dudaklarımın arasındaki sigarayı yaktıktan sonra aynı çakmakla bu sefer getirdiğim dalları yakmaya giriştim. Bir kağıt parçası olsaydı, bu dalları yakmakta zorlanmazdım diye düşünürken adamın sesini duydum:’ İsterseniz ben yakayım ateşi.’ Lem’in ‘lütfen bırak da o yapsın, sen ne anlarsın ateş yakmaktan bakışı’ rahatsız ediciydi. Çömeldiğim pozisyondan doğrulup, Yuni’nin çıkardığı bıçağa baktım. Çadırın kenarına Lem’in koyduğu ışıldağın aydınlattığı bizlerin arasında, bıçak ayrı bir ışık kaynağı gibi parlıyordu. Yuni getirdiğim dallardan birini eline aldı. Bıçağıyla dalı soymaya başladı. Derimi soyuyor gibi hissediyordum. Bu adamın yanımızdaki varlığı beni rahatsız ediyordu. Dal iyice soyulmuş bir halde Yuni’in elinden diğer daldaşlarının yanına düşerken, içimde sıcak bir suyun aktığını hissettim. Daldan soyduğu parçaları avucuna alıp bana göstererek ‘bunlar işte arkadaşım, bunlar kuru kabuklar olduğu için aynen kağıt gibi çabucak yanarlar’ dedi. Dediği gibi olmuştu ve kuru, daldan arda kalan parçalar kağıt gibi tutuşmuş ve Yuni’nin dallar arasında seçtiği en kuru dalların da bizi aydınlatacak ve de ısıtacak ateşin ilk günahı haline gelmişti.
Yuni yanında beraber getirdiği sırt çantasından çıkardığı demliği elinde tutarken, ‘suyunuz var mı’ diye sordu. Suyumuz vardı ama bu adamın yanımızda durmasından nefret ediyordum. Bana kötü enerji veriyordu. Öğretmen oluşu, hatta ilkokul öğretmeni oluşu umurumda bile değildi. Lem’in adama gösterdiği ilgi de iğrençti. Proje belasından beri bana yaklaşmayan Lem, hiç tanımadığı bir adamla neredeyse bir metreden az bir mesafede bulunuyordu. Ben ikisine de daha uzakta duruyordum. ‘Çay içelim. Demliğimi ve çayımı her zaman yanımda taşırım. Çadırımın yanında değil, her yer de çay içmeyi severim’ derken, Lem adamın çaydanlığına suyumuzdan boşaltıyordu. Ateşin üzerine yine sırt çantasından çıkardığı alüminyum folyoyu gördüm. Ateşin harı dinlenmeye geçince folyoyu ateşin üzerine atıp, çaydanlığı da o folyonun üstüne koyacaktı. Adam baş belası olduğunu, ‘sizinle çay içmek benimle şereftir’ sözüyle anlatıyordu. ‘Şerefini sikerim senin baş belası, siktir buradan’ diyen iç sesime hakim olamadığımı fark ettim. Dayanamamıştım. Ağzımdan çıkan ‘şerefsiz’ kelimesi karşısında hem Lem hem de Yuni bana dikkatlice bakmaya başlamışlar ve devamında ne diyeceğimi merak etmişlerdi. ‘Şerefsiz diken, elimi kesti, fena acıyor’ dememle Lem rahatlamıştı. Fakat Yuni kendisine şerefsiz dediğimi anlamıştı. ‘Şerefsiz dedin de arkadaşım, size emekli olmadan önce yaşadığım kötü bir hadiseyi anlatayım isterseniz’ dedi. Kötülük duymak istemiyordum. Kötülüğün kaynağı bu ilkokul öğretmenliğinden emekli adamdan başkası değildi. ‘Senin sakalına tüküreyim. Siktir lan buradan. Ben Lem’imle tek kalmak istiyorum ibne.’ İç sesim ergenliğine dair tereddütlü bir küfür ettikten sonra Lem’in meraklı bakışlarını ve ses tonunu duyunca hayal kırıklığına uğrayarak ‘beni sevmiyor musun sevgilim’ demeye başladığı için kırılmıştım. ‘Anlatın tabi, lütfen, sizi dinliyoruz.’
‘Bu anlatacağım hadise gerçekten psikoloji bozan cinsten. Öğretmeni olduğum Tengrisever köyünde geçirdiğim onuncu yıldan bahsediyorum. Dile kolay, koca on yıl aynı köyün İlkokul öğretmeniydim. Köye ilk geldiğimde öğrencim olan çocuklar, ben emekli olmaya yakın çeşitli vilayetlerde üniversite okumaya çoktan başlamış, hatta bazı üstünzekalı öğrencilerim bitirmişlerdi bile. Neyse efendim, bu Tengrisever köyü üç yüz seksen dört başın olduğu bir yerdi. Yani nüfus olarak bir köy için gerçekten kalabalık bile denebilecek cinsten. Ben bu köyün hem öğretmeni hem de köylünün dert hocası haline gelmiştim. Her yıl değişen imamından, sağlık odasındaki fedakâr köy hekimine kadar herkesle aram iyiydi. Bir gün fedakâr hekim Urel Bey beni yanına çağırmıştı. Gittim. Efendim, size en basit haliyle bu hadiseyi anlatacağım. Hekim Bey bazı dedikoduların ciddi anlamda yaygınlaştığını, kazanın jandarma karakolu da olmak üzere bu dedikodunun çok kirli bir hadiseye gebe olduğundan kapatılmaya çalışıldığından bahsederek beni iyice meraklandırmıştı. Urel Bey başlarda konuyu kendisinden duymamı istemediğini belirterek bir şey anlatmak istemiyordu ama en sonra Zey’nin anasıyla kendisine gelerek, yaptığı tetkik sonucu acı gerçeği bana da anlatmak isteğiyle çekti karşısına, yumdu efendim gözlerini ve anlatmaya başladı. Benim okuttuğum öğrencilerden biri olan Zey’in babası, ‘ilk okul yeter, kız çocuğu okusa ne olacak hem, ben ilçeye göndermem kızımı’ diyerek ilk okuldan sonra Zey’in okumasına mâni olmuştu. Hekim Urel Bey çok feci bir olaydan bahis açtı. Kızının yeni kanamalarının başladığı mart ayından sonra anası kızında değişiklikler hissetmiş. Mayıs gibi kızın, yani Zey’in aylık olağan kanamaları kesilmiş ve Zey’de anormal değişiklikler oluşmaya başlamış. Anası bunu kızının her şeyi içine attığını, okul yüzünden babasına sinirli olduğundan dolayı da böyle bir şey başına geldiğini düşünerek ilk başlarda bu konuyu pek ciddiye almamış. Ne yazık ki geçen her ay Zey için kâbus olmaya başlamış. Kızına bir şeyler sormaya kalksa da kızından hiçbir cevap alamadığı gibi, kızı Zey anasını çok defa da terslemiş. Bana geldiklerinde aylardan Eylül’dü. Kızının yüzünde çıkan sivilceler acayip bir hal almış. Önce köyde şeyh bacı dedikleri koca karıya Zey’i göstermişler. Kocakarı Zey’in tenasül organına habis ruhların kaçtığını söylemiş, birkaç kez kıza kurşun dökmüş. Sonra bir gün kıza soyunmasını söylediğinden de, Zey arkasına bakmadan kocakarının yanından kaçmış. Anası da bir daha ısrar edip Zey’i kocakarıya götürmemiş. Tabi ki kadının oyunları ikisine de pek derman olmamış. Zey’in ağzını bıçak açmıyormuş. En son komşusu Be’nin ısrarı üzerine bana geldiklerinde diyor Urel Bey, kızı günde birkaç kez istifra etmeye başlamış ki, ana iyice kuşkulanmaya başlamış. Bana geldiklerinde odada ki hasta yatağının önündeki perdeyi çekerek kıza ‘yavrum, külotunu çıkarır mısın’ dedim. Urel Bey böyle söyleyince tepkimi tahmin ediyor olmalısınız. Hastayı görür görmez bir doktor, hastasına hemen soyunmasını talep eder mi? Zey’in anasının anlattıkları Urel Bey’in kafasında tek senaryonun oluşmasını sağlamış ki, yanılmıyordum dedi. Zey utana sıkıla külotunu indirmiş. Üzerinde etek duruyormuş. ‘Evladım’ demiş Urel Bey, ‘uzan lütfen şuraya.’ Urel Bey eteği kaldırırken, Zey elleriyle yüzünü kapatmış.’
Pislik adamın anlattıkları karşısında Lem şaşkına dönmüştü. Ağzı açık bir şekilde ilkokul öğretmeninin anlattığı hadiseyi dinlerken, ‘nasıl ya, niye hemen cinsel organına bakma gereği duymuş ki hocam’ dedi.
Şerefsiz duraksamadan devam etti.
‘Ben de bunu Urel Bey’e sorduğumda, ‘korktuğum şey kızın başına gelmişti maalesef’ demişti. Birkaç ay önce kanaması başlamış gencecik bir kızın, hatta çocuk sayılabilecek bu kızın cinsel organında belirgin bir şişik ve iç kanalında yaralar mevcutmuş. Elbette rahmin içinde gelişmeye başlayan şey de bir bebekten başka bir şey değilmiş. Urel Bey kahrolmuş bir şekilde kızın tekrar külotunu giyinmesini söyleyerek, Zey’e ‘canım, sen biraz bekler misin burada, ben hemen geleceğim’ diyerek odanın dışında bekleyen Zey’in anasının yanına gitmiş. Olanı biteni anlatmadan önce kızında gördüğü gariplikler nelerdi diye tekrar Zey’in anasına sormuş. Zey’in anasının hiçbir şeyden haberi olmadığını, sadece mide bulantıları ve kesilmiş kanamalardan haberi olduğunu öğrenince tekrar Zey’in yanına dönmüş ve kıza ‘kızım bunu sana kim yaptı’ demiş. Zey hüngür hüngür ağlamaya başlayınca, ‘tamam kızım, tamam, halledeceğiz bunu’ diyerek, Zey’in anasına, yakın zamanda vilayete gitmeleri gerektiğini, kendisinin de bu yolculukta onlara eşlik edeceğini söylemiş. Urel Bey’in arabasıyla beraber il merkezine vardıklarında, Urel Bey Zey’i ve anasını vakit kaybetmeksizin Adliye’ye götürmüş. Anası tabi anlayamamış, ‘Hekim Bey, ne işimiz var bizim mahkemede filan neyin’ derken, ‘çok işimiz var Tu hanım’ diyerek, savcının odasının kapısını çalmışlar. Kısa keseyim de mevzuu başınızı ağrıtmasın. Benim de tabi haberim var, Urel Bey bana vilayete gideceklerini ve soruşturma açılması gerektiğinden bahsetmişti. Savcı bu elim hadiseye ait soruşturma açtığında, Tengrisever köyünün adı sonsuza kadar lanetlenecek ve de lekelenecek gerçek ortaya çıkmış olacaktı. Zey’e tam on yedi kişi tecavüz etmiş, düşünebiliyor musunuz, benim gül gibi talebem, çiçek gibi olan kızıma tam on yedi kişi on iki yaşında defalarca tecavüz etmişler. Vilayet çevresinde olay tabi çabucak yayıldı. Lanetmet bu olayın yayılmasını engellemek için her şeyi yaptı. Zey’e, anasına, babasına ve kardeşlerine şantaj yaptılar. Susmaları için vilayet içinde tapusu dahil bir ev ve babaya da işleteceği bakkal verdiler. Lanetmet’in bu çabası elbette işe yaradı. Baba kızı Zey’i defalarca dövüp, her gün kızına sövdü. Tengrisever köylüsü olan Kab, ufak çiftçilikten birden dükkan, bakkal sahibi biri haline geldiği için hiç de mutsuz değildi ama kızı Zey’in uğradığı travma umurunda bile değildi. Tabi işin en feci yanı, yine bir gün kızı Zey’i şiddetli bir şekilde dövdükten sonra kızın karnındaki bebeği düşürmesi oldu. Altı aylıkken bebek ameliyatla ölü bir şekilde Zey’in karnından çıkartıldı. Zavallı çiçeğim Zey üç hafta hastanede yattı. Kan kaybından ölecek hale gelmişti.’
‘Zürriyetini sikerim senin şerefsiz, nereden çıktın sen baş belası’ diyen iç sesim, bok gibi çaydan içmemekte direnen vücudumla bir olmuştu. Sinirden titriyordum. Lem’in aklı başından gitmiş gibiydi. Ağlıyordu. Emekli ilkokul öğretmeni şerefsiz Yuni anlattığı olaydan sonra Lem’le gece boyu yapmayı düşündüğüm şeyi yapamayacağımı anlamıştım. Lem demir bardağın içindeki bok gibi çayın sıcaklığına rağmen, bardağı avuçları arasından ayıramıyordu. Elini yakacağını düşünüyordum. Yuni ‘ya efendim, böyle elim bir hadiseye de emekli olmadan önce şahit olduğum için defalarca kahroldum ben de’ derken, bakışlarındaki samimiyetsizliği yakaladığımı düşünüyordum. ‘Ah, neyse, ben kalkayım, siz de dinlenirsiniz efendim, sanırım sizi üzdüm efendim’ diyerek cebinden çıkardığı peçete parçasını Lem’e uzatıyordu. ‘Siktir olup gidene kadar huzur yok bize’ diye düşünürken, ayaklanan şerefsizin uzattığı eli es geçtim. Lem elini uzatmıştı. Adamın iki eli, Lem’in sağ elini araya almıştı. ‘Orospu çocuğu’ derken de Yuni’in yalanı hüznündeki memnuniyeti yakaladım. Haksız sayılmayacak kadar gözü açık biriydir. Evet, haksız olamazdım. Bu emekli ilkokul öğretmeni o zavallı kızın ırzına geçenlerden biri değilse, buradan sağ çıkmayayım, şehre bir daha dönmemeyim, Fabrika üzerime yıkılsın da gebereyim diye düşünüyordum.
Motor konusunda yapılacak bir toplantı vardı. Proje kapsamında motorun alınacağı ülkelere ait firmaların fiyat performans oranı slayt olarak bize gösterilirken, Jermanya’dan gelecek motorun işimizi görmede en ideal motor olacağı konusunda proje çalışanları olarak karar kılmıştık. O akşam eve girdiğimizde akşam yemeğini yapmak üzere mutfağa geçmiştim. Marketten koyun ciğeri almıştık. Proje kapsamında zekâ en gerekli faktörlerden biriydi. Aklımızın çalışması gerekiyordu. Markette dalak olsa, dalakta alıp, projeye başladığından beri vitamin ve protein kaybı yüksek Lem’in yemesini düşünüyordum. Ciğeri unlayıp, dinlendirirken, banyodan gelen su sesine kulak kesilmiştim. Lem banyoda yıkanıyor olmalıydı. Fırsattan istifade diyerek dolabın içinde duran ve yazın giydiği su geçirmez pantolonunun olduğu bölmeyi açtım. Pantolonu alıp, yatağın üzerine koydum. Arka cep düğmeleri ilk gün ki gibi canlı duruyordu. Lem’in göğüs uçlarına ne kadar benziyor diye düşündüm. Parmağımın ucuyla paçasından itibaren düğmelere kadar gidip gelmeye başladım. İşe yaramıyordu. Lem’in başını koyduğu yastığı alıp, pantolonun yanına koydum. Başımı yastığa yaslayarak, pantolona bakmaya başladım. Bu işi gizli yapmak istiyordum. Hiç olmasa Lem’in hayalinin yanı sıra, kokusunu da alabiliyordum. Kendimi kaptırmış bir halde gözlerimi kapayarak derin nefes alıp verirken Lem’in odaya geldiğini duymamıştım. ‘Ne oluyor burada? Ne yapıyorsun sen?’ Lem bağırıyordu. Sinirliydi. Ses tonu inciticiydi. Havluyu göğüslerini kapatacak kadar çekmişti. Başımı yastıktan kaldırarak Lem’e baktım. Bir şey söylemesini bekledim ancak bir şey diyemedi. ‘Seni çok özledim’ dedim. ‘Ne oldu bize’ dedim. ‘Hiçbir şey anlayamıyorum, aptallaştım, delireceğim Lem’ dedim. Hüzünlü bir köpeğin bakışlarına sahip gözlerimle Lem’e bakıyordum. Lem’in ne tepki vereceğini hesaplayamıyordum. Onu gerçekten çok özlemiştim. Birden hışımla havluyu üzerinden çektiğini ve tekrar bağırmaya başladığını anladım. Konuşuyordu. Bağıra bağıra konuşuyordu. Vücuduna bakıyordum. Göğüsleri bir ağacın dalında hapsolmuş, içine giren havayla şişen ve rüzgarla sağa sola yalpalanan beyaz bir poşeti andırıyordu. Son cümlesini duymak istemiyordum. Bağırıyordu Lem. ‘Bunu mu istiyorsun, bunu mu? Sikmek mi istiyorsun beni pislik, bunu mu istiyorsun ha?’ ıslak saçlarını kurulamak için başına sardığı havluyla, bedenini terk etmiş banyo havlusu, yerde cansız bir şekilde duruyorlardı. Lem dizleri üzerine çökmüştü. Hiçbir şey söyleyemiyordu artık ve ağlıyordu. Yaşadıklarımızın bizi nasıl trajikomik bir hale soktuğunu düşünecek halde değildim. Bu pozisyonda zevk almayı seven biriyken, tam tersi sonlandırılması güç bir hüzünle ağlamaya devam ediyordu. Yastığını tekrar yerine koyup, yatağa serdiğim pantolonu tutup yere fırlattım. Ayağa kalkıp Lem’in yanına gittim. İnat edemeyecek kadar bitkin gözüküyordu. Kollarından tutup ayağa kaldırdım. Yatak ikimize de çok uzakta durmuyordu. Kokusunu içime çektiğim yastığının üzerine başını koyup, üşümemesi için üzerini yorganla kapattım. Diz çöküp yatağın sol ucuna geçtim. Yorganın içine ellerimi sokarak sol elinden tuttum. Sadece yüzü ve saçları açıktaydı ve ağlaması dinmek üzereydi. Hiçbir şey söylemiyordum. Konuşmak istemiyordum. Elini tutuyordum sadece ve elini ellerimden kurtarmak gibi bir niyeti yoktu.
‘Lem’ dedim, ‘iyi misin?’ Bana bakmaktan utanıyordu sanki! Yorganın içinde soluna doğru döndü ve sağ elini, sol elini arasında tuttuğum iki elimin üzerinde getirdi. ‘Sevgilim’ dedi. Dünyada miadı dolmuş bir kelime gibi hissettim. Bir daha söylemesini bekledim. Söylemedi. Bir kere de olsa yetebileceğini hissettim. ‘Tiksiniyorum’ dedi Lem. ‘Bu dünyadan, insanlardan, projelerden, toplantılardan, paradan, para için kendini harcayanlardan, kirletenlerden. Para için hayatını yok sayıp, kula kul olanlardan. İnsanlara kıyanlardan, o pis arzuları için bebeklerin, çocukların hayatlarını mahvedenlerden, mikrofon tanrılarından ve bu tanrıların arkasından giden insanlardan…’
‘Kendimden, kendimden, kendimden…’
YORUMLAR
şu dünya günden güne daha da hastalıklı bir yer haline geliyor. caddelerde sokaklarda şu an köşe başlarında yer alan her ne varsa hepsi yıkılmalı, yerlerine psikolojik danışmanlıklar açılmalı. tabi önce eleman yetiştirmek gerek, Şerefsiz Bey'in anlattığı hikayedeki gibi tecavüzcü piskopatlar değil. Cinselliği geçtim, diğer türden tecavüzcü piskopatlar da değil.
Yazının, anlatımın iyi olduğunu söylemeye gerek yok heralde, öyle ki bir anda içine giriveriyorsun, "ulan dünyanız işte böyle bir yer" çığlıklarını duyabiliyorsun.